"Emekçilerin hayatlarına yakından baktığı romanlarında Suat Derviş onların nasıl sömürüldüklerini, ne zor şartlarda yaşadıklarını çok gerçekçi bir biçimde dile getirir, ama bir yandan kadın emekçilerin kadın olmalarından ötürü yaşadıkları ayrı sıkıntı ve dertlere de ışık tutar."
22 Şubat 2021 12:39
Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’da emek sömürüsü ve yabancılaşmanın yanında işsizlik de önemli bir sorun olarak ifadesini bulur. Fabrikada çalışanlar insanı insanlıktan çıkaran çalışma koşullarında üç kuruşa çalışıyorlardır, kazandıkları ancak karınlarını doyurmaya ve bir çatının altında barınmalarına yetiyordur. Beri yandan bunu da bulamayanlar vardır. İş kazasına uğrayan Arif, Nazlı’nın sevgilisi Mahmut, savaş gazisi, alkolik üvey baba Osman… İşsizlik bu kişiler için o kertede büyük bir derttir ki, Mahmut’un daha önce çalıştığı atölyedeki döküm ocağını özlediğinden bile söz edilir.[1]
“Dökümhanenin hasreti; bir yuva hasreti, bir yurt hasreti, bir memleket hasreti gibi en kuvvetli, en önüne geçilmez bir daüssıla gibi kalbini burguluyor.” (s. 67)
Feryal Saygılıgil değindiğim makalesinde Suat Derviş’in iş kazaları nedeniyle işten çıkartılanlara röportajlarında özel bir önem verdiğini vurgular. Bu hassasiyetin romanlarında da sürdüğü görülür. İstanbul’un Bir Gecesi de işsiz bir roman kişisiyle başlar. Vasıf cezaevinden çıktığı için iş bulamıyordur.[2] Annesinin hastalığı nedeniyle patronunun parasını zimmetine geçirmiş biridir; şimdi de kızı hastadır ve paraya ihtiyacı vardır. Bütün kapılar yüzüne kapanınca eski patronunun kızının düğününe gidip yardım istemeye karar vermiştir; hasta kızıyla gelinin çocukluklarında arkadaşlık etmiş olması bir umuttur onun için.
Suat Derviş’in insanların küçük (saklı) hesapları aktarmaktan çekinmediğinden söz etmiştim. İstanbul’un Bir Gecesi’nde de başlarda böyle bir sahne yer alır. Vasıf’ın çalıştığı fabrikanın odacısı cezaevinden tahliye olmasının ardından onunla görüşmeyi kesmemiştir. Bir zamanlar âmiri olan kişiye şimdi himaye eder tarzda sözler sarf ederek, “kendisini ondan daha yüksekte hissetmekten ve onunla konuşmayı devam etmekle alçak gönüllülük göstermekte olduğunu anlatmaktan gururlanıyordu[r.]” (s. 23)
Yoksulların, işçilerin arasında olması gereken dayanışmanın bir örneği olarak görmek zordur bu hareketi. Dayanışmanın örneği Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’da yer alır. İş kazasına uğrayan Arif’e arka çıkan bazı işçiler iş bırakır ve akabinde işten atılırlar. Fabrikanın kapıcısıysa vaktiyle grev kırıcılık yaptığı için kapıcılıkla taltif edilmiştir, uzaktan Orhan Kemal’in Murtaza’sını andıran biridir. Vaktiyle yaptığında haklı olduğunu düşünmekle birlikte “içinde, ekmek yediği yere fenalık etmemiş bir adamın huzuru ar[amayı]” sürdürmektedir; ne ki bu “huzur hiçbir gün tastamam gel[mez.] Arkadaşlarının yüzüne kinle baktıklarını unutamıyor[dur].” Fabrika yönetimine dilekçe verip iş başı yapmayan on beş işçi de aynı günün akşamında işsizler ordusuna katılacaklardır. İşsizliğin Suat Derviş’in önem verdiği meselelerden biri olduğundan söz etmiştim. Bu on beş işçinin işten çıkarılmalarının ardından işsizliğin nasıl bir şey olduğu etkileyici şekilde anlatılır romanda.
“İşsizlik… Hep sağ elini kullanan bir adamın çolak, hep okuyan bir adamın kör oluşu gibidir. İşsizlik… Muazzam bir içtimai istihsal dünyasında birdenbire parazitleşmek, silahsız kalmak demektir. İşsizlik… Maddeten ve manen ölmenin bir diğer çeşididir.” (s. 206)
İstanbul’un Bir Gecesi’ne dönersek. Roman cezaevinden çıkmış, işsiz Vasıf’ın hikâyesiyle devam etmez, bir başka roman kişisinin hikâyesine geçer, ondan başka birine… Bu şekilde “bir İstanbul gecesinde” yaşananlar aktarılır. Olayların odağında Vasıf’ın eski patronunun kızının düğünü vardır. Çimen Günay Erkol, İstanbul’un Bir Gecesi’ne yazdığı önsözde haklı olarak Suat Derviş’in bu romanla “Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi romanıyla 1970’lerde yaptığının benzerini yaptığını” belirtir. Beri yandan romanın kurgusu da yine 70’li yıllarda yayımlanmış önemli bir başka romanın daha öncüsü sayılabilir: Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanının.
Romanda çok farklı yaşayışlardaki insanların hayatlarından kesitler okuruz, bu kesitler birbirini takip eder, Suat Derviş geniş bir skala içerisinden insanların hikâyelerini aktarırken farklı yaşayışları olan insanların birbirlerinin hayatlarına karşı ne kadar ilgili ya da ilgisiz (çok zaman kayıtsız ya da bihaber) olduklarını da görmemizi sağlar. On iki yaşında ev geçindirmek için hamallık yapan çocuk kazaya uğradığında, “Gecenin bu saatinde on iki on üç yaşındaki bu çocuğun caddelerde işe ne?” diye soran doktor buna örnek verilebilir. Doktorun zihninin bu sırada evine yeni aldığı radyonun çalışmamasıyla meşgul olduğunu da eklemek lazım. Doktor büsbütün kayıtsız değildir alt sınıftakilere, mesleği gereği çok şeye tanık olmuştur. Bunlar onda çeşitli önyargılara da neden olmuştur.
“Hislerine terbiyenin frenini takamayacak kadar iptidaî olan bu insanların nasıl keder duyduklarını, bu kederi nasıl izhar ettiklerini pek iyi bilirdi.” (s. 79)
Gelgelelim çocuğun annesi onun beklediği şekilde davranmayacaktır. Beri yandan insanlar büyük oranda birbirlerinin hayatlarına, çektikleri çilelere karşı kayıtsız görünseler de, kritik anlarda aralarında bir etkileşim olmaması da mümkün değildir. (Kendisini başkalarının duygularına, hatta kendilerininkine de büsbütün kapatmış olmayanlar için geçerlidir bu.) Nitekim, doktor da çocuğun annesinin korku ve endişesine doğrudan tanık olduktan sonra bir süre konuşamaz.
Romanı oluşturan hikâyelerden biri de bir terzihanede başlar. Romanın odağındaki düğüne gidecek olan Kevser’in kocası hastane acilindeki doktorun fikir danıştığı profesördür. Terzihanedeyse Kevser’in düğünde giyeceği gece kıyafetinin son rötuşları yapılmaktadır. Terzihane de farklı yaşayışların kesiştiği bir başka ilginç mekândır. Terzihanenin sahibi İclal, “fakir düşmüş ve çok çok asil bir İstanbul ailesinin dünya yüzünde tek başına kalmış geçkin bir kızı[dır],” çok para kazandıktan sonra Rus devriminden kaçmış Kazanlı bir prensi sevgili edinerek üst sınıfların dünyasına yeniden girme sevdasındadır. Yanında çalışan genç kadınlarsa emekçilerdir. Onları bir ölçüde Kendine Tapan Kadın ve Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’daki emekçilere benzetebiliriz, ama orada da bir nüansa değinmek şart. Aileleri fabrikada çalışmalarına izin vermeyip sadece terzide çalışmalarına rıza gösterdiği genç kadınlardır terzihanedeki emekçiler. Bu, öbürleri kadar zor durumda olmadıklarının bir ifadesi, ama aynı zamanda toplum geneli nezdinde çalışan kadına nasıl bakıldığına dair de bir şeyler söylüyor. Çalışan kadının namusunun sorunlu olacağına dair kanı çok yaygındır, sadece yabancılarda değil, yakınlarda bulunanlar da bile mevcuttur. Çalışan, dolayısıyla sokağa çıkan, kimi zaman geç saatlerde evine dönmek zorunda kalan kadınlara iyi gözle bakılmıyordur. Terzinin yanında çalışan Azize’nin içinden geçenler şöyle ifade edilir:
“Akşamın bu kadar geç saatlerine kadar çalışmaya mecbur olduğu bugünlerde onu en ziyade yoran şey iş değildi. Evin kapısından girer girmez onun bu kadar geç kalışının bu çalışma olduğuna inanmayan eniştesinin garip tebessümüydü.” (s. 56)
İclal terzilikten Kazanlı prens vasıtasıyla üst sınıflardaki eski konumuna ulaşma arzusu duyarken, İclal’in yanında çalışan Leyla’nın annesinin de sınıf atlayabilmek için kızının terzi olmasını arzuladığı vurgulanır satır arasında:
“Terzi annesi olmak ona içtimai mevkilerin en yükseğine geçmek gibi geliyordu.” (s. 61-62)
Emekçilerin hayatlarına yakından baktığı romanlarında Suat Derviş onların nasıl sömürüldüklerini, ne zor şartlarda yaşadıklarını çok gerçekçi bir biçimde dile getirir, ama bir yandan kadın emekçilerin kadın olmalarından ötürü yaşadıkları ayrı sıkıntı ve dertlere de ışık tutar. Şunu da eklemeliyim: Emekçileri değil, orta ya da üst sınıftan genç kadınların aşk hikâyelerini anlattığı romanlarda da bu roman kişilerinin kadın olmaları nedeniyle yaşadıkları ısrarla vurgulanır; erkek dünyasının onlara biçtiği roller vs sorgulanır.
Suat Derviş’in romanlarında tanık olduğumuz iç hesaplaşmalardan birini de İstanbul’un Bir Gecesi’nde Fatin Usta yaşar. Yaralı çocuğu hastaneye getiren odur, ama çocuk için kan vermek istemez, bunu yaparsa iki gün yatıp dinlenmesi gerekecektir, halbuki o ekmeğini günlük kazanan bir emekçidir. “Kanının bir damlasını bile feda edemeyecek kadar küçüldüğünü ve bu küçüklüğe mukavemet edemeyecek, onu yenemeyecek kadar aciz olduğunu anlamaktan doğan bir mahcubiyet” (s. 75) duyar.
Kan bulma işi çocuğun annesi Zeliha’ya düşecektir. Bu uzun gece, “bu hiç de hakikate benzem[eyen], korkunç, feci bir kâbusu andır[an]” gece, Zeliha’nın kan verecek birini bulma arayış ve telaşıyla geçecektir. Gittiği yerlerden biri oğlunun süt anneliğini yapmış Asiye’nin “kulübesi”dir. Suat Derviş’in “1935’te İstanbul’da ‘Barınma’ Sorunu” başlıklı röportaj dizisindeki mekânları andıran bir yerdir burası da; “Tahtakale’de […] taş, çamur, teneke ve çuvaldan yapılmış olan acayip bir meskendi[r].” Zeliha, burada sefaletin olabilecek en dip noktalarından birine tanık olur. Asiye frengi hastanesindedir, Asiye’nin, hastanede can çekişen oğlanla yaşıt olan kızı Gülsüm kulübede “vahşi bir herifin kaba sevgisine tahammül etmek mecburiyetinde[dir.]” Küçük kız o haldedir ki, çok küçükken arkadaşlık ettiği oğlanın ölmekte olmasına üzülmez, “bilakis büyük bir saadete ulaşan bir akran nasıl kıskanılırsa [Zeliha’nın oğlunu] öyle kıskan[ır], ona öyle haset ed[er.]” (s. 122)
Düğüne geçersek. Damat Cavit, tıp profesörünün karısı Kevser’in eski sevgilisidir ve çok zengin bir adamın kambur kızıyla parası için evlenmektedir. Kevser’in aklı eski sevgilisi Cavit’in bunu nasıl yapabildiğini almamaktadır. Evet, kendisi de profesörle parası için evlenmiştir, ama “ona küçükten beri saadetin, şerefin bu olduğunu, zengin bir koca kandırmak bulunduğunu öğretmişlerdi[r.]” Kevser’in yaklaşımı Kendine Tapan Kadın’daki Sârâ’nın tutumunu andırır, ama önemli bir farkla: Sârâ sevme yeteneğinden yoksunken Kevser aşk acısı çekmektedir. Kevser, eski sevgilisinin, bu yakışıklı, “yüksek tahsil görmüş” “bünyesi, dimağı, bilgisi hayat mücadelesi için müsait” olan adamın, ne demeye sevmediği bir kadınla parası için evlendiğini sorgularken şu sonuca varacaktır:
“Ne korkutabilirdi onu? Açlık mı? İşsizlik mi? Sefalet mi? Hayır! […] O hayatta ne sefaletten ne de açlıktan korkmuştu. O hayatta bir tek şeyden korkmuştu. Bütün insanların, bütün namuslu insanların yapmaktan korktuğu şeyden: Namusuyla, cehdiyle, alnının teriyle hayatını kazanmakta devam etmekten korkmuştu. Tıpkı bir alüfte gibi, lükse, konfora, refaha ve servete tama ederek kendini satmıştı.” (s. 127)
Romanın başında tanıdığımız eski mahpus Vasıf’ın çektiği işsizlik sorununun karşısına bunu çıkarır Suat Derviş. Vasıf namusuyla çalışabileceği bir iş peşindedir – Derviş’in başka romanlarındaki pek çok işsiz gibi. Cavit’in ise bunu yapmaktan korktuğu vurgulanır.
Romandaki bir başka karakterin, Ali’nin hikâyesi de bu meseleyle yakından ilgili. Ali, evlenen kadının babasının yanında çalışmaktadır. Zor koşullar altında yetişmiş, bin bir zorlukla üniversite eğitimi görmüştür. Fabrikadaki işinin yanı sıra geline özel ders verdiği için düğüne çağrılmıştır. Oradaki şaşaa karşısında “senelerce, enerjisiyle, tahammülü ve sabrıyla yükselmiş olduğu bir mevkiden kademe kademe indiğini, hayır, o zirve zannettiği mevkiin yavaş yavaş alçaldığını hissed[er.]” (s. 154)
“Onunla bu muhitin bütün insanları arasında, en küçük bir rabıta yoktu. Akşamdan beri, Ali kendisini sanki dünyanın bambaşka bir kıtasında, bambaşka lisanlar konuşulan birtakım insanlar arasına düşmüş kadar gurbette hissediyordu. […] Birçok kereler, Hayret! demişti. Bu adamlarla bir milletten olduğumu düşündükçe.” (s. 156 – İtalikler metinde var.)
Ali’nin düşünceleri, son yıllarda sıkça duyduğumuz “Aynı gemideyiz” cümlesi karşısında, “Hayır, değiliz” itirazını dile getirenlerin hislerini, düşüncelerini andırır. Bir ülkedeki insanların “millet” olarak bir bütün oluşturduğu tezinin doğru olmadığını ilk kez çok derinden sezmiştir. Daha doğrusu, sınıf ayrımının farkında olsa da, ilk defa sınıflar arasındaki farkın bu kadar derin olduğunu görmüştür, bir milletten oldukları fikrine şaşakalması bundandır.
Suat Derviş, Ali’nin çok önemli başka bir şeyin daha farkına varır gibi olduğunun altını çizer.
“Aralarında müthiş bir ayrılık vardı. Feci bir fark vardı. Ve şimdi sebebini tahlil etmediği halde kendi şahsen çektiği şeylerin hepsinin bu farktan ve bu farkı devam ettirmek gayesini güdenlerin kabahatiyle doğduğunu zannediyordu.” (s. 156-157)
Gecenin devamında –düğünden çıkar, çok tahammül edemez oradakilere– okul yıllarından bir arkadaşına rastlar, onunla sohbet ederken, o güne dek “bütün bir kâinat içinde dönen hesaplar arasında bir fabrika muhasebesinin hissesine düşenler[iy]le meşgul” olduğunu, “başka bir şey de düşünmedi[ğini]” itiraf eder kendisine. Düğünde tanık oldukları onu bazı konularda “birinci defa” düşünmeye sevk eder.
“Bütün mücadelelerim sırasında ben hayatın muhtelif irtifa derecelerini gösteren sınıf taksimine bir an isyan etmeyi aklımdan geçirmemiş, hayatta en büyük gayenin o sınıfların en yüksek tepesinde yükselmek olduğunu düşünmüştüm.” (s. 169)
Düğünün yapıldığı yerden içeri girer girmez “bir düşman karargâhına iltica eden bir insanın utancını hisse[den]” Ali, eskiden onların hayatına imrendiğini, ama o akşam “birinci defa olarak onları bütün kadrolarıyla” karşında görünce imrenmediğini fark eder.
“Onlara imrenmiyorum. Onlara karşı düşmanlık, yabancılık hissediyorum. Onlardan olmadığımı anlıyorum. Toprağımız bir değil, telakkilerimiz, kıymetlerimiz, ahlak ve fazilet mefhumlarımız bir değil.” (s. 171)
Ali’nin okul yıllarından arkadaşı Muammer de cezaevine girip çıkmış bir başka işsizdir, üniversitede felsefe okuduğu için ağzı kalabalıktır, nihilizme yakın bir dünya görüşü benimsemiştir. Düzendeki adaletsizliğin farkında olmakla beraber yapılacak bir şey olmadığı kanısındadır. İnsan ya gülüp geçecektir ya da dünyayı patlatacaktır; “Büyük jestlerin adamı değilim. Ben gülmeyi tercih ediyorum,” der. Ali, arkadaşının fikrine katılmaz.
“Niçin iki tane çıkar yol olsun ve bunun biri her şeyi bir anda mahvedecek barut ve diğeri her şeyi ağır ağır imha eden, çürüten nemelazımcılık! Başka çare yok mu?” (s. 168)
Düğünde tanık oldukları büyük bir aydınlanmaya neden olmuştur Ali’de. Oradaki varlıklı insanlarla aynı gemide olmadığını fark ettiğinden söz ettim, ama bundan ibaret değildir farkına vardıkları. Kendisini kurtarmak için yıllar boyu yapıp ettiklerinin beyhudeliğini görmüştür.
“[Ali] daha itibarlı, daha zengin, daha rahat bir hayat istemişti. Ve büyük bir enerjiyle o eski hayatına nispeten cemiyet içinde sıyrılmış bulunuyordu. Gaye tek başına yükselmek olmamalıydı? Tek başına yükselmek… Hayır, insanlıkla birlikte yükselmek lazımdı.” (s. 173) [3]
Çimen Günay, “Toplumcu Gerçekçi Türk Edebiyatında Suat Derviş’in Yeri” başlıklı yayımlanmamış tezinde[4], İstanbul’un Bir Gecesi’nde “kişilerin psikolojik gerilimlerine, yaşadıkları ruhsal çelişkilere [öbür romanlarından] daha fazla yer veril[diği]” için Derviş’in bu romanla “toplumcu gerçekçiliğin mesajdan ötesini önemsemeyen dar görüşlerinden uzaklaştığını” vurgular. Erkol bu tespitinde çok haklı, Suat Derviş’in romanlarının en önemli özelliği yoğun psikolojik gerilimler ve ruhsal çelişkilere önem vermesi. Konunun bir aşk hikâyesi ya da yoksul emekçi insanların neler yaşadıkları olması bu durumu değiştirmiyor. Gelgelelim, Ali’ye yakıştırdığı, “Kurtulmak yok tek başına/ Ya hep beraber ya hiçbirimiz” mealindeki bu son “aydınlanma”, Derviş’in de toplumcu gerçekçi kalıplara bir parça kapıldığını, mesajı öne çıkardığını gösteriyor.
Suat Derviş’in romanlarının genellikle önce gazetelerde tefrika edilmesi bu gibi “mesaj”ları vurgulamasının bir nedeni olabilir. Sosyalist görüşlerin ana akım mecralarda yer bulmasının zor olduğu bu yıllarda gazeteler çok önemlidir. Derviş’in savaşların ekonomik nedenleri, Nazizm, savaşta kanun dışı yollardan servet kazananlar gibi konulara romanlarında önemle durduğunu belirttim. İstanbul’un Bir Gecesi’nde konu artık “sınıf taksimi” ve sınıf savaşımı, sınıflı toplumun nasıl bertaraf edileceği konularına kadar varmıştır. Kuşkusuz, meseleyi işçi sınıfının mücadelesine, bir sınıf partisinin varlığı ve/veya öncülüğü gibi noktalara taşımaz (toplumcu gerçekçilik bunların da ifadesini şart koşar), ama Ali’ye, “İnsanlıkla birlikte yükselmek lazım,” dedirtmesi, bireysel direniş ve mücadelelerin yetersizliğinin, birlikte mücadele etme gereğinin bir ifadesi. Ali, aklından bunları geçirir, ama hayli ham bir bilgi, daha doğrusu bir tür sezgidir; daha ileri noktalara vardırmaz Suat Derviş.
Romanda Ali’yle Muammer’in arasında yaşanan fikir tartışmaları da hayli ilginçtir. Muammer, pek çok demagog gibi, kimi doğrulardan söz etmekle beraber sözü ısrarla hiçbir şeyin düzelmeyeceğine getirmektedir. Dünyanın halinin de ilk anda onu haklı çıkardığı inkâr edilemez sanırım. Ali “medeniyet”ten söz ettiğinde, sorar: medeniyet bombardıman tayyare merkezleri midir, verem mikrobunun Yahudi çocuklarda denenmesi midir, yoksa siyah ırkın katledilmesi midir? Bunlar daha önce düşünmediği konulardır Ali’nin, bir şey diyemez, yanıt veremez. Ama hiç değilse bunlara yanıt ararken kendisiyle ilgili bir şeyin farkına varır:
“Kafasını yalnız bir gayede işletmişti. Hayatta muayyen bir refaha ulaşmak gayesinde. Bundan başka bildiği, öğrendiği şeyleri, aldığı intibaları kafasının içinde tasnifsiz bir surette sıkıştırmıştı. Kafası şimdi sayısız iplik yumaklarının birbirine karıştığı bir dolaptı. Bu yumakların hayat hakikatlerine giden uçlarını bulamıyor, ipliklerin hepsi birbirine dolaşıyordu.” (s. 177)
İstanbul’un Bir Gecesi, çok karakterli bir roman. Karakterlerin hikâyelerinin birbirlerine bağlanmaları neredeyse rastlantısal denebilecek gevşeklikte – bağlantı noktaları çoğu zaman sadece mekân birliğidir. Bununla birlikte hikâyeler ilerledikçe ortaya başka bir resim daha çıkar. Bunun farklı resimlerin yan yana gelmesiyle ortaya çıkan “İstanbul’un bir gecesi” resmi olduğu açık, ama hikâyeler arasındaki yegâne bağ bu değil. Olayların birbirini fikri planda da tamamladıklarını düşünebiliriz. Ali, “bir millet” olmadıkları sonucuna varmıştı; oğlu için en olmadık yerlerde, bitirim kahvelerinde, esrarkeşler arasında kan arayan Zeliha’ysa gecenin sonuna doğru Ali’den farklı olarak şehri bir bütün olarak görecektir, ama bir hayli olumsuz bir bütündür bu:
“Burada tabiatın felaketleri ve kudreti karşısında hepsinin kaderi birbirine benzeyebilecek yüzbinler mi… Yüz binlerce beşer mi vardı? Hayır. Burası yekpare bir kaya gibiydi. Yekpare bir kaya gibi hissiz, bütün bir lakaydi içinde idi. […] Her gece İstanbullular, tıpkı tek başına çöllerde birbirlerinden habersiz, birbirlerinden yardımsız uyuyorlardı.” (s. 233)
Zeliha’nın çaresizliğini ve yardım istediği herkesin sırt çevirdiğini görünce, her biri kendi derdiyle yanan insanların birbirleriyle dayanışma içerisinde olmamasının mevcut düzenin devamını sağlayan en önemli etkenlerden biri olduğunu sezecektir Ali. Beri yandan bunu tespit etmek onu Muammer gibi olumsuz düşüncelere, çaresizliğin mutlaklaştırıldığı bir yaklaşıma götürmez. Ali’nin tanık oldukları karşısında girdiği ruh hali ve sonrasında yürüttüğü muhakeme Muammer’den çok farklıdır. Ali’yi Zeliha’yla dayanışma içerisine girmeye yönelten kendi içsel çalkantısıdır. Suat Derviş’in iç gerilimleri tespit etmek ve anlatmaktaki mahareti burada da görülür. Ali, o gece düğünde kendisini çok küçük hissetmiştir ve,
“Kendisine verdiği ehemmiyet […] silinmiştir. Yeniden bir mücadeleye girmesi, kendi gözlerinde kaybolan itibarını iade edilmesi için çabalaması lazımdı[r]. Yaşamak için kendi nazarında büyüklüğe ihtiyacı vardır.” (s. 241)
Mantıktan ziyade duygularının iteklemesidir söz konusu olan. Büsbütün diğerkâmlıkla açıklanabilecek bir tutum da değildir; kan vermeyi biraz da daha sonra aynada kendisine bakabilmek için kabul etmiştir. (Fatin Usta gibi günlük emeğiyle geçinmediğini de akılda tutmak lazım.) Onun bu tutumu salt bencillik de değildir kuşkusuz. İç dünyalardaki çalkantı ve gerilimler böyle tekil ifadelerle anlatmaya gelmez zaten. Suat Derviş bunun da farkındadır. Baştan beri anlatmaya çalıştığım gibi, onun edebiyatını güçlü kılan budur. Ali’nin içini yakan bir yandan da suçluluktur.
“Bu gece rastladığı bu hadisede bir cinayet çeşnisi vardı. Ve kendini de suçlu hissediyordu. Kendisi de kabahatliydi. Kabahati nerede idi? Artık bütün ömrünü bunu anlamaya, bunu tamir etmeye vakfedecekti.” (s. 247)
•
NOTLAR
[1] İş yerini sevmenin, orayı güzellemenin bir örneği de Aksaray’dan Bir Perihan’da bulunur, Melek’in, “çalıştığı yerdeki makinelerin sesini sev[diği]” vurgulanır.
[2] Ankara Mahpusu’nun başkahramanı da cezaevinden çıktıktan sonra iş bulamayan biridir. İsmi de Vasıf’ı hayli andırır: Vasfi’dir. Ankara Mahpusu hakkında K24’te yayımlanmış yazım şuradan okunabilir.
[3] Ali'nin bu düşünceleri Ankara Mahpusu'ndaki siyah bereli kadının sözlerini hatırlatır. "Mutluluk hayatın kendisindedir, onun bir unsuru değil, mutluluk hayatın kendisidir. Bütün zerrelerinin birbirini tedirgin etmeden birleştikleri bir ahenktir ve hayat işte bu ahenk olmalıdır. Mutluluk bölünmez bir bütündür. Eğer siz mutlu değilseniz ben mutlu olamam. Başkalarının mutlu olmadığı bir dünyada tek kişi mutlu olamaz."
[4] Günay, Çimen, “Toplumcu Gerçekçi Türk Edebiyatında Suat Derviş’in Yeri” Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi, 2001.