"Burada Kafkas Tebeşir Dairesi’ndeki sorunu yeniden hatırlayabiliriz: Çocuğun anası onu doğuran mıdır, emek verip büyüten mi? Memet Fuat, Nâzım’ın biyolojik oğlu değildi ama emek verip büyüttüğü oğluydu."
28 Eylül 2021 14:49
Sibel Oral’ın Doğan Kitap'tan çıkan “İşitiyor musun Memet?” adlı kitabını heyecanla okudum.
Hayatı boyunca aile ve dar bir arkadaş topluluğu dışında pek kimseyle ilişki kurmadan kapalı bir hayat süren Nâzım Hikmet’in Münevver Andaç’tan doğma oğlu Mehmet üstüne kapsamlı bir çalışma. Bilmediğimiz pek çok ayrıntı, olay, kişilik özelliklerini belirtmesiyle zengin bir kitap. Mehmet’in derin darbelerle dolu yetişme yıllarından sonra kendine özgü, renkli bir kişilik olarak hayatını sürdürmesi, arkadaş çevresinde sevilen, üzerine titrenen biri olması…
Hepsi iyi hoş; yaşanan acılara üzülerek, sevinçlere sevinerek, zaman zaman yazarın kendi dünyasını ortaya koyduğu sayfaları da paylaşarak okudum her satırı.
Her şey iyi güzel giderken 248. sayfada Jak Şalom’un şu cümleleriyle karşılaştım:
“Türkiye’de Nâzım’ı herkes yayınlar, beş kuruş para vermezlerdi. Sonra Gündüz vasıtasıyla anlaşma yapıldı da düzene girdi ve Türkiye’den de para almaya başladılar.”
O kadar çok kişiye ve kuruma haksızlık içeren bir cümle ki, bilgim ölçüsünde düzeltmeye çalışayım.
Nâzım Hikmet 1938’den 1965’e kadar yasaklıydı, hiçbir kitabı yayımlanmadı ülkemizde.
İlkin 1965’te Yön dergisi en zararsız olarak düşündükleri Kuvâyı Milliye’den bir şiir yayımlayarak yasağı deldi. Derginin kültür sayfasını Memet Fuat yönetiyordu. Şiire resmî makamlardan tepki gelmeyince Nâzım yayınları peş peşe geldi. Herkes ne bulduysa yayımlıyordu. Bir sahibi yoktu Nâzım kitaplarının.
Aynı yıl Sovyetler Birliği’ni ziyaret eden Aziz Nesin Moskova’ya gittiğinde, Yazarlar Birliği Başkanı Konstantin Simonov önüne Nâzım’a ait üç ayrı vasiyetname koyar ve “Hangisini kabul edelim, ne dersin?” diye sorar. Son vasiyet Vera ile evlendikten sonra yapılmıştır ve mirasını Vera’ya bırakmaktadır. Aziz Nesin, Nâzım Hikmet’in son eşi Vera Tulyakova’nın işi ve sosyalist bir ülkede yaşadığı için sosyal güvencesi olduğunu düşünerek daha eski tarihli, kalıtının %75’ini oğlu Mehmet Hikmet’e, %25’ini ise üyesi ve yöneticisi olduğu Türkiye Komünist Partisi’ne bıraktığı vasiyetin kabul edilmesinin doğru olacağını söyler ve o vasiyet kabul edilir.
(Buradaki gariplik de dikkat çekici: Sosyalist bir ülkede bir yazarın mirası konusunda mahkemeler değil de yazarlar birliği, daha da ötesinde Aziz Nesin karar veriyor).
Türkiye’de kitaplar basılmaya başlandıktan kısa süre sonra toplatılmaya, birçok yayıncı hapis cezalarına çarptırılmaya başladı. Bunlardan biri de Ankara’da Seçilmiş Hikâyeler dergisi ve Dost Yayınları’nın sorumlu yönetmeni, ünlü öykücümüz Nezihe Meriç’ti. Eşinin 7,5 yıl hapis cezasını çekmesini istemeyen Salim Şengil onu Ankara’dan kaçırmış, 1974 yılında af yasası çıkıp cezası düşene dek kaçak yaşamak zorunda kalmışlardı.
Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim romanını Bulgaristan baskısından alıp yayımlayan Habora Yayınevi’nin sahibi Bülent Habora 7,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı, ve daha niceleri...
Bu yıllardaki Nâzım yayınlarının en önemlisi Memet Fuat’ın de Yayınevi’nde bastığı kitaplardı. Çünkü bu kitaplar Nâzım Hikmet tarafından cezaevlerinde kitap biçiminde düzenlenmiş olarak eşi Piraye’ye gönderilmiş, Piraye tarafından yıllar boyu özenle korunmuştu. Dört Hapishaneden, Memleketimden İnsan Manzaraları, Saat 21-22 Şiirleri, Rubailer, Ferhad ile Şirin, Sabahat gibi temel kitaplar böyle yayımlanmıştı. Hele Memleketimden İnsan Manzaraları... Nâzım yurtdışına kaçmak zorunda kalınca kimin elinde ne varsa herkes polis baskını korkusuyla elindeki kopyaları yok etmiş, bir tek Piraye’deki kopya kalmıştı. Memet Fuat kitabı yayına hazırlarken ceza hukukçusu Prof. Dr. Çetin Özek’e kitabı okutarak komünizmi övme suçunun bulunduğu bölümleri çıkarmıştı.
Nâzım’ın bütün eserleri Bulgaristan’da Türkçe olarak basılırken, Memleketimden İnsan Manzaraları, Memet Fuat’ın bastığı biçimiyle alındığından, komünist bir ülkede komünizmi öven bölümleri çıkarılmış olarak yayımlanmıştı.
12 Mart 1971 askerî yönetim döneminde Nâzım yine yasaklıydı.
Bu dönemin sonunda Münevver Andaç’ın oğlu Mehmet, Nâzım Hikmet’in yasal kalıtçısı olduğuna dair girişimlerde bulundu. Türkiye İşçi Partisi üyesi, Behice Boran’ın yakın arkadaşı, Münevver Hanım’ın da tanıyıp güvendiği avukat Necla Fertan bu iş için görevlendirildi. Açılan dava sonucu Mehmet Hikmet’in Nâzım Hikmet’in yasal kalıtçısı olduğu, ozanın kız kardeşi Samiye Yaltırım’ın tanıklığıyla 1978/998 Esas, 19.07.1978 gün ve 1978/1264 karar no ile Türk mahkemelerince hükme bağlandı.
Bu olayla birlikte yayıncıların karşısında artık sözleşme yapabilecekleri bir muhatap vardı.
İlk sözleşmeyi Cem Yayınevi’nin sahibi Oğuz Akkan, Mehmet Hikmet vekili avukat Necla Fertan’la yaparak Nâzım Hikmet’in Bütün Şiirleri’ni basmaya girişti. İlk iki cildi Asım Bezirci ile Şerif Hulusi birlikte hazırladılar. Ancak bu kitaplar hemen toplatılıp yasaklandı. Şerif Hulusi’nin de ölümüyle dizi Asım Bezirci tarafından Tüm Şiirleri adıyla 8 cilt olarak yayımlandı. Asım Bezirci’nin her kitabın sonuna eklediği ve her şiirin yurtiçi ve yurtdışındaki farklı basımlardaki ayrılıklarını gösteren notları bu diziye özel bir önem kazandırdı. Asım Bezirci bu yayınlar için %15 Mehmet Hikmet’e, %2 de kendisine telif hakkı ödendiğini söylemişti o günlerde.
12 Eylül 1980 darbesiyle Nâzım bir kez daha yasaklandı. 1987’ye dek yayımlanamadı. 1987’de Adam Yayınları yöneticileri Nazar Büyüm ile İnci Asena, Mehmet Hikmet vekili avukat Necla Fertan’la yeni bir sözleşme yaparak Nâzım Hikmet’in yayın haklarını satın aldılar. Memet Fuat zaten Adam Yayınları’nda Türk edebiyatı editörü olarak çalışıyordu. Ben de onun yardımcısıydım ve aynı odada çalışıyorduk. Önceki basımı hazırlayan Asım Bezirci de çalışmaya davet edildi. 1990’a dek dört yıl içinde Nâzım Hikmet’in Toplu Eserleri başlığı altında toplanan şiirleri yayımlandı, yanı sıra çeviri şiirler, oyunlar, öyküler, romanlar, yazılar ve mektuplarla birlikte, bugün de Yapı Kredi Yayınları’nca basımı sürdürülen 28 cilt ortaya çıktı. Asım Bezirci bu dört yıl boyunca çalışmasının karşılığı olarak Adam Yayınları’ndan maaş aldı. Memet Fuat zaten yayınevinde çalıştığı için ayrıca bir para almadı. Yalnızca yayın hakları kendisine ait olan Nâzım ile Piraye ve Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar kitaplarının telif haklarını aldı. Basılan her Nâzım kitabının telifi de kuruşu kuruşuna avukat Necla Fertan eliyle Mehmet Hikmet’e ödendi. Mehmet Hikmet Normandiya’daki evini bu dönemde aldı.
Dolayısıyla Nâzım Hikmet yayımladığı için kimse Mehmet Hikmet’in hakkına el koymuş değildir. Hatta kendi haklarından vazgeçmişlerdir. Nâzım öldüğünde yasal eşi Vera Tulyakova’ydı. Nâzım Hikmet, Vera ile evlendikten sonra yazdığı son vasiyetinde de kalıtını eşi Vera ile oğlu Memet arasında paylaşılmasını vasiyet etmişti. Yasalarımıza göre ölüm durumunda yasal eş kalıtın en az %25’ini alır. Vera da Türkiye’de miras davası açsa rahatlıkla Nâzım’ın teliflerinin yüzde yirmi beşini alabilirdi ama yapmadı.
Nâzım, Piraye’den ayrılmaya karar verdiğinde ona yazdığı mektupta, “Ömrümün en güzel senelerini, en iyi eserlerini sana borçluyum. Onlar manen ve maddeten senindir” der. Piraye de elinde bu belgeyle mahkemeye başvurup hakkının verilmesini isteyebilirdi ama yapmadı.
Dahası, Mehmet bütün telif hakkını tek başına alırken Nâzım’ın resmî vasiyetinde gelirinin % 25’ini bıraktığı Türkiye Komünist Partisi türlü nedenlerle beş kuruş bile alamadı.
Jak Şalom beni güldüren bir cümle daha söylemiş: “Nâzım’ın şiirleri önemli ama karşısında iki kişinin mutsuzluğu da var.”
İlahi Jak! Sanki Nâzım’ın hayatında yalnızca bu iki kişi olmuş gibi… Keşke öyle olsaydı ama bak, kitap falan karıştırmadan, aklıma geldiği gibi, Nâzım’ı yalnızca tanıdıkları ve sevdikleri için hayatı kayanlardan kimilerini şurada sıralayıvereyim:
Yelena Yurçenko (Lena) adını duydun mu hiç? Nâzım Hikmet 1926’da Moskova’da evlendi onunla. Diş hekimiydi. Nâzım İstanbul’a, ailesine yazdığı mektuplarda hep ondan söz etti. Bu mektuplar bugün Nâzım Hikmet Vakfı’nın arşivinde korunuyor. İstanbul’a birlikte döneceklerini yazdı ama Nâzım ondan ayrı döndü. Lena bir türlü gelmeyen Türkiye vizesini beklerken Odesa’da tifüse yakalanıp öldü. Nâzım’ın hayatının son döneminde yazdığı “yeryüzüne yaymışım ölülerimi / kimi Odesa’da” dediği ölü işte o Lena’dır.
Piraye ile 1930’da tanıştılar. Birbirlerine âşık oldular, evlendiler. Nâzım önce 1932-33’te bir buçuk yıl, sonra da 1938’den 1950’ye 12 yıl hapis yattı. Piraye onu bekledi. Hapisten çıkacağı sırada Münevver’e âşık olup Piraye’den ayrıldı.
Ayrıldıklarında Piraye 44 yaşındaydı. 89 yaşına dek süren hayatı boyunca aile çevresi dışında bir daha kimseyle görüşmedi ve evlenmedi.
Bu olayı hazmedemeyen, Nâzım’ın Piraye’ye yazdığı dünyanın en güzel aşk şiirlerinin yalan olamayacağını düşünen Rasih Güran, yıllarca içinde tartıştığı bu çelişkiden kendini kurtaramayarak intihar etti.
Kemal Tahir yalnızca Nâzım Hikmet’in arkadaşı olduğu için 12 yıl hapis yattı.
A. Kadir, Nâzım okuduğu için ordudan atıldı, hayatı hapislerle, sürgünlerle geçti.
Ayrı bir araştırma konusu, hatta koca bir kitap olur Nâzım’ı sevenlerin nasıl hayatlarının kaydığı.
Vera 33 yaşında dul kaldı, bir daha kimseyle evlenmedi.
Bunların yanında, Nâzım şiiri okuduğu için, Nâzım’ın kitaplarını bulundurduğu için işinden, mesleğinden, okulundan atılan, hayatı kaydırılan binlerce insanı da unutmamak gerek.
Bu insanların hiçbirinden “Nâzım bize kötülük etti, hayatımızı kararttı” gibi bir yakınma duyulmadı; tersine, hepsi hayatlarının bir bölümünde olsun Nâzım’ı tanıma şansı buldukları için onurla taşıdılar o günlerin mutluluğunu.
Ardından da 252. sayfada Gündüz Vassaf’ın Memet Fuat’a ilişkin şu sözleri:
“Nâzım Hikmet’in oğlu gibi kendini gösteren, öyle diyenlere de ‘Hayır, ben oğlu değilim’ demeyen birisi var. Her ne kadar annesiyle evli olsa da, Nâzım Hikmet ona ‘oğlum’ dese de, biyolojik oğluymuş gibi tanınmaya pek de karşı çıkmamış.”
İler tutar yanı olmayan bu görüşlere diyecek söz bulamıyorum ama madem söylenip yazılmış, cevabı da verilmeli.
Memet Fuat’ın Nâzım’ın oğlu olduğu yakıştırması Memet Fuat’ın kendini öyle göstermesinden değil, Nâzım’ın kitap olarak da yayımlanan mektuplarında ona, “Oğlum, Canım Evladım, Memedim” diye seslenmesindendir. Memet Fuat kendini Nâzım’ın oğlu gibi göstermemiş, Nâzım, Memet Fuat’ı kendi oğlu olarak benimsemiş, ona babalık etmiştir.
Dahası, Memet Fuat, Nâzım’ı dört yaşında tanımış, aile beraberlikleri 24 yaşına dek sürmüştür. Memet Fuat’ın çocukluğu, ergenliği, delikanlılığı, edebiyata yönelmesi Nâzım’ın kolları, kanatları altında gerçekleşmiştir.
Burada Kafkas Tebeşir Dairesi’ndeki sorunu yeniden hatırlayabiliriz: Çocuğun anası onu doğuran mıdır, emek verip büyüten mi? Memet Fuat, Nâzım’ın biyolojik oğlu değildi ama emek verip büyüttüğü oğluydu.
Hep anlattığı bir olay vardır, Nâzım’a ilk sevgisinin nasıl doğduğunu gösteren.
Birlikte yaşamaya başladıkları ilk günlerde Piraye Hanım arada bir kendisini iki çocuğuyla yüzüstü terk edip giden ilk eşi Vedat Örfi Bey’den yakınırmış. Nâzım bir gün bu yakınmaları dinledikten sonra, çocukların yanında, “Ben bu evde artık Vedat Örfi Bey hakkında kötü bir söz duymak istemiyorum. O dünyanın en kötü insanı da olsa bana aslan gibi iki evlat verdi, bu yüzden onun aleyhinde konuşulmasını istemiyorum” demiş.
Dört yaşındaki Memet Fuat’ın Nâzım sevgisi işte o an başlamış. Sonra bu sevgi annesiyle birlikte Nâzım’ın ardından ev tutup Çankırı’da yaşamaya, çocuk yaşta Bursa Cezaevi’nin görüş yerlerini tanımaya kadar gitti.
Bu yakıştırmanın bir başka nedeni de Memet Fuat’ın Nâzım’a fizik olarak benzerliğidir. Memet Fuat’ı tanımış herkes ister istemez “Nâzım’a ne kadar benziyor!” diye düşünürdü. Onun gibi uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, yapılı, ilk görüşte âşık olunacak güzellikte bir insandı.
Aramızda kimi zaman şakalaştığımız olurdu.
“Belki de gerçekten Nâzım’ın oğlusunuzdur” dediğimde, “Tarihler tutmuyor. Ben doğduğumda annemle Nâzım henüz tanışmamışlar” derdi.
Anlaşılan Gündüz Vassaf, Mehmet Hikmet’in arkadaşı olmakla Nâzım Hikmet üstüne söz söyleyebilecek biri olduğunu düşünüyor ama Nâzım’ın ne şiirinden ne hayatından ne de düşüncelerinden hiç haberi olmadığı belli oluyor.
Kendisine Memet Fuat’ın Nâzım Hikmet kitabını dikkatlice okumasını öneririm. Sonra Edward-Saime Timms’in Romantik Komünist kitabındaki Yevtuşenko’nun önsözünü de… Nâzım’ın dünyanın dört bir köşesine sinmiş bir evrensel değer olduğunu belki biraz anlar.
Gündüz Vassaf, Memet Fuat’a ilişkin görüşlerini aktarırken onun “hırsız” olduğu imasını da yapıyor:
“Tek başına Nâzım Hikmet benden sorulur havası taşımasaydı (...) Münevver Hanım, ‘Tamam buradan telif de alınıyorsa al kardeşim, yarısı da senin olsun’ (...) derdi.”
Ne kadar boş, bilgisizce, görgüsüzce sözler!
Memet Fuat hayatı boyunca yaptığı hiçbir şeyi bir gelir bekleyerek yapmadı ki...
Yıllar boyu üniforma gibi üzerinde aynı ceket ve pantolonla dolaştı. Bir geliri olsaydı onu da sadece Türk edebiyatı için harcardı.
Onun Nâzım Hikmet kitaplarını yayıma hazırlarken tek bir amacı vardı. Şiirlerin yanlışsız olarak basılıp gelecek kuşaklara aktarılması. Çünkü Bulgaristan baskısı da dahil pek çok basım feci hatalarla doluydu.
Bunun için henüz bilgisayarın yayıncılık alanında kullanılmaya başlanmadığı ’80’li yıllarda, pikaj kartonları üzerinde, Nâzım üç noktayı 2 mm arayla koymuşsa, elinde cetvel, aynı aralık ölçülerini koruyarak o kitapların sayfalarını hazırladı. Adam Yayınları basımında Nâzım en yanlışsız biçimine ulaştı. Bugün basılan Yapı Kredi Yayınları basımı da aynen Adam Yayınları basımındaki biçimi korudu ve basılmadan önce son biçimini de yine Memet Fuat’a onaylattı.
Memet Fuat’ın gelecek kuşak yayıncılardan tek bir isteği vardı:
“Nâzım Hikmet’in yayın hakları 2033’te sona erecek ve herkes tarafından basılabilecek. Ben onu son biçimine getirdim. Basacak olan herkes benim hazırladığım biçimini kopyalayıp bassın ki, Nâzım kuşaktan kuşağa yanlışsız olarak ulaşabilsin.”
Memet Fuat’ın bu hizmeti yalnızca Nâzım Hikmet’le sınırlı değildi, Orhan Veli’nin şiirleri de ilk kez 1987’de Adam Yayınları’nda yanlışsız bir basıma kavuştu.
Oktay Rifat’tan Melih Cevdet’e, Edip Cansever’den Metin Eloğlu’na, İlhan Berk’ten Ülkü Tamer’e, çağdaşı bütün şairler kitaplarını onun basıma hazırlamasını isterlerdi. Bilirlerdi ki, Memet Fuat en az onlar kadar şiirlerin sahibidir.
İlhan Berk’in Memet Fuat’a yazdığı mektuplardan oluşan kitabın adının Elin Üstünde Gezsin (Yapı Kredi Yayınları) olması boşuna değildir. Şairler şiirleri üstünde Memet Fuat’ın elinin gezmesini isterlerdi.
Kitapta Sibel Oral’ın “bir yazar ve Nâzım’ı çok iyi bilen dostum” diyerek ismini açıklamadan görüşlerine yer verdiği biri daha var. O da şunları söylüyor:
“Memet Fuat ile Nâzım’ın ‘dışarıdaki’ ilişkisi sadece 2 yıldır. 1936-38 yılları.”
“Nâzım’la M. Fuat ilişkisi sadece mektuplarla, o da Münevver’in kendisini terk ettiğini düşündüğü 1949 yılında, Piraye’yi geri döndürmek çabası esnasında yazdığı mektuplarla sınırlıdır.”
Bu “çok iyi bilen” dostumuzun Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar’ı bile okumadığı belli oluyor. Nâzım 1943-1950 arası Memet Fuat’a 53 mektup yazıyor.
1943’te Memet Fuat 17 yaşındayken başlayıp sürüyor yazdıkları:
“Kütüphanende ümitsiz kitaplara misal çok var: Dostoyevski’nin romanları, Poe’nun hikâyeleri… Zırva kitapların misali ise Akagündüz’ünkiler.
Gogol sağlam kitap yazar, oku; Şolohov mükemmeldir, oku; Balzac’ı, Zola’yı mutlaka oku. Hele André Malraux’nun İnsanlığın Hali diye bir romanı vardır, mutlaka oku. Ha bak, Dickens da bütün dehasına rağmen zaman zaman yalancılığa kaçar.” (s. 12).
“Rasih’le ahbaplık et, haftada bir defa olsun ona git. ‘Beni babam yolladı sana’ de, ‘o vaktiyle senin yüreğine ve kafana seni seven elleriyle dokunmuş ve oralara kendinde olan en iyi şeyleri koymuş, şimdi sıra senin, sen de onun oğluyla alakadar ol’ de.” (s. 15)
“Sahi, Memet, hangi mesleği seçeceksin? Artık böyle bir karar vermenin zamanı geldi sanıyorum. Ben senin yerinde olsam –edebiyatçı olmaya karar vermişsen bile– müspet ilimlerden birini ihtisas olarak seçerdim.” (s. 25)
“Memet, oğlum,
Mektubunu okurken evlat yüzünden bahtiyarlığın ne olduğunu elle tutulacak gibi anladım.” (s. 37)
“Özel hayatımın en büyük bahtsızlıklarından biri de sen tam olgunlaşma çağına girmek üzereyken senden uzak kalışım olmuştur. Affetmeyecek olduğum birçok eziyetler arasında başta gelenlerden biri de beni, oğlum insan olurken onun yanı başında bulunmak hakkından mahrum etmeleridir.” (s. 49)
“Memo!
Seni tahmin edemeyeceğin kadar severim. Oğlumsun ve ananın oğlusun.” (s. 40).
“31 çektin mi çok? Bilhassa şimdi bundan sakın.” (s. 48)
“Sana bir baba nasihati, hayatta ikinci ve hatta üçüncü derecede meseleler için büyük, kesin prensipler ve kaideler koyma. (s. 53) vb. vb...
Yirmi yıla yayılmış bir baba oğul ilişkisini, “Piraye’yi geri döndürmek çabası” içinde bir ayrıntı olarak görmek “Nâzım’ı çok iyi bilen” arkadaşımıza hiç yakışmamış.
Kitabı hazırlayan Sibel Oral’ın bu söylenenleri hiç sorgulamadan, araştırmadan kitabına alması da büyük bir sorumsuzluk örneği.
Ne hayat ne de edebiyat bu denli rahatlığı kaldırabilir...
•