“İskandinav polisiyesi fiyortların ötesindeki bir balıkçı teknesinde, keyifli ve capcanlı bir şekilde oltaları atmış, yeni arkadaşlıkları mı bekliyor? Yoksa kilitli bir kapının ardında, dilini yutmuş halde ölü mü yatıyor? Eğer ikincisiyse, İskandinav polisiyesini kim öldürdü? Gelin şüphelileri duvara dizelim: Kâr peşinde koşan yayıncılar, rahatlık peşindeki okuyucular, alaycı yazarlar, kurnaz televizyon yapımcıları...”
02 Şubat 2023 23:00
Her zamanki gibi bir cesetle başlıyor hikâye. 2020 Nisanı’nda seksen dört yaşında bir İsveçli kadın kimsede şüphe uyandırmayacak bir şekilde yaşlılıktan ölür. Adı Maj Sjöwall’dır. Ama karanlık bir tarafı olan bazı okuyucular için o, yeni bir polisiye roman türünün yaratıcısı, İskandinav polisiyesinin (Nordic Noir) “anası”dır. Partneri Per Wahlöö (ö. 1975) ile birlikte on ciltlik Martin Beck serisini yazmıştı. 1965-75 arasında yayımlanan bu romanlar, tutucu görünen polisiye türü aracılığıyla İsveç toplumunun genel bir haritasını çıkarmaya çalışıyordu.
Adeta sıkıcı olmaya çabalayan bu polisiye romanların ana karakteri Martin Beck, hissiz Amerikan polisiyelerindeki alaycı ve yarı Tanrı kılıklı dedektiflerden farklı olarak sürekli soğuk algınlığı yaşar; tek başına değil, bir ekiple çalışır ve işteki vaktinin çoğunu kâğıt balyalarının arasında kaybolarak geçirir. Sabırla örülü bir gerçekçiliğe ve sosyolojik zekâya dayanan Martin Beck kitaplarında suç bireylerin patolojik yapısından değil, İsveç’in sıkı sıkıya örülmüş insan kumaşının aralarındaki yırtıklardan çıkar ortaya. Sjöwall ve Wahlöö’nün Beck dizisi çağdaş edebiyatın en popüler türlerinden biri olan İskandinav polisiyesinin temelini atmıştır.
Per Wahlöö ile Maj Sjöwall birlikte, 1965.
Martin Beck kitapları kitleleri eğlendirmeye dönük görünmekle beraber incelikle yazılmış sanat eserleridir. Romanlarda siyasi eleştiri cana yakın karakterden gelir, süssüz tasvirler gerilimi artırır. Gerçekçilik ile gerilimin, siyasi ile popülerin romandaki bu evliliği maalesef çok kırılgan bir başarı olmuştu. Sjöwall ve Wahlöö’nün başlangıçtaki idealist tavrından bu yana çok şey değişti. İskandinav polisiyesi bir dönem bu türün temel ilkelerini oluşturan sanatsal ve politik tutumu neredeyse tamamen terk etti.
“Nordik Noir” olarak da adlandırılan İskandinav polisiyesi mali kriz döneminde dünya edebiyat çevrelerinde bir bomba gibi patladığında, bu Sjöwall ve Wahlöö’nün gerçekçi formatında değil, yeni bir aşırı şiddet formatında gerçekleşti. Çöken piyasalara eşlik eden huzursuzluk atmosferinde dövmeli, sigarakolik bilgisayar korsanı Lisbeth Salander yüzündeki parıl parıl parlayan piercing’leriyle dünya edebiyatına fırtına gibi girdi. Stieg Larsson’ın Ejderha Dövmeli Kız’ı (2008) işkence odalarına, tecavüzcülerin hak ettiği cezayı bulmasına ve kanla yıkanmış karlı manzaralara duyulan bir açlık yaratmıştı okuyucularda. Yayıncılar da kanın kokusunu almıştı. İsveç ve ardından Norveç, Danimarka ve nispeten daha az da olsa İzlanda ve Finlandiya’dan çeviri romanlar Büyük Britanya’da ve öteki Batı ülkelerinde piyasaya sürülmeye başladı.[1]
Büyük bir hızla, Martin Beck kitaplarındaki sessiz ihtiras tümüyle fazlasıyla abartılı bir tarza –Larsson’ınki gibi– teslim oldu ve İskandinav polisiyesi çok geçmeden halkın gözünde kesilip biçilmiş insanlar, çocuklara yönelik suçlar ve açık seçik cinsel şiddetle özdeşleşiverdi. İşin bir diğer cazibesi de yazarın yaydığı sadizmdi.
Artık İskandinav polisiyesinin geleceğinin ne olacağını ve Sjöwall’in ölümünün bir dönemin sonu olup olmadığını sormanın zamanı geldi. 1960’lardaki çıkışından bu yana bu türün görünürlüğü ve şiddeti artarken mükemmeliyeti ve ticari başarısı düşüşe geçti. Henning Mankell’in ‘90’lı yıllara damgasını vuran, İsveç’in ulusal kimliği ve ana karakterin karmaşık iç dünyasının portresini çizen huysuz ve içedönük polis Kurt Wallander dizisinden bu yana İskandinav polisiyesinde sanatsal düzeye ulaşabilen çıkmadı. Satışlara gelince, Larsson dünya çapında satışları 100 milyonu aşan Salander kitaplarıyla bir deve dönüşmüş gibi duruyor.[2] Bu türün yaşayan en başarılı yazarı Jo Nesbø bir düzine kitabıyla 40 milyonluk bir satışa ulaştı; bu Mankell düzeyinde bir başarı ama satışlar düşüyor. Nesbø’nun son kitabı 2019 tarihli Bıçak’ı çıkmasının üzerinden geçen bir buçuk yıl içinde ABD’de sadece 30 bin adetlik bir satışa ulaşabildi.[3]
Bu da bizim muammamız olsun öyleyse: İskandinav polisiyesi fiyortların ötesindeki bir balıkçı teknesinde, keyifli ve capcanlı bir şekilde oltaları atmış, yeni arkadaşlıkları mı bekliyor? Yoksa kilitli bir kapının ardında, dilini yutmuş halde ölü mü yatıyor? Eğer ikincisiyse, İskandinav polisiyesini kim öldürdü?
Gelin şüphelileri duvara dizelim: Kâr peşinde koşan yayıncılar, rahatlık peşindeki okuyucular, alaycı yazarlar, kurnaz televizyon yapımcıları. (Her ne kadar ihmalden kusurlu bulunabileceklerse de dedektifler böyle bir işi becerebileceğini düşünmedikleri eleştirmeni bu listeye dahil etmiyorlar.)
İzin verirseniz masaya üç ipucu birden sereceğim – üçü de kitap. (Kâğıtlarla kafayı bozmuş Martin Beck yorgun argın başını sallayarak onaylayacaktır bunu.) İpuçlarımızın en önemlisi eleştirmen Wendy Lesser’ın 2020 tarihli ve Scandinavian Noir adlı raporu. Polisiyenin en çok satan kurgu türü olmasına ve İskandinav romanlarının yıllarca bu türe hâkim olmasına rağmen, Lesser’ın kitabı akademinin kapalı geçitlerinin ötesine geçebilen ilk İskandinav polisiyesi eleştirisi oldu.
Lesser’ınkinin yanına yakınlarda büyük başarı kazanan iki polisiyeyi, Nesbø’nun Bıçak’ı ile M.T. Edvardsson’un 2019 tarihli Neredeyse Sıradan Bir Aile’sini koyalım. Nesbø’nun kitabı türün en teatral, Edvardsson’unki ise en steril halini yansıtıyor. Her iki kitap da uluslararası piyasanın aygıtları tarafından lime lime edilmiş bir edebi geleneğin temsilcileri.
***
Havalimanı kitapçıları ve indirim mağazalarında cafcaflı kapaklarıyla dikkat çeken İskandinav polisiyesi türü, aslında bir uygulamalı Marksizm pratiği olarak ortaya çıkmıştı. Ancak zamanla daha muhafazakâr bir şekle bürünerek duygusuzlaştı: Şiddetin toplumsal açıdan belirleyici faktörlerinin derinlikli bir incelemesinden uzaklaşıp kötü suratlı hainler, tek tabanca dedektifler ve kanlı intikamları sahneye çıkarmaya başladı.
Tüm bunların başlangıcı olan Martin Beck dizisinde, Marx kelimenin tam anlamıyla son sözü söyler. Dizinin son sahnesinde bir grup insan Scrabble’a benzer bir kelime oyunu oynarken Batı dünyasını kasıp kavuran şiddetin ardından ağlanmaktadır. Beck’in güvenilir iş arkadaşı Kollberg topluma umut veren harfi koyarak oyunu bitirir: “Marx’ın ‘x’i.”[4]
Per Wahlöö
İskandinavya uzun bir süre solun Kutupyıldızı, insancıl politikaların ideal bir temsili olmuştu. Bölgenin polisiyeleri toplumsal ve demokratik ütopyanın içinde yaşanan beklenmedik zulmü bir kar küresine kazınmış çatlaklar gibi ortaya döküyor. Örneğin Mankell’in romanları ‘80’ler ile ‘90’larda sayıları artan İsveç’teki sığınmacılara dönük, giderek büyüyen ırkçılığın peşine düşer. Her ikisi de koyu birer Marksist olan Sjöwall ve Wahlöö, Martin Beck kitaplarını, Stendhal’ın çamurlu bir otobanda taşınan aynası gibi, İsveç refah devletinin yetersizliklerini ortaya döken bir toplumsal panorama olarak kurgulamıştı. Son sözü Marx’a vererek buna işaret ediyorlardı.
Yine de İskandinav polisiyesi herkesin kendi menfaatine çalıştığını düşünenlerin de imdadına yetişir, kiniklerin de, idealistlerin de. Tür, Avrupa’nın güneyindekilere, ABD ve diğer ülkelerde yaşayanlara İskandinav toplumlarının o kadar da mükemmel olmadığını gösterir (yaşam kalitesi göstergeleri açısından neredeyse tüm diğer ülkelerin önünde olmalarına rağmen).
1960’larda İsveç’in intihar oranına işaret eden Amerikalı muhafazakârların bu buyurgan refah devletinin yurttaşlarını amaçsız bıraktığını kanıtlamaya çalışmaları pek modaydı. O dönemde Mankell’in kayınpederi de olan Ingmar Bergman’ın filmleri ve minimalist mobilyalar bölgenin en büyük kültürel ihraç kalemleriydi. İskandinavya, dün olduğu gibi bugün de, dünyanın karşısına bir tarafta black metal müzik, polisiye ve Lars von Trier’nin filmleri, diğer tarafta da yün çoraplar, kokulu mumlar ve huzur veren yaşam tarzı ürünleri sunan birbirine karşıt iki çehreyle çıkıyor.
Henning Mankell
Lesser, İskandinavya polisiyesini övdüğü kitabında İskandinav nihilizmi ile onun karşısında yer alan atkuyruklu saçlarıyla gülümseyen sarışın çocuklar anlatısını reddediyor: Kesip biçmeli romanlarda bir rahatlık, bir huzur görmeyi başarıyor, yün çoraplarda da tehdit… Ama İsveç, Danimarka ve Norveç polisiyelerinden aldığı zevk epeyce hayalperestçe. Bu romanlarda katiller en fazla 12 ile 14 yıl hapis cezası alıyor; polisler nadiren silah taşıyor ve sorguladıkları tanıkların ikram ettiği kahve ve pastaları yiyorlar. En karanlık İskandinav kurgusu bile giderek zalimleşen bir Amerika’nın yanında daha masumdur. Bu nedenle Lesser anaakıma girmiş en sadistik edebi eserlerin bir kısmı hakkında hayli yumuşak ve içten bir kitap yazabilmiştir.
Scandinavian Noir, İskandinavların bu dünyanın aynasından görülen mizacı, huyları ve törelerinin bir incelemesidir.[5] Kitabın ustaca yazılmış ilk yarısı, bu türün alışılmış eğilimleri ve takıntılarının etkin bir araştırmasını sunmak için yüzlerce romandan söz eder. Lesser alkolün A’sından (İskandinav polisiye romanlarında hep ortadadır alkol ve daima bir tehlike kabul edilir) zamkın Z’sine (dedektif kahramanlarımıza yapışıp mütemadiyen onları taciz eden fırsatçı gazeteciler gibi) alfabetik olarak ilerler. Huzursuz ediciden dünyevi olana uzanan örüntüleri gözlemler. Bunlar zincirinden kurtulmuş bir kadın cinselliği korkusu, orta sınıf evlerde koleksiyonerlik eğilimi, bürokratik formalitelere dönük sızlanmalar ve bu karakterlerin tatilde harcadıkları tüm o zamanlardır. Her biri İskandinav kültürünün bir yönünün kapısını aralar bizler için.
Wendy Lesser
Lesser, İskandinav polisiyelerindeki iç mekânların tüm ayrıntılarıyla tasvir edilmesini İskandinavların sıcak ev yaşamının vurgulanması bağlamında yorumlar: Martin Beck kitaplarından biri, odanın solmuş çiçekli duvar kâğıdına ve ahşap sandalyelerine adanmış, bir sayfayı aşan, uzun bir tasvirle açılır – Sjöwall ve Wahlöö dikkatimizi yerde yatan cesede yöneltmeden önce…[6]
Bir eleştirmen tüm bu mobilya ve iç mekân tasvirlerini yaşamdan çok edebiyata başvurarak açıklayabilir. Örneğin Émile Zola’nın betimsel natüralizminin sona erdiği yer polisiyelerdir; çünkü polisiyeler belli bir uzmanlık gerektiren mesleklere ve köhne mekânlar ve ortamlara yakındır. Lesser edebiyat tarihine ilgisiz olmamakla beraber daha riskli ve kendine özgü bir yaklaşım gösterir: Okuyuculara uzaklardaki bir coğrafyayı, oraya ait kurgusal eserler aracılığıyla tanıyabileceklerini göstermek.
Ne var ki, gerçeğe giden yolda kurgu, samimi ama kaçınılmaz bir şekilde de çarpıtılmış bir rehberdir. Bu nedenle Lesser’in kitabının ikinci yarısı bir seyahat yazısı formunda bu yanlışı düzeltmeye girişir. Anı yazarı Edmund Gosse 1870’lerde İskandinavya’ya yaptığı seyahat sonrasında şu kanaate varmıştı ki “İsveçliler o gür, dolu dolu ve berrak sesleriyle birer karatavuk kuşudur”; Kopenhag’daki bir pansiyonda sofraya gelecek olan balıkları tuzlu su dolu bir akvaryum içinde “yüzüp semirirken” görmek onu hayretlere düşürmüştü.[7] Lesser da İskandinavya yolculuğunda benzer bir şaşkınlık gösterir. 21. yüzyıl dünyasını kayda geçse de, izlenimleri 19. yüzyıl anlatısının cazibesini anımsatır.
Kurgudan beslenen Lesser umumi çamaşırhaneler ve çini sobalardan büyülenir. Henry Adams tarzında üçüncü şahıs anlatıcıya geçişle derinleşen bu naif tavır, İskandinavya’nın manzaralarına, sesleriyle kokularına yoğunlaştırır okuru. Ama bu taktik Lesser’ın The Amateur (1999) ve Room for Doubt’taki (2007) eski denemelerini çok daha çetin ve çekici kılan kendini sorgulama ve duygusal karmaşıklığı net bir şekilde devre dışı bırakır.
Lesser'ın çalışması takdire şayan, okuyucuları ciddiye alınmayan bir türe daha fazla saygı göstermeye ikna etmeyi amaçlıyor. Örneğin Sjöwall/Wahlöö ve Mankell’e hayranlığını korumakla beraber İskandinav polisiyesini yerin dibine sokup çıkarmaya kalkışmıyor yazar. Sanırım çağdaş edebiyat eleştirisinde bu türden daha sofistike bir değerbilirliğe ihtiyacımız var, azına değil.
Ancak vefanın da zararları var, Lesser’ın eski yazarlara duyduğu sevgi günümüz İskandinav polisiyesine hak ettiğinden fazla değer biçmesine neden oluyor.
Lesser’ın kitabı hem İskandinav polisiye türüne hem de onun esin kaynağı olan karlarla kaplı topraklara fantastik bir hava kazandırıyor. Romanlardakinin aksine, çoğu kadın olan cinayet masası dedektifleriyle yaptığı görüşmelere ve müzelerdeki gezilerine baktıkça, kadın kahramanımız için bu bölgeye özgü kurgu romanların Stockholm’ün sivri kulelerle dolu silueti veya Baltık Denizi’nin parıltılar yayan yüzeyinden çok daha muteber bir gerçeklik taşıdığını görüyoruz. Edebiyat gerçekliği artırabildiği gibi onun yerine de geçebiliyor.
***
İngiliz edebiyatının merkezinde İskandinav polisiyesinin kendisinden önce var olmuş bir yapıt yatar. Huysuz dedektif bir cinayeti –bir zehirlenme vakası– çözmek üzere kolları sıvar ama kendini bir komplonun içinde bulur. Bir adam bıçaklanmıştır, bir kadının cesedi nehirden çıkarılmıştır. Final sahnesi Danimarkalı kanıyla boyanmıştır.
Hiçbir modern İskandinav polisiyesi Hamlet’in seviyesine çıkamasa da, bu yüzden koca bir türü küçük görmek akıllıca olmaz. Sjöwall/Wahlöö ve Mankell’in romanları bu minör ve büyük ölçüde ticari tarzın mükemmeliyet standartlarını karşılayabileceğini gösterdi. Her ne kadar düzeysiz siyasi gündemlere sahip yazarlar genellikle sıkıcı ve snob popüler eserler verse de, bizim ele aldığımız durumda yazarların siyasi görüşü –Sjöwall/Wahlöö’nün Marksizmi ve Mankell’in kozmopolitanlığı– ağırbaşlı bir türe ahlaki bir zekâyla hayat verir.
Mankell’den M.T. Edvardsson’un Neredeyse Sıradan Bir Aile romanına geçtiğimizde, bir zamanlar hayli umut vaat eden bir türün politik yanını ve psikolojik ilgilerini kolaycı formüller için nasıl da feda ettiğini görürüz hayal kırıklığı içinde.
Edvardsson’un başlıktaki ‘neredeyse normal’ ailesi bir baba (sıkıntılı bir vaiz), bir anne (hırslı bir avukat) ve bir adamı öldüresiye bıçaklamakla suçlanan asi bir kız evlattan oluşur. Üç ayrı bölümde anlatılan hikâyede ailenin her bireyi sırayla anlatıcı rolünü üstlenir.
Her üç ses de yavandır ve inandırıcı olmaktan uzaktır. Üslubu süslemek adına kitapta basmakalıp bir sembolizm (camı çatlamış bir çerçeve içindeki aile fotoğrafı) ve tatsız metaforlar (“Tecavüze dair hatırladıklarım bıçak kadar keskin, görüntüler de ayna kadar berrak”) kullanılmıştır. İskandinav polisiyesinin alametifarikası olan sert ve dolaysız yazım burada ikinci sınıf bir okuma parçasına döner. (Edvardsson’un önceki kitapları kendi web sayfasına göre “genç okuyucular” içindir.) Başından sonuna kadar, romanın duygusal gidişatı Lifetime kanalının filmlerinden farklı değildir. Mesela vaiz baba duruşma sırasında “Benim sınavım da bu muydu?” gibi düşünceler geçirir aklından.
Özellikle anlamsız bir sahne, kızın cinayetle suçlandığı duruşmada görülür: Savcı zanlıya maktulün kızın en iyi arkadaşıyla ilişkisinin “platonik” olup olmadığını sorar. “Platon en sevdiğim filozoftur” diyen kıza savcının verdiği o saçma sapan karşılık “Ben şahsen Sokrates’i tercih ederim” olur.
Okuması pek zevkli olmasa da, Edvardsson’un romanı tek varlık sebebinin İskandinav polisiyesi yazarları ve yayıncılarının karşı karşıya olduğu o rezil teşviklere işaret etmesi açısından öğreticidir. Hafif uzaktan da olsa İskandinav polisiyesi modasıyla bağlantılı olmasa, bu kadar sıkıcı bir romanın İngilizceye çevrilip –okuyucular tarafından olumlu sayılamayacak bir şekilde karşılandığı– ABD’de yayımlanması mümkün olamazdı.
Stieg Larsson'un Ejderha Dövmeli Kız adlı romanının sinema uyarlamasından bir sahne.
İskandinav polisiyesine yönelik bu uluslararası pazar, yalnızca yayıncılar üzerinde değil, yazarlar üzerinde de merkezkaç bir güç uyguluyor. Eğer İsveçli “genç okuyucular” için yazan biri olsaydım, ben de polisiyeye başvururdum. Edvardsson’un kitabı bu açıdan gayet yerinde bir örnektir ve püf noktası hiç de karmaşık değil: Yapacağınız tek şey kanlı intikamını alan bir tecavüz kurbanına –Edvardsson’un kitabındaki asi kız– Stieg Larsson tarzında bir parça feminizm sosu katmak. (Gençlere dönük o standart stilse yerli yerinde durur.)
Yazarları bu teknikleri kullanmaya iten feminizm değil, düpedüz fırsatçılıktır. Danimarkalı eleştirmen Morten Høi Jensen bir e-postasında bana şöyle demişti: “Kendilerince ne kadar yüce politik emelleri varmış gibi görünse de, bana göre her İskandinav polisiyesi bir film veya dizi hayaliyle yazılıyor.”
Buna karşın Jo Nesbø’nun Bıçak’ı, Nordik Noir’ın Sjöwall/Wahlöö ile Mankell’in toplumsal eleştirisinden nasıl da sabun köpüğü kıvamında bir eğlenceye dönüştüğünü bize göstermekle birlikte, sınırlı bir ölçüde de olsa bir estetik başarı örneğidir.
Sjöwall/Wahlöö’nün polisiyeleri ekip çalışmasını, delillerin sabırla incelenmesini ve vahşi suçların işlenmesinde habislikten çok şansın rolü olduğunu vurguluyordu. Nesbø’nun kitaplarında ise Oslo’nun rüşvetçi emniyet müdürlüğünden gördüğü yok denecek kadar az destekle çok güçlü kötü düşmanlara karşı savaşan, Amerikan polisiyesi tarzında tek tabanca bir dedektif sahnededir.
Harry Hole aynı zamanda geçimsiz bir alkolik olan, parlak zekâlı bir Oslo polisidir. Nesbø’nun Hole dizisinin on ikinci kitabı olan Bıçak’ta, Hole kan revan içinde ve berbat bir akşamdan kalmalıkla uyanır; bir önceki geceye dair hiçbir şey hatırlamaz. Ama bilincini kaybettiği saatlerde bir süredir görüşmediği karısı evinde bıçaklanarak öldürülmüştür. Katili bulmadan önce Hole’un yapması gereken, birinci derece şüpheliyi elemektir: o da kendisidir.
Bıçak tüm standart cezai-hukuki süreci çöpe atar. Karısının ölümünü soruşturması engellenen ve geçici olarak görevden uzaklaştırılan Hole roman boyunca kaçak hareket eder ve yöntemleri arasında bir şüpheliye işkence etmek de vardır. (Şüpheli spermlerini saçma konusunda saplantılı seri tecavüzcü ve süper kötü karakter Svein Finne’dir. Görülen o ki, okuyucudan işkenceyi onaylaması beklenir. Bu da Nesbø’nun işin ahlaki boyutunu ziyadesiyle basite indirgediği örneklerden biri.) Olay düşmanlardan birinin keskin nişancı tüfeğiyle infaz edilmesi ve bir diğerinin de intihar etmesiyle gayet hukuk dışı şekilde çözülür.
Politik açıdan bakıldığında, Bıçak Martin Beck zamanından bu yana İskandinav polisiyesinin ne kadar da aşırı sağa meylettiğinin bir örneğidir. Onarıcı adalet yaklaşımıyla tanınan Norveç ceza sistemi çok yumuşaktır: Okuyucu ölüm cezasının estetik tatminini yaşamak ister. Sistem dışı adalet sağlayan etik anlayışıyla Bıçak, İskandinav polisiye türünün ne kadar da Amerikanlaştığını gösterir.
Jo Nesbø
Romanları hain fanatik sağcılarla dolu olsa da, Nesbø’nun suçu çözümleme yaklaşımı toplumsal olmaktan çok psikolojiktir. Onun eserlerinde caniler genelde yaralı erkekliklerinden kaynaklanan bir patolojiyle hareket eder.
Nesbø’nun evreninde bu sorunlu erkekler erkekliklerini iki şekilde ifade eder: öldürürler ya da döllerini saçarlar. Dolayısıyla Harry Hole romanları da hastalıklı bir şekilde zürriyetini devam ettirmek ve hafifmeşrep buldukları kadınları cezalandırmak konusunda saplantılı veya baba sorunu yaşayan adamlarla doludur. (Nesbø’nun kendi babası II. Dünya Savaşı’nda Naziler için savaşmış, yazar bu durumu tek kitaplık polisiyesi Oğul’da incelemiştir.) Bıçak’taki boynuzlanmış katili uçurumun kenarına iten, Mark Greif’ın hipster’ların telafi edici erkekliğini ameliyat masasına yatıran bir denemesi olmuştur.[8]
Nesbø bir aldatmaca ustasıdır; asıl önemli olanlarını istediği şekilde saklı tutarak bize önemli bilgileri bir tepside sunar. Amacı kuşkularımızı önce birine, sonra ikinci bir kişiye ve hatta üçüncü birine yöneltmemizi sağlamaktır ve o nihayetinde hepsinin yanlış olduğunu bize açıklar. Şaşırtmalı manevraları giderek tahmin edilebilir hale gelmekle beraber yine de tümüyle cazibesini yitirmiş değil. Bir Nesbø romanı iplerin ve sahne arkası işçilerinin görünür ve sahnelerin karton yapılmış olduğu bir sirk gibidir. İskandinav polisiyesini bu teatral gösteri için okumak isteyenler, burnu akan Martin Beck’ten sıkılacaktır.
Nesbø’nun Edvardsson’dan çok daha etkili bir hayal gücü olsa da, yapıtları İskandinav polisiyesinin nasıl da öngörülebilir ve ticari bir türe dönüştüğünün açık birer göstergesidir. Sjöwall/Wahlöö ve Mankell bu türün aynı anda hem sanatsal hem de başarılı olacağını göstermişti, ama işin sonunda ticaret galip geldi. Film ve televizyona uyarlama anlaşmaları, yayıncıların belli bir tipe uyum sağlama yönündeki baskıları ve İsveç veya Norveç’teki siyasi dinamiklere pek de ilgi göstermeyen uluslararası okuyucu kitlesinin talepleri bu sıradışı edebi geleneğin böğrüne hançeri sapladı.
Marksistlerin öncülüğünü yaptığı bir edebi türün piyasa koşullarından dolayı tamamen yozlaşması ve başlangıçtaki edebi ve siyasi gayelerinin dönülmez bir şekilde ortadan kalkması şaşırtıcı olmasa da üzücü. Belki gerçekçiliğe, toplumun bir haritasını çıkarmaya, suçun bir toplum fay hatlarını nasıl görünür kıldığını analiz etmeye geri dönmeyi öneren bir yazar çıkar ortaya, pek olası görünmese de. İskandinav polisiyesinin bir geleceği olacaksa, bu Nesbø’nun hemen biraz ötesinde, yani televizyonda yatıyor olabilir.
•
Çeviren: AYKUT ŞENGÖZER
NOTLAR:
[1] Bu piyasa yoktan ortaya çıkmadı. 1990’larda Henning Mankell’in Kurt Wallander serisi çok sayıda İngiliz okuyucuyu çay saatinde seyredilen sulu gerilim filmlerinden İsveç polisiyesinin daha agresif ve politik atmosferine yaklaştırmıştı. Ama Larsson’la beraber marjinal kabul edilen bir zevk endüstriye dönüştü.
[2] Bu sayı, Larsson’ın 2004’teki ani ölümünden sonra Lisbeth Salander dizisini devam ettiren İsveçli yazar David Lagercrantz’ın yazdıklarını da kapsar.
[3] Bu sayı NPD BookScan verilerinden alınmıştır; e-kitap veya sesli kitap satışlarını içermez.
[4] Maj Sjöwall ve Per Wahlöö, Teröristler, Ayrıksı Kitap, 2021, s. 282.
[5] “İskandinavya”dan söz ederken Lesser’a katılmakla beraber, İsveç, Danimarka ve Norveç arasındaki farklılıklara –Oslo’nun pastoral temizliğinden Kopenhag’ın çetinliğine– ve her ülkenin kendi içindeki farklılıklara özellikle dikkat ettiğini belirtmeliyim.
[6] 6. Maj Sjöwall ve Per Wahlöö, Duman Olan Adam, Ayrıksı Kitap, 2019, s. 4-5.
[7] Edward Gosse, Two Visits to Denmark: 1872-1874, Smith, Elder, 1911, s. 68-69.
[8] Mark Greif, “The Hipster in the Mirror”, New York Times, 12 Kasım 2010.
Bu yazı ilkin 12 Ocak 2021’de "Who Killed Nordic Noir?” başlığıyla Public Books’ta yayınlanmıştır. K24 ile Public Books'un sürekli işbirliği çerçevesinde, yazarın ve Public Books’un özel izniyle Türkçeye çevrilmiştir. Kopyalanamaz, kullanılamaz.