"İntibah gelenek-modern, geçmiş-gelecek, baba-kız, anne-oğul çiftlerinin tamamen dışındadır; tutucu, ev’cil, muhafazakâr, norma veya kadere dönüşmüş düzcinsel bir bakışın (Freud’un, trajedinin) ve onların muhafızlarının kuramlaştıramadıkları, göz ardı ettikleri, dokunmaktan kaçındıkları, “kusur”a bakmadıkları bir yerdedir. Bambaşka, tehlikeli, bozguncu bir aşk söz konusudur: Aynı cinsler, marazi Oğul ile şefkatli Baba arasında gerilime asılı, sıra dışı bir aşktan söz etmek için, cinsel rollere/kabullere saplanıp kalmaktan çıkmak, yaratıcı bir art (burada daha çok sanat anlamında) niyet yeter."
24 Ağustos 2020 20:34
Atilla Özkırımlı “Düzyazının Gelişimini Belirleyen İlk Tarihsel Olgular”, “Düzyazının Gelişiminde İlk Yol Açıcılar”, “Tanzimat Romanının Oluşumu Üzerine Notlar” ve “Tanzimat Romanı Üzerine Düşünceler” başlıklı denemelerinde Batılı romanın ilkin (“kuşku çekici” bir şekilde) Ceride-i Havadis gazetesinde tanıtıldığını, romanların bu gazetede özetlenerek hulasalar şeklinde verildiğini anlattıktan, bu arada gazete sahibinin İngiliz uyruklu (Çörçil) olduğu bilgisini de araya sıkıştırdıktan sonra, Tanzimat dönemi romanlarının topyekûn başarısızlığını, pek çoğu Fransızcadan, hiçbir ölçü gözetilmeden, gelişigüzel çevrilmiş bu hulasalara, romanlara bağlar. İlk romanlar “çoktan aşılmış romantizmin en kötü örneklerinden” doğmuştur.
Özkırımlı’nın üzerinde durduğu bir diğer önemli nokta, neredeyse her Tanzimat yazarının roman tarifi yapmış olmasıdır. Mesela Nâbizade Nâzım’ın “sadece gerçekçi romanlara roman deneceği” görüşüne Ahmet Mithat, “gerçekçilik romancının değil, tarihçinin işi” diyerek karşı çıkar.
Namık Kemal de Cezmi’nin önsözünde bir roman tanımı verir. Kendi tanımı değildir bu, Fransızcadan çevrilmiştir: Namık Kemal kaynak zikretmemiştir:
“Romandan maksat, güzerân etmemişse dahi güzerânı imkân dahilinde olan bir vakayı, ahlak ve âdât ve hissiyat ve ihtimalâta müteallik her türlü tafsilatile beraber tasvir etmektir.”
Bu tanıma göre roman özü gereği toplumsal olana dönüktür; romanın amacı gerçek ya da uydurma bir olayı salt anlatmak değil, o olayı ahlak, töre, duygular ve ihtimalleri göz önünde tutarak, bütün ayrıntılarıyla anlatmaktır.
“Çelişki, tutarsızlık, uyuşmazlık” 19. yüzyıl döneminin yazarlarını izah edecek kavramlardır.
Namık Kemal de yukarıda verdiği roman tanımına ters düşen tutumlar benimser Özkırımlı’ya göre. Bunun en iyi örneği Vatan yahut Silistre’dir; sanat –Namık Kemal’in bilhassa piyeslerinde– toplumun kurtuluşu, yığınların uyandırılması yolunda söylev vermek üzere kullanılacak bir araç olup çıkar.
[Ancak “araç kullanmak” o dönemlerde hiç de sanıldığı kadar zahmetsiz bir iş değildir. Keyfi idarelerin sakıncalarını anlatan Namık Kemal’in Gülnihal’i resmi araçlar (Maarif Vekâleti, vs.) marifetiyle lime lime edilir. Baskıcı Abdülhamit yönetiminin bu edebiyat üzerindeki ağır tahribatını düşünmeden, “Baskıcı dönemlerde yazarın görevi nedir” sorusunu sormadan Tanzimat edebiyatı (hatta günümüz edebiyatı) üzerine söz almak en hafifinden safdilliktir. Dönemin aleni veya gizli baskı mekanizmalarının edebiyata, kültüre verdiği zararlar muhtemelen tahminlerin çok ötesindedir.]
Özkırımlı’nın Tanzimat edebiyatına dair görüşleri de çelişkilerden muaf değildir.
Zaten çelişki dediğimiz şey, sonraki kuşaklarda aşılan, maziye karışıp kaybolan bir şey asla olmamıştır; siyasetin olduğu kadar edebiyatın da her zaman yedeğindedir; kuşaklar arasında görünmez bağlarla bağlıdır; olmadık yerlerde, türlü biçimlerde hortlarlar…
20. yüzyıl eleştirisi bir önceki yüzyıldaki kafa karışıklığının üstesinden gelmek, meselleri kavramlaştırmak üzere işe koyulmuş gibidir. Osmanlıcadan Türkçeye koparak gelmiş edebiyata bir çekidüzen vermek, edebiyat tarihi için sağlam, tutarlı bir giriş oluşturmak ister bu eleştiri ve Namık Kemalleri, Abdülhak Hamitleri vs. hızla atlayıp Halit Ziya Uşaklıgil’i öne çıkarır. Halit Ziya ilkel, acemi, çocuksu çabaların geride bırakılmasının, aşılmasının, tıpkı bir Batılı gibi yazılabileceğinin kanıtıdır. Edebiyat onunla “hulasa” olmaktan çıkıp derinlikli bir metne dönüşmüştür. Halit Ziya “Hah, işte şimdi oldu”nun cisimleşmiş halidir. Bu “toparlayıcı” eleştiri her ne kadar Türkçe yazılsa da, tuhaftır, muhatabı Türkçe okurlardan çok sanki Batı edebiyatıdır… Sanki bu eleştiride Renan Müdafaanamesi ile İslam-bilim uyuşmazlığını iddia eden Renan’a ve Osmanlı Tarihi ile “tarihimiz” hakkında “atıp tutan” Hammer gibi tarihçilere cevap yetiştiren Namık Kemal’in savunmacı, gurur dolu ruhundan izler vardır.
“İnsanın psikolojik dramı”nı gören Halit Ziya modernizme açılan kapıdır; Batı’dan hiç de altta kalınmadığının, Batı’yla aşık atmanın, Şarklı bir gururun –semptom da denebilir– abidesidir.
İstikbal bundan böyle modernliğe sorgusuz sualsiz teslim olmuş, modernlik mertebesine yükselmiş yazarlarındır.
Bu yazının sonunda altını kalın kalın çizeceğimiz iddiayı burada tekrarlayalım… 19. yüzyıl edebiyatı birbirinden ilginç okumalara, varsayımlara açık bir “belki”ler edebiyatıdır. Bugün, şimdi, bu saatte başka yerlerden baktığımızda, başka semptomlara meylettiğimizde belki de Halit Ziya, onun birkaç adım gerisindeki bir hercümercin, renkli kargaşanın, allak bullak olma halinin, sakil arayışların barındırdığı imkânların üzerine Şarklı bir refleksle, alelacele çekilmiş kalın bir çizgidir. Aşkı Memnu’yu şükranla anmamızın, İntibah’ı, Cezmi’yi unutmamızın bir bedeli olmuştur belki de. Belki de modernliğe gerçek katkı hizaya gelmiş/getirilmiş bir Halit Ziya’dan çok Namık Kemal’in, Ahmet Mithat Efendi’nin vd. temsil ettiği, dar bir mahallede cereyan eden samimi bir şaşkınlık, bir bulanıklık, çolpalık, bir “hulasalar edebiyatı”, (biraz ileride sözünü edeceğim) “nazireler edebiyatı” üzerinden de yapılabilirdi. İlgiler, kuvvetler, idrakler buralara yönlendirilebilirdi.
Bizdeki, modernliği tarihlendirmiş ama tanımını yap(a)mamış modern eleştirinin Auerbach’ın Mimesis’inin yolundan gittiği, (Ece Ayhan’ın öylesine, geçip giderken söylediği bir cümleyi hatırlamamak imkânsız: Modernlik imkân ister) sahip olduğu imkânların elindeki fırsatları değerlendirmeye yetmediği, yaratıcı olmaktan yani dışlanmaktan ürktüğü, bugün dahi kabullerle ilerlediği, aslında 19. yüzyıl romancılarında sürekli yakındığı o “Şarklı” şeyi bizzat tekrarladığı, kendisiyle çeliştiği, Batı’yı taklide yeltendiği söylenebilir belki de.
Batı edebiyatının binlerce yıllık serüvenini bütüncül bir şekilde anlatmaya koyulan ve bir arkeolog tavrıyla edebiyatın temelindeki taşları etkileyici bir şekilde başarı ile kazıp çıkaran Auerbach’ın (1942 ve 1945 arasında Türkiye’de yazılmış, bizde geçen yıl Türkçeye çevrilen) kitabı yaşını göstermektedir, yorgun tezlerle doludur: Auerbach edebiyat eserlerinden gerçeklikle ilişki içinde bir devinim, hareket bekler; durgunluğu, yerelliğin dar alanında kalmayı eksiklik olarak görür. Oysa yerellik onun zamanında olduğu kadar günümüzde de olağanüstü “devrimci” olanaklar barındırır (Auerbach’ın hiç yüz vermediği yerellerden E.T.A. Hoffmann şen ve büyülü gerçekliğiyle, Nerval’den Poe’ya, hatta Kafka’ya pek çok yazarı etkisi altına alır). Auerbach yerelliğin şah hali James Joyce’un Ulysess’ine de özel bir başlık ayırmaz, Joyce’un adı kitapta sadece üç sayfada geçer.
Hulasalar edebiyatından uzaklaşmadan Nazireler edebiyatına gelirsek…
Taklit siyasette olduğu kadar kültürde de 19. yüzyıl Osmanlı döneminin başat kelimelerindendir. Taklit kavramının serüveni elbette Batı’yla başlamamıştır; taklidin istikameti değişmiş, Doğu’dan Batı’ya kaymıştır (geniş bilgi için bkz. Ziya Paşa, “Şiir ve İnşâ”).
Taklit veya nazireler edebiyatta çok eskiden beri adeta bir saygı gösterisi, eseri ve yazarını takdir etmenin, hayranlığı ifade etmenin, muhabbet beslemenin tabii bir yoludur sanki (bir nevi trampa/mübadele ekonomisi). Mesela Abdülhak Hamid, Namık Kemal’in Zavallı Çocuk piyesinden etkilenerek İçli Kız piyesini kaleme almış, Namık Kemal de meşhur Vaveyla’sını Hamid’in Sahra’sına nazire olarak yazmıştır… Ahmet Mithat’ın Hasan Mellah’ının ardında Dumas’nın Monte Kristo’su vardır. Hâsılı, en azından 19. yüzyılın başlangıcında, ister birbirlerininkilerle olsun ister ecnebilerinkilerle, edebiyat metinleri arkasındaki ilişki dar bir mahalde, herkesin gözü önünde cereyan etmektedir. Yazarların “henüz” metinsel anlamda gizli saklıları yoktur, eserler miri maldır. Hâsılı kartlar açık oynanır: Ahmet Mithat Hasan Mellah romanının Monte Kristo çapında olmadığını hiç çekinmeden, açık sözlülükle itiraf eder…
İntibah da herkesin malumu, bir halk hikâyesi olan Hançerli Hanım Hikâye-i Garibesi’nden alınmıştır (Bu arada Namık Kemal’in hattat büyük büyükbabası da Nabî ve Nedim gibi şairleri taklit etmiş bir şairdir). Hüseyin Cahit Yalçın’ın Nadide’si de “ruhunun ihtiyaç duyduğu besini tedarik eden” çok sevdiği Namık Kemal’in İntibah’ından izler taşır.
Ancak (ne yazık ki kuvvetli delillerden yoksun, okur sezgisinden öteye geçmeyen ve bu yüzden temkini elden bırakmayan varsayımıma göre) aniden alan genişler… Piyasa mı desem, şahsi mülkiyet mi, ulufe, haset mi, siyasi atmosfer mi, yeni edebi aktörler, yeni şahsi ve iktisadi kıymetler mi? Bu mübadele ekonomisi sürdürülemez hale gelir. Değişimin nedeni ne olursa olsun, “nazireler”den ibaret bu doğal, saf zincire yeni bir sözcük zehir gibi karışır: “İntihal”. Aşırmaya dair ihbarlar, münakaşalar, suçlamalar çığ gibi büyümüş gibidir (Abdülhamit dönemi vehimler ve ihbarlar dönemidir; sanki eserler, yazarlar arasında işleyen nazire geleneği kulvar değiştirmiştir; başka deyişle, edebiyat siyasete özenir, ona nazire yapar olmuştur).
Ali Kemal, Halit Ziya’yı “Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası”nı Ludovic Halévy’nin “Bir İzdivacı Âşikane”sinden aşırmakla itham eder. Halit Ziya kendini müdafaa ederken, tanınmış muharrirlerin eserlerine “nazire” yapanların ahmak olduğunu söyler. “Ben böyle ne kadar intihal vakalarına şahit oldum, hele bizde edebiyat âleminin pek meşhur bir eserini bilirim ki…” diye tehditkâr bir tonda konuşur, lakin eserin adını vermez, sükût eder.
Hâsılı “nazire”nin belki de bir daha dönmemek üzere, yerini ayıp bir şeye, intihale bırakarak geri çekildiği söylenebilir.
İlham kaynaklarını açıklamayan, açıklamamakla suçlanan yazar sinsi, hesapçı bir figüre dönüşür. Her bir yazar diğerinin hafiyesi kesilir.
Acemi, amatör, ehlikeyif, mahalli yazarda içsel, zorunlu olarak bulunan safiyet, dürüstlük, saklanamama hali bir daha geri dönmemek üzere yok olur.
Özkırımlı’nın tezlerindeki çelişkilere dönersek… Özkırımlı’ya göre birden çok romantizm vardır mesela: “Aşılmış romantizm”, “sıradan yapıtlarda cıvıklaşan, insana uzak bir romantizm” ve bunu söyledikten yaklaşık dokuz sayfa sonra “bütün sınırları yıkan, gerçeği hayatın ta kendisi olan” bir romantizm. “Cıvık” romantizmdeki duyguculuk Tanzimat yazarlarında ağlama duvarına dönüşmüştür… Kurtuluşu kaçışta bulan, gerçeklerle bağdaşmayan düşlere sarılan ve hayal gücü yokluğu nedeniyle ölüme başvuran, başka deyişle ölümden başka bir şeyi hayal edemeyen, çözümü öteki dünyaya havale eden bu romantizmin reçetelerini uygulayan iki yazar vardır: Ahmet Mithat Efendi ve Namık Kemal.
Namık Kemal eskiyle bağlarını koparmaya çalışır; hürriyet, istibdat gibi kelimeleri edebiyata sokarken Tanrıdan uzaklaşıp topluma, toplumun mutluluğuna yönelir. Özkırımlı için bu küçümsenecek bir tavır değildir. [Tanrıya ilişkin sorgulamaların tarihi eskidir. Mesela Abdülhamit’in veya Saray’ın hizmetine girmeden, onun teşviki ile eski dostu, yeni hasmı Namık Kemal’e saldıran kitaplar (Üss-i İnkılap) yazmadan önce Ahmet Mithat Efendi’de görülür. Namık Kemal, adına Abdülhamit’le birlikte kibarca “memuriyet” denen sürgünde genç denecek yaşta vefat eder. Ahmed Mithat ise (Mithat Cemal Kuntay’a göre) hizmetlerinin karşılığını iki çiftlik evi, Boğaz’a nazır bir konak ve 69 yıllık bir ömürle görür. Halit Ziya’ya gelince… “Bir Muhtıranın Son Yaprakları” bitmek üzereyken bir gün İstanbul’dan alelacele karalanmış bir mektup alır: “Çıldırdın mı? Eğer intihar etmek istiyorsan beynine bir kurşun sıkmak daha kolaydır. Menfalarda mı sürüklenmek istiyorsun? Nedir o yazdıkların? Memleketi batırmışsın, hükümeti batırmışsın, dünyayı batırmışsın...” Namık Kemal zorbalığın gadrine uğrarken, aklını başına devşiren Halit Ziya “batırıcı” sayfaları sıkı bir tashihten geçirir.]
Özkırımlı’nın makaleleri, yetersiz ve eksik bulduğu dönemin kendisi kadar yetersiz ve eksiktir.
Sorunun eleştirmen(ler)in ellerindeki “kıt” kaynaklar/müphem kavramlar kadar, ele alınan dönemden de kaynaklandığı söylenebilir… Her türlü tanıma/yargıya açık ama aynı zamanda her türlü tanımı/yargıyı kapatan, okunaksız, kendilerini tutkuyla yalanlayan yazarlarıyla, düşünürleriyle parçalanmış bir dönemdir ne de olsa karşılarındaki. Okuru, eleştirmeni şaşkınlığa, çelişkiye düşürmeleri, onların beklentilerini karşılayamamaları, fena halde ıskalanmaları kaçınılmazdır.
Özkırımlı da haklı olarak şaşkındır… Namık Kemal’i sevsin mi, dövsün mü bilemez. Şinasi’nin kuru anlatımı karşısında Namık Kemal’in parlak bir anlatımı, süslü ifadeleri ile yeni bir söyleyişi geliştirmeye, kendini eski anlatımdan ayırmaya çalıştığını, daha duru bir Türkçeyi savunduğunu belirtir. Aynı Namık Kemal’in bu söyleyişi, Özkırımlı’ya göre yağın üzerindeki su gibi akıp gider… Okunduğu sürece doyurucudur Namık Kemal, ama şişkinliği düşündürücü olmasını engeller. Namık Kemal’in etkisi anlıktır, uzun süreli değildir demeye getirir Özkırımlı. Sir Walter Scott’ın E.T.A. Hoffmann için söylediği gibi, “…hiçbir zaman anlık bir ilgiden fazlasını göstermek istemediğimiz” yazarlardandır.
Özkırımlı da, Scott da fena halde yanılmaktadırlar.
Psikanalizden felsefeye ve illaki edebiyata bütün disiplinlerin mitler veya tragedya denen cennetlerden koparıp idealar dünyasında biteviye ısırdığı modernist kavramlar arasında en başta geleni hiç kuşkusuz Oidipus’tur. Oidipus, oğulun babanın tahtına yönelik arzusunun adıdır; taht annedir, çünkü tahtlar kucak şeklindedir, kucaklamak (ana kucağı) kadınlara yapıştırılmış bir edimdir. Anne-oğul, baba-kız veya kardeşler arasındaki yasak ilişkiler ekseninde, sahneye çıkarılmak/çağrılmak üzere hazır bekleyen kavramlar da bellidir: soya dair lanet, inat, gurur, kader, bahtsızlık, vs… Edebiyat eserleri de işte bu ve benzeri düzcinsel arzuların sonsuz tezahürlerinin temsilcileridirler; başka bir şey olmaları da, bildiğimiz kadarıyla zaten mümkün değildir.
19. yüzyılda Osmanlıca yazılmış eserlerin babanın zamansız ölümüyle açılması tesadüf değildir. Baba olmadan inşa edilemeyecek, varlığını babaya borçlu güvenli alanlar (servet, huzur, mutluluk, sıcak yuva, vs.) evin direğinin ölümüyle çatırdamaya başlar.
İntibah da babanın ölümü ile/sayesinde başlar; ancak yukarıda bahsini geçirdiğimiz klasik mitlerle, temsillerle –eserlerle, piyeslerle– canlandırılamayacak, açıklanamayacak bir arıza, belirgin bir terslik vardır. Eleştirinin bütün izah çabalarını geçersiz kılacak, gerçekçi açıklamaları yalana dönüştürecek bir sır. Ali Bey’in merkezinde olduğu bir sahnede İntibah, Dilaşup ile Mehpeyker, iyilik ile kötülük, diğerkâmlık ve bencillik, ihtiras ve sevgi, Doğu ve Batı gibi modern eleştirinin (haz alarak veya başka çıkar yolu olmadığı için mecburen) başvurduğu klasikleşmiş, neredeyse birkaç asırlık karşıtlıklara sığmayacak, pekâlâ başka sahnelere taşınabilecek, sapkın tezlere davetiye çıkaracak bir romandır. Okura Borges’in yaptığı gibi, “Mutlu okur olma hakkı” için kolları sıvatır, sıvatacaktır: “Ancak inanıyorum ki bu (Dante) şiiri(ni) içtenlikle okuyabilsek (ama bize böyle bir mutluluk hakkı tanınmıyor)…”
Kendisini ele alan eleştirinin, kendisine dudak büken bakışın ölümüdür belki de İntibah. Görünen o ki, roman ve karakterleri (bilhassa Ali Bey) eleştirinin kolektif bilincinde yanlış konumlanmış, yanlış doğmuştur; Ali Bey “bizim” bildiğimiz gibi biri hiç değildir.
Varsaymaya daha da cesaret edersek… İntibah gelenek-modern, geçmiş-gelecek, baba-kız, anne-oğul çiftlerinin tamamen dışındadır; tutucu, ev’cil, muhafazakâr, norma veya kadere dönüşmüş düzcinsel bir bakışın (Freud’un, trajedinin) ve onların muhafızlarının kuramlaştıramadıkları, göz ardı ettikleri, dokunmaktan kaçındıkları, “kusur”a bakmadıkları bir yerdedir. Bambaşka, tehlikeli, bozguncu bir aşk söz konusudur: Aynı cinsler, marazi Oğul ile şefkatli Baba arasında gerilime asılı, sıra dışı bir aşktan söz etmek için, cinsel rollere/kabullere saplanıp kalmaktan çıkmak, yaratıcı bir art (burada daha çok sanat anlamında) niyet yeter.
İntibah’ın önsözünde dendiği gibi, yazarın görevi “insanın doğasını tahlile çalışmak” ise, okurun biricik görevi de yazarın hayatının, yazarın diğer eserlerinin, mektuplarının, nâ-cinslerle dolu roman mekânlarının topunun doğasını tahlile çalışmak, her bir sözcüğü, sözcük öbeklerini didik didik etmektir. Az biraz nesnel tahliller (ki nesnellik cesaret ister), şiarı “ahlaka hizmet” eden eserler kaleme almak olan Namık Kemal’in İntibah’ının, bugün dahi “ahlaksız, na-hoş” yorumlara sebebiyet verebileceğini, babanın ölümüyle açılan ve aslında babadan başka bir şey ol(a)mayan Mehpekyer’in ölümüyle kapanan bir roman olduğunu iddia eder.
“Hele babasının –bizim taraflarda örneği pek az görülen– inceliği ve şefkati, yaradılışında olan saflık ve nezakete o kadar güç vermişti ki, terbiyesine, davranışına bakanlar kendisini adeta bir melek sanırdı.
Fakat zavallı babası sağ oldukça ciğerparesi için daima büyük endişe içindeydi. Çünkü çocuk sarı benizli, çok sinirli, bununla birlikte kanı da oynak bir şey olarak gördüğü bilgece terbiyelerin, şefkatli davranışların etkisiyle doğanın sonuçlarından olan kızgınlığa üstün gelir gibi görünse de, o mizacın bir diğer sonucu olan düşkünlüğe tutsak olduğu hemen her halinden anlaşılırdı. Her neye merak salarsa bütün dünyayı unuturcasına bütün zamanının ona ayırırdı. Bir şey arzu ederse, gerçekleşmesinde engele rastlarsa amacı ne kadar küçük olursa olsun ele geçirmek için en büyük fedakârlıktan çekinmezdi. Hatta ufak bir emelinden umudunu kesince günlerce hastalanır, gecelerce gizli gizli ağlardı.
Babası ise dünyada hem en büyük olgunluk hem de en büyük eksikliğin nedeni olan bu ısrarcı yaradılışı çocuğun tabiatından çıkarmaya imkân görmediği için o eğilimleri daima öğrenim ve terbiye tarafına yönlendirerek oğluna bir yarar silahı edinmek isterdi.”
(…)
“Fakat bu âlem-i inkılâp kendi gibi sebatı sevenlerden olmadığından, çocuk yirmi yaşına girer girmez sebeb-i vücudu [varlık sebebi], mürebişi-i efkârı [fikirlerinin yol göstericisi] olan pederi ahirete intikal etmekle Ali Bey’in hâlinde birbirini müteakip enva-i tagayyür, enva-i belâyâ zuhur etmeye başladı.”
“Babası ise hayatının nedeniydi; kendisi için hayattan da mukaddes olmaktan başka her durumda öğretmeni, danışmanı ve arkadaşı, sadık dostu olduğundan, gönlünde ne kadar sevme kabiliyeti varsa hemen hepsini ona ayırmıştı. Çocuk, hiç aklında yokken vicdan ve kültürünün sahibi aziz varlığı babasını telafisi mümkün olmayacak şekilde ansızın yitirince hayatının lezzetini de kaybetti. Nedim-i ruhu olan kitaplarına bakar, nâ-cins ülfetine [cinsi bozukla arkadaşlığa] düşmüş kadar sıkılırdı.”
(…)
“Kendi bir taraftan mukarenet-i nâ-cins [cinsi bozuklara yakınlık] ve bir taraftan intizar belâlarıyla[beklemenin sıkıntılarıyla] bir ıstırab-ı can-güzar [can yakan bir ıstırap] içinde iken Mehpeyker’in arabası karşıdan görünmeye başladı.”
Namık Kemal’in Ali Bey’i, “nâ-cins”vari gerçeklerden kaçarken “nâ-cins”vari gerçeklere toslayan kahramanlara muazzam bir örnektir.
Baba-oğul aşkına dair “aşırı” bir yorumu aklının ucundan geçirmese, öngöremese de, Namık Kemal’in başkahramanına Mehpeyker adını vermesi, kuvvetle muhtemel bilinçli bir seçimdir. İntibah ile Namık Kemal’in üç ciltlik, tamamlayamadığı Osmanlı Tarihi arasında bir devamlılık ilişkisi varsaymak, güçlü bir hat çekmek pekâlâ mümkündür. Romandaki kişilerden pezevenk, aksanlı Hırvat ve “Suriye’nin en çok ahlakının bozukluğu ile anılan aşağılık insanlarından”, “hiçbir zaman kurtulamadığı frengi belasıyla çürümüş Frenk inciri gibi hem iri hem çentik” burunlu (Arap dünyası ile Frenklik arasındaki ilişkiye dikkat!), para babası Abdullah Efendi’si, Balkanlar ile Arap coğrafyası arasında sıkışıp kalmışlığın veya pusuda bekleyen ihanetin simgeleri olarak boy gösterirler. Namık Kemal, Mahpeyker Kösem Sultan’ı Osmanlı’nın düştüğü “son” durumdan, oğuldan babaya veraset geleneğinin bozulması, devletin (Halil İnalcık’ın deyimiyle) “yeniçeri cuntası”na teslim edilmesiyle başlayan gerileyişinden bu romanda belki de mesul tutar. Namık Kemal temsil/teşbih yazarıdır. İntibah’taki fahişe Mehpeyker aracılığıyla, erkeklerin işine burnunu sokan, erkekleşmeye kalkan, başına buyruk Valide Sultanların ne gibi felaketlere, musibetlere yol açacağını ve onları yazar zihninde bekleyen korkunç akıbetleri tek tek anlatmaya koyulur.
Romandaki Mehpeyker tam bir erkek gibidir, adeta isimsiz babanın (devletin) öldüğü yere otağını kurar. Ali Bey’in zaaflarından istifade eder, onu elleriyle soyar, tek kelimeyle/tek bir perde hareketiyle iğfal eder, bekâretini/oğlanlığını bozar, içkiye alıştırır. Sefaletine, düşkünlüğüne, yıkımına sebebiyet verir. Aşufte olarak tanımlar onu Namık Kemal. Asıl fahiş tavırlar içindeki, ortaya çıkaracak başka bir yüze sahip kişi Ali Bey’dir. Vesaire…
Netice olarak büyük eserler bünyelerindeki fazlalıkları, okurda sıra dışı istekler uyandıracaklarını, niyetlerinin çok çok ötesine taşacaklarını, taştıklarını genelde bilmezler.
İntibah’ı dönemindeki diğer eserlerden farklı kılan, 21. yüzyılın 19. yüzyıla bakışındaki bir “belki”de kıvranmasıdır; yazarının ufkundan kışkırtıcı okumalara doğru uzaklaşması, yazarını mezarında döndürecek denli, her türden “sapkın”, abartılı, spekülatif okumalara imkân tanıması, “belki” bilindik/öğrenildik manalarda modern olmaması ama okurdaki modernliği alabildiğine azdırmasıdır.
HAMİŞ: Namık Kemal çocukken 70 beyitlik bir kasideyi Abdülmecit’in ve Saray erkânının huzurunda ezberden okumak için seçilir… Ezberler şiiri ama çok heyecanlanır, utanır… Muallim Şakir Efendi, “Ne? Utanır mısın?” der Namık Kemal’e. “Karşındakilerin hepsi mezartaşı oğlum! Hepsi mezartaşı!” Birçok yazarın edebiyat yapmak için sahip olmayı dileyebileceği en muhteşem bahanelerden biridir hâlâ bu.
•
GİRİŞ RESMİ:
Soldan sağa: Şinasi (ayakta, eli cebinde), Namık Kemal (oturan), Ziya Paşa (oturan, Namık Kemal'e bakan), Recaizade Mahmud Ekrem (en sağda ayakta), Abdülhak Hâmid Tarhan (Ekrem'in yanında), Ebuzziya Tevfik (ortada ayakta.)
Kaynaklar:
Auerbach, Erich, Mimesis, çev.: Herdem Belen-Hüseyin Ertürk, İstanbul: İthaki, 2019.
Borges, J. L., Dantevari Denemeler-Shakespeare’in Belleği, çev. Peral Bayaz Charum, İstanbul: İletişim, 2016.
Hoffmann, E.T.A, Kedi Murr’un Dünya Görüşü, çev. M. Sami Türk, İstanbul: İletişim, 2018.
İnalcık, Halil, Devlet-i ‘Aliyye, Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-II, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2014.
Kuntay, Mithat Cemal, Namık Kemal-Devrinin İnsanları ve Olayları Arasında, İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım, 2019.
Namık Kemal, İntibah: Sergüzeşt-i Ali Bey, günümüz Türkçesine uyarlayan: Refik Durbaş, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2018.
Namık Kemal, İntibah, yayına hazırlayan: Selda Akyol, İstanbul: Özgür Yayınları, 2016.
Namık Kemal, Osmanlı Tarihi, bugünkü dile aktaranlar: Ulviye Ilgar–İhsan Ilgar, İstanbul: Hürriyet Yayınları, 1974.
Namık Kemal, Vatan yahut Silistre, günümüz Türkçesine uyarlayan: Refik Durbaş, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2018.
Özkırımlı, Atilla, Edebiyat İncelemeleri, Yazılar 1, İstanbul: Cem Yayınları, 1983.
Şahin, Seval ve Tevfika İkiz (haz.), Edebiyatın İzinde, Yeni/den Yeni, 19. Yüzyılı Yeniden Yazmak, İstanbul: Bağlam, 2020.
Uşaklıgil, Halit Ziya, Kırk Yıl, haz.: Nur Özmel Akın, İstanbul: Özgür, 2008.
Yalçın, Hüseyin Cahit, Edebiyat Anıları, haz.: Rauf Mutluay, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2002.