2017 Nobel Edebiyat Ödülü’nün Kazuo Ishiguro’ya verilmesi, ilk bakışta şaşırtıcıydı, ama biraz düşününce, roman sanatı için çok gerek duyduğumuz bir iman tazeleme tavrı olduğu anlaşılıyor
12 Ekim 2017 16:00
Saf edebiyata yeniden odaklandık. 2017 Nobel Ödülü’nün en önemli tarafı bu bence.
Güçlü duyguları sadelikle anlatan romanların hayatımızda hâlâ çok önemli bir yeri olduğunu hatırlamak bana iyi geldi.
Kazuo Ishiguro’nun romanları, güncel sorunlara değinmiyor, tersine, anlattığı hikâyelerin bizi yaşadığımız çağdan âdeta soyutlayan, uzaklaştıran bir bakışı var. Göstermek istediği varoluşsal düğümleri, bu uzaklaşma sayesinde, çok daha etkili şekilde sahneleyebiliyor bence. Zamanda uzaklaşma, içerikte odaklanmayı getiriyor. Telefoto lens tekniğiyle fotoğraf çeker gibi, uzaklaştıkça yakınlaşan, soyutladıkça somutlaştıran bir tekniği var.
Böylelikle her kitabında, çağdaş uygarlığın büyük rahatsızlıklarına çok derin bir psikolojik katmanda neşter atabilme olanağı söz konusu. Bence romancılığının asıl gücü buradan geliyor. Savaşı değil, savaşın ruhsal etkilerini anlatıyor; büyük küresel travmaları doğrudan hikâye etmek yerine, onlara psikolojik izlerini sürerek yaklaşıyor. Modern yaşamdaki varoluşsal kaybolmuşluğu çok güzel anlatan romanlar. İster göçe zorlanmak olsun, ister sınıfsal eşitsizlik, anlattığı sarsıntılar gündelik hayatın dokusuna nasıl işliyorsa, o şekilde ele alan minyatürcü bir tarzı var.
Nobel Ödülü açıklanınca Guardian gazetesinde çıkan başyazıda, ilginç bir saptama vardı. Ishiguro’nun romanlarında sayfadaki sözcükler, buzdağının ucu gibidir, çok daha fazla şey altta cereyan eder, diyordu. Aynı fikirdeyim. Yanıltıcı olacak kadar basit ve kolay okunur hikâyeleri bu denli sarsıcı duygusal güçle yazabilmesini ve kendisine çok bağlı bir okur kitlesi kazanabilmesini sanıyorum bu becerisine borçlu.
Duygularını bastıran, sır dolu kahramanlar, yüzeyde son derece gerçekçi, ölçülü anlatım, gayet sıkı örülmüş, yalın bir dil, romanlarının en çarpıcı ortak özellikleri. Bu sıkı teknikle, her romanın sonunda açıklanan sırrın etkisi çok daha büyük, kahramanın yaşamındaki trajedi bütün acısıyla sinir uçlarımıza değecek kadar sarsıcı.
Bazen, neredeyse kalıplaşmış bir formüle göre yazdığı söylenebilir, ama her seferinde bu kalıbı kıran şaşırtıcı incelikler söz konusu. 19’uncu yüzyıl gerçekçiliğiyle modernist deneyselliği bağdaştıran, kendine özgü bir damar yakaladığını düşünüyorum. Bu yeniliği çok alışılmış roman kalıplarına dökebilmesi tesadüf değil. East Anglia Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık dersi almış, Angela Carter ve Ray Bradbury gibi hocalarla romancılık çalışmış bir yazardan söz ediyoruz. İşin zanaat kısmına özen gösteren, klasik ölçüleri gözden kaçırmayan, yalın bir hikâye anlatıcısı. Bu zeminden orijinal ürünler çıkartabilmesi, günümüz romancılığında Ishiguro’yu benzersiz kılıyor.
İlk romanı Uzak Tepeler’de, atom bombasından sonra toparlanmaya çalışan bir Nagasaki görüyoruz. İkinci romanı, Değişen Dünyada Bir Sanatçı, 1930’ların militarist Japonyasında geçiyor. Üçüncü romanı Günden Kalanlar, gene faşizmin gölgesinde, bu sefer 1930’ların İngilteresini anlatıyor. Üç roman da, kahramanın kendi geçmişini hatırlaması üzerine kurgulanmış.
Bunların hiçbirisi doğrudan tarihsel romanlar değil. Faşizm yahut savaş, dekor gibi arka planda, siyasî mesaj vermek için yazılmamışlar. Bir yandan, ülke, yer ve zaman, tarihsel roman yazıyormuş kadar dikkatle seçilmiş, ama diğer yandan, anlatılan hikâye dönemin ayrıntılarına saplanmıyor, mercek kişisel hayatlara o kadar incelikle odaklanmış ki, hikâye ister istemez evrenselleşiyor.
Ishiguro’nun kendisi hakkında ilginç bir gözlemi var. Bu ilk üç romanda, aynı kitabı üç defa yazdım, diyor. 2008 yılında Paris Review dergisine verdiği söyleşide, aynı temayı farklı ortamlarda üç kere tekrar yazdığını, farklı noktalara odaklandığını ifade etmiş. Bunu kimse fark etmeden yapabildiğine şaşırdığını da tatlı bir alayla ekliyor.
Gerçekten de, geriye bakınca, Ishiguro’nun bu ilk üç romanı, tamamen ziyan edilmiş fırsatlar, yanlış yaşanmış hayatlar, düş kırıklıkları, hatalı seçimler, manevi yıkımlar üzerine kurulu. Yani bir bakıma, çoğumuzun hayatı. Buna karşın, anlatılan biricik kaderin manevi yüreği, geri dönülemezliği, kılcal damarları, benzersiz bir deneyimle yüzleştiriyor okuru.
Ishiguro’nun kendisiyle ilgili bir başka önemli gözlemi daha var. Yazarlığa başladığında, çevresindeki gerçekliği anlatmaya çalışarak bir yere varamadığını, hikâyelerini geçmiş zamana ve anavatanı Japonya’ya taşıdığı anda “bir kilit açılmış gibi” kendi sesini bulabildiğini söylüyor.
Yarattığı orijinal tarzın sırrı belki de burada. 1954’de Japonya’da doğmuş, beş yaşındayken ailesinin göç ettiği İngiltere’de büyümüş. Annesi, genç kızlığında Nagasaki’deki atom bombasından yaralı kurtulmuş, aile geçmişinde böylesine dramatik bir travma var. Eğitimi, kültürel seçenekleri, üniversite hayatı, dünyayla ilişkisi açısından tipik bir Batılı, ama aynı zamanda pek de öyle değil. Japonya, düşsel bir altyapı sağlıyor romancılığına. Bir katmanda kendinden uzaklaşmak, başka bir katmanda kendi özüne beklenmedik bir yakınlaşma getirmiş. Bu ilginç ruhsal sarmalı, bütün romanlarının kurgusunda görebiliyorsunuz.
İlk iki romandan sonra bir daha Japonya’da geçen roman yazmadığı hâlde, çocukluğun bu düşsel alt yapısını, her romanında görmek mümkün. Anlattığı her hikâyede gerçekliğin güvenilmez ve ikircikli bir boyutunun hissedilmesi, yeraltı suları gibi tekinsiz ve biraz esrarengiz bir sızıntının duyulması, bence tamamen bu kültürel ikilemden kaynaklanıyor.
Ama Ishiguro bunu son derece abartısız, dikkatle kullanan, ön plana çıkartmayan bir yazar. Yüzeydeki gerçekçi yazı stiline incelikle yerleştirdiği bir katman söz konusu. Sanıyorum bu katman için, alışılmış “gerçeküstü” tanımı yerine, “gerçekaltı” diye yeni bir terim icat etmemiz gerekiyor.
Bu açıdan onu bir başka yabancı kökenli İngiliz yazara, Joseph Conrad’a çok benzetiyorum.
Ne tam yerli, ne büsbütün yabancı bir kimlik ve perspektif; hem içeriden hem dışarıdan bakabilen bir göz; ana dilinde yazmıyor ama İngilizce tam olarak ikinci dili de sayılmaz; bu dil ve kültür mesafesini o da tıpkı Conrad gibi avantaja çevirebilen, özenli bir stil geliştirebilmiş. İngiliz edebiyatında başkalık yaratabilen bir duyarlılığa sahip.
Günden Kalanlar romanında yarattığı uşak karakteriyle, İngiliz kültürünün neredeyse karikatürleşmiş bir sosyal tipine yeniden hayat verebilmesini bu farklılığa borçlu. Saf İngiliz bir yazarın yapamayacağı nesnellikte, taze bir bakış yaratabilmiş.
Bu bakışı nihayet üçüncü romanında ilk defa İngiltere’ye çevirebilmesini, aynı söyleşide, “Anlatmak istediğim meselenin yer değiştirebileceğini fark ettim” diye açıklıyor. Sesini buluşunu, bu sesi çeşitlendirmesini, kullandığı roman tekniklerini, söyleşilerinde de tıpkı romanlarında olduğu gibi yanıltıcı basitlikte ve açık yüreklilikle dile getirebilen birisi.
Ishiguro’nun bir başka önemli özelliği, onu şöhrete ulaştıran çok başarılı üçüncü romanından sonra, yazarlık sesini görünürde yeniden icat etmesi. Daha doğrusu, romanlarını kurduğu yer ve zaman anlayışını, kendini yeniden icat ettiğini düşündürtecek kadar radikal şekilde değiştirmesi.
Dördüncü romanı Avunamayanlar ile öylesine beklenmedik bir sahne kurdu ki, beklentiler sarsıldı ve edebiyat çevresi şaşırdı. 20’nci yüzyılın artık herkes tarafından ezberlenmiş sınıfsal ve toplumsal şifrelerini geride bırakıp, yüzeyde modern ve aşina, ama gerçekte yer ve zaman koordinatları tanımlanamaz bir dünyaya götürdü okurlarını.
Edebiyat çevreleri için tam bir sürpriz oldu bu çıkışı. Ben okur olarak pek yadırgamadım, hatta Ishiguro’ya asıl ilk üç romanından sonra girdiği bu yeni yolda bağlanmaya başladığımı söyleyebilirim. Üstelik, bunun ilk anda sanıldığı kadar farklı bir yöneliş olmadığını da seziyordum, çünkü konu ve kurgu çok farklı olmakla birlikte, yazarın temel kaygıları değişmemişti, sadece bir kez daha “yer değiştirme” söz konusuydu.
Nitekim, sonraki bütün romanlarında, bukalemun gibi çok değişik ortamlara aynı romancılık kimliğini rahatça yerleştirebilmesi, giderek daha da şaşırtıcı hâle gelecekti.
Bence Ishiguro, baştan beri aynı romanı yazıyor. Hâlâ hayatımızdaki kayıplarla, kaybettiklerimizle ilgili hikâyeler anlatıyor, kayıp duygusunu çok güzel yazabilen bir romancı. Ortam değişse de, temel bakış değişmiyor. Ama son romanlarında ortamı o kadar kökten değiştirdi ki, dünya onu her romanda kendini yeniden icat eden, aynı romanı bir daha yazmayan, sürekli yenilenen bir romancı olarak görmeye başladı. Çağdaş kültür dünyasında alışkanlıkları ve beklentileri sarsmanın etkileri üzerine öğretici bir yanı var bu hikâyenin.
Avunamayanlar’da tanımsız bir modern zaman, tekinsiz bir Orta Avrupa; Beni Asla Bırakma’da güya 90’lar İngilteresi, ama aslında tanımsız bir gelecek, bir bilim-kurgu çağı; Gömülü Dev’de fantastik janra uzanan, sislerle kaplı bir tarih öncesi İngiltere. Öksüzlüğümüz’de, distopya denecek kadar düşsel bir II. Dünya Savaşı –rahatlıkla bilim-kurgu da olabilirdi. Ishiguro, gençliğinde öğrendiği ve “yer değiştirme” dediği sihirbazlık numarasını, romancılığının olgunlaşma çağında daha da ilerletti bana kalırsa, hepsi bu.
Paris Review söyleşisinde, dördüncü romanını yazmadan önce, eşiyle sohbet ederken, sadece İngiliz okura değil, bütün dünyaya, uluslararası okur kitlesine nasıl seslenebileceğini tartıştıklarını söylüyor. Eşi, dünyada en evrensel olan şey rüyalarımız değil mi, diye soruyor, Ishiguro’nun zihninde bir kıvılcım çakıyor ve romanını düşlerin mantığına göre kurgulamaya karar veriyor.
Avunamayanlar, dünyaca isim yapmış bir piyanistin resital vermek üzere geldiği esrarengiz bir şehirde cereyan ediyor. Orta Avrupa kokusu alıyoruz. Thomas Mann’ı, Robert Musil’i, daha da önemlisi Kafka’yı çağrıştıran distopik bir dünyadayız.
Roman bitiyor, ama söz konusu resital bir türlü gerçekleşmiyor. Her adımda, başka bir kapı açılıp, başka bir koridor çıkıyor karşımıza. Maurits Escher’in çapraşık merdivenlerindeyiz. Saplantılı düşlerimizde sürekli tekrar eden, ruhsal yıkıntılarımızı temsil eden labirent benzeri korkunç binalar gibi, karmaşık dolambaçlarda kahramanımız Ryder bir türlü elle tutulur gerçekliğe ulaşamıyor. Eski sevgilisi, oğlu olduğunu anladığı çocuk, onu kucaklamıyorlar.
Bir kez daha, mutluluk fırsatını kaçırmış, hayatını ziyan etmiş bir adamın hikâyesini izliyoruz. Ama, yazarın ilk romanındaki kadın kahramanın, Etsuko’nun söylediği gibi – biz insanlar bedenimizdeki bir yaraya nasıl alışabiliyorsak, en korkunç acılara, en büyük kayıplara da alışabiliyoruz. Ryder mutsuz değil. Belki kayıplarının farkında değil, belki kendini korumak için büyütmemeye çalışıyor. Roman, gene çok gecikmiş ama bu sefer gerçekleşen, garip ama keyifli bir kahvaltıyla sona eriyor. Bir an için hayat yeniden normalleşiyor. Her romanında mutlaka karşılaştığımız, tipik bir Ishiguro sahnesi.
Ishiguro’nun hep aynı yazar olarak kalırken, sürekli kılıktan kılığa girmesi, sürekli janr değiştirmesi, bazı okurların ve eleştirmenlerin sinirlenmesine de yol açtı elbette. Son romanı Gömülü Dev, İngiltere’nin mitolojik geçmişinde, Kral Arthur döneminde, hâlâ ejderhaların olduğu bir dekorla karşımıza çıkınca, Tolkien ve Yüzüklerin Efendisi, George R. Martin ve Game of Thrones benzetmeleri yapıldı. Romancı, adeta ciddiye alınmama tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Üstelik, toplumsal Alzheimer yaşanıyormuş gibi, anlatılan mitolojik uygarlığın bir toplu unutma sisi altında kalışı, adam akıllı yadırgandı. Halbuki Ishiguro, daha ilk kitabından itibaren, bütün romanlarını hatırlamak ve unutmak üzerine yazıyordu.
Bir söyleşide “fantastik yüzeyi umarım romanın özünü gözden saklamaz” diye bir laf edince, bilim-kurgu ve fantastik yazın ustası Ursula K. Le Guin, çok sert tepki vermiş, bunu yeni öğreniyorum. Bütün edebiyat kavgaları gibi, bana sonuçta boş bir tartışma gibi geldi.
Le Guin, Ishiguro’yu “janr züppeliği” yapmakla, yani fantastik janrı küçümsemekle suçlayınca, Ishiguro açıklama yapmak zorunda kaldı, fantastik janra büyük saygısı olduğunu söyledi. Halbuki bu tartışmada asıl züppeliği yapan Le Guin’di bence.
Beni Asla Bırakma romanı, organ nakli için klonlanmış insanların trajedisini, Gömülü Dev, insanlığı belleksiz kılan bir lanetin bozulmasını anlatıyor olabilir, ama yüzeydeki bu kurgunun altında, her iki roman da sevgi ve ölümlülük üzerine çok dokunaklı birer modern masal bence.
Ishiguro, bütün kitaplarını keyifle okuduğum ve bir sonraki kitabını hep merakla beklediğim bir romancı. 2017 Nobel Ödülü, bu açıdan bence iyi roman okuruna da verilmiş bir ödül sayılabilir. Edebiyatın özüne bir dönüş olarak görüyorum bu ödülü. Yazarın bütün romanlarını, varoluşsal açıdan çok dokunaklı buluyorum. Merhamet, duygudaşlık ve empati açısından çok zengin romanlar olduğunu düşünüyorum. Hikâye anlatıcısı olarak belki bazen fazla kuru kaçabilen ama sağlam bir tekniği var.
Japonya ve Britanya kültürlerini ideal ölçülerde birleştiren bir sentez yaratmak için deneysel bir insan klonlamayı başarsak, Ishiguro’dan daha ideal bir örnek bulamazdık diye düşünüyorum.
Japonya’yı ziyaret ettiğim zaman, İngiltere’yle benzerliği beni daha ilk anda çarpmıştı. Her iki ülkenin köklü edebiyat geleneğine bakmak yeterli. Dünyanın iki ucundaki bu iki ada uygarlığı, gerçekten de tarihsel serüven ve kültürel gelenekler açısından, ne kadar farklıysak o kadar aynıyız dedirten bir sentezin simetrik kutupları.
Kazuo Ishiguro’nun temelde hep aynı romanı yazarak, roman sanatını yeni yerlere götürmesi, gerçekliğe taze bir ışık tutabilmesi, bu garip simetrinin bir ürünü diye düşünüyorum. Bir yandan da, ona verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü, roman sanatının temel değerlerine bir geri dönüş olarak görüyorum.
2014 yılında Patrick Modiano ödülü aldığı zaman, yeni bir melankoli çağına girdiğimizi en iyi bu ödül hatırlattı diye yazmıştım. Modiano da, sürekli aynı romanı yazıyor gibi görünen, ama her seferinde beklenmedik şekilde çeşitlendiren bir yazar. Hatırlamayı, unutmayı, kayıplarımızı, aynı dokunaklı ve tekinsiz bakışla sergiliyor. İkinci Dünya Savaşı ve Alman işgali, onun yazarlığında, tıpkı Ishiguro için Japonya’nın izi gibi, asla kapanmayacak yaralara insancıl bir tanıklık arayışının ürünleri. Ishiguro’nun melankolisi de, yaşadığımız çağın önemli bir sanatsal tanıklığı.
Bu yılki Nobel ödülüne tepkiler arasında, İngiliz yazar Will Self’in açıklaması dikkatimi çekti. “Bu ödül roman sanatına kültürümüzde bir zamanlar sahip olduğu merkezi konumu yeniden kazandırmaya yetecek mi şüpheliyim.”
Kötümser bir bakış, üzeri örtülü bir küçümseme sanki. Ben kesinlikle aynı fikirde değilim.
Roman sanatının dünya kültüründe hâlâ önemli bir konumu olduğunu düşünüyorum ve Ishiguro’nun bu konuma katkısının büyük olduğu kanısındayım.
Günümüzde roman, 19’uncu yüzyıl’daki kadar merkezi konumda olmayabilir, kültür tarihinde bunun bir daha tekrar edebilecek bir olgu olduğuna ben de inanmıyorum, ama roman sanatı bence bugün de hâlâ önemli bir yerde.
Çoğunlukla tek başımıza, yalnızken okusak bile, romanın kolektif bir arınma sanatı olduğunu düşünüyorum. Eski Yunan’da trajedilerin, Shakespeare’in döneminde tiyatronun üstlendiği işlevi romanın bugün belki daha geri planda ama aynı güçle sürdürdüğü kanısındayım. Elbette, günümüzün en büyük kolektif duygulanma arenası olan popüler müzikle boy ölçüşemez. Sinemanın yaygınlığına da ulaşmayabilir, ama sinema da çoğunlukla anlatıya dayalı olduğu için romanla el ele giden bir konumu var diyebiliriz.
Asıl önemli olan, roman sanatının bize sağladığı bireysel özgürlük ve duygulanma alanını, kolektif bir tartışma ortamına taşıyabilir olmamız. Şu anda olduğumuzdan daha iyi insanlar olabileceğimiz duygusunu, müzikteki gibi topluluk içinde erimeden yaşatabildiği için roman hâlâ önemli. Günümüzde çağdaş görsel sanatla eşit bir konuma geldiği söylenebilir.
Çağdaş sanatta nasıl bazı büyük toplu sergilerin küratörleri, bize yaşadığımız zamanı değerlendirmeye yönelik ipuçları sağlıyorsa, İsveç Akademisi’nin edebiyat komitesi de, günümüz kültüründe benzer bir pusula işlevi görüyor.
Nobel Ödülü bazen güncel ideolojik ve politik çatışmalara yönelik mesaj veriyor, bazen ana yoldan çıkarak, aykırı kişiliklere yahut yeterince merkeze taşınmamış değerlere ışık tutuyor, bazen de bu yıl olduğu gibi edebiyatın ana damarına, roman sanatının temel değerlerine selam gönderiyor.
2017 Nobel Edebiyat Ödülü’nün Kazuo Ishiguro’ya verilmesi, ilk bakışta şaşırtıcıydı, ama biraz düşününce, roman sanatı için çok gerek duyduğumuz bir iman tazeleme tavrı olduğu anlaşılıyor.