İstanbul’un muhtarı Sermet Muhtar Alus

"Kendine özgü şirin, rint ve kalender bir üslupla yazan paşazade bir İstanbul çocuğu olan Sermet Muhtar’ın romanları İstanbul’da geçen ve dönemin İstanbulu’nu romanın baş kahramanlarından biri gibi betimleyen yapıtlardır."

26 Mayıs 2022 19:30

 

Hak ettiği değeri vermediğimizi düşündüğüm, özellikle kadim kentimiz İstanbul’u yaşayan ve yaşatan Sermet Muhtar Alus’u yakın dostu Reşat Ekrem Koçu şöyle tanımlar:

Sermet Muhtar Alus, büyük muharrir; eserlerinde İmparatorluğun son asrındaki İstanbul hayatından zengin sahneler nakleden velût bir kalem ve ancak kendisine yakışan şirin, rindâne ve kalenderâne, taklit edilemez bir üslup sahibi; nesli gittikçe azalan serâpâ zerâfet, mücessem sâfiyet, irfan ve malumatıyla denk feragat ve mahviyet sahibi bir İstanbul çocuğu; gençliği refah ve saadet içinde geçmiş; son yıllarında ise dünya alâyişine tekme vurmuş bir feylezoftu.[1]

Sermet Muhtar Alus’un romanlarını kronolojik olarak şöyle sıralayabiliriz:[2]

Kıvırcık Paşa (1931, 1933), Harp Zengininin Gelini (1932, 1934), Pembe Maşlahlı Hanım (1933, 1933), Sülün Bey’in Hatıraları (1933), Rüküş Hanımlar (1934), Onikiler (1935, 1999), Dünün Genci Anlatıyor (1935, 1944),[3] Kırkından Sonra (1936), Anasını Gör Kızını Al (1936), Harman Sonu (1937), Nanemolla (1938), Şahende Hala (1943),* Bebek Emine (1943), Banker Arif (1944),* Tombul Mirasyedi (1945), İki Gönül Bir Olunca (1946), Molla Bey’in Baldızı (1949).

Sermet Muhtar, imparatorluğun son dönem üst yöneticilerinin çok iyi eğitilmiş çocuklarının tipik örneğidir. Çok iyi Fransızca, Almanca bilir; arkadaşı Yusuf Ziya Ortaç’a göre İngilizce, İtalyanca da bilmektedir ve “zevkle dinlenecek kadar” piyano çalar; alaturka ve alafranga müzikten çok iyi anlar. Dönemin ünlü ressamı Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey’den resim dersleri almıştır; yaptığı tablolardan birkaçı Harbiye’deki askerî müzede sergilenmektedir; iyi bir karikatürist olduğu da bilinir. Resim yanında döneminde emekleme çağında olan fotoğrafçılık da meraklarından biridir ve konaklarında iyice donatılmış bir “chambre noire”ı yani film banyo edeceği karanlık odası vardır.

Yazarımız bütün bu nitelikleriyle Osmanlı’nın geleneksel üst yönetim kadrosuna aday biridir ama ortada ne Osmanlı ne İmparatorluk kalmayınca ve büyük olasılıkla Sermet Muhtar devrana uyma, dönemin ekabirine yanaşma yeteneğinden yoksun olduğu için bütün meziyetlerine ve bilgi birikimine karşın Cumhuriyet’in kadrolarında kendine bir yer bulamamıştır. Bu durum kendisi için üzücü olsa da, özellikle İstanbul ve İstanbul sevdalıları için olumlu bir gelişmedir. Eğer Sermet Muhtar istediği gibi bir memuriyet bulsa belki de Babıâli’ye bulaşıp XIX. yüzyıl sonuyla XX. yüzyıl başı İstanbulu’ndan zengin, çarpıcı, renkli ve o yazmasaydı muhakkak ki unutulup gidecek sahneleri kaleme almayacaktı. Doğal olarak okuyucu “Bunları yazdı da kadr ü kıymeti mi bilindi?” sorusunu sorarsa verecek yanıtımız yoktur.

Sermet Muhtar’ın 1931-1952 arasında çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan İstanbul ile ilgili yazıları tıpkı Ahmet Rasim’in ve Hüseyin Rahmi’nin yazıları gibi dönemin İstanbulu’nu bütün renkleri, her sınıftan sakinleri, gelenek ve görenekleriyle, bir objektif sadakatiyle aksettiren tespitlerdir. Bu tespitlerin dışında, artık izi kalmayan kendine özgü İstanbul Türkçesinin en güzel örneklerini onun yazılarında bulabiliriz. Bugün kullanmadığımız, unutulup gitmiş, İstanbul’a özgü deyimleri araştırırsanız en iyi kaynaklardan biri Sermet Muhtar’ın yazılarıdır. Yaşı sekseni geçmiş bu satırların yazarı Sermet Muhtar’ı okurken her seferinde bilmediği yeni bir deyimle karşılaştığını hatırlar. Örneğin II. Abdülhamit’in bir üst görevliyi iltifatlarıyla çok memnun bıraktığını anlatırken kullandığı “Padişah, paşanın yoğurt gönlünü ayran eyledi” deyimi bütün şirinliğine karşın bugün unutulup gitmiştir. Dili İstanbul Türkçesinin bütün dağarcığıyla yüklü Sermet Muhtar’a kendilerinden umutlu olmayı umduğumuz gelecek kuşaklarca hakkı olan değerin verileceğini temenni edelim.

Sermet Muhtar’ın romanları da yine İstanbul’da geçen ve dönemin İstanbulu’nu romanın baş kahramanlarından biri gibi betimleyen yapıtlardır. Eserlerinde İstanbul’un en canlı tipleri, örneğin üst tabaka insanları olan paşalar, padişah damatları, yaverler, mabeyinciler, mirasyediler yanında paşa odalıkları, aracılık yapan bohçacı kadınlar, yosmalar, tulumbacılar anlatılır; Kâğıthane, Çırpıcı Çayırı, Veliefendi, Feneryolu, Çamlıca gibi gezinti yerleri, çarşıları, pazarları meyhaneleri ; Mınakyan, Kel Hasan ve Şevki gibi tiyatrolarıyla bu tiyatroların ünlü oyuncularından, kantocularından söz edilir. Anlatım tavrıyla Ahmet Mithat-Hüseyin Rahmi-Ahmet Rasim okulunun izleyicisidir. Okuyucuyu direkt muhatap alır. Örneğin “Vaz geçin bu bahsi kapatalım; başka laf yok mu yahu?” ya da “Hoppala yine soruyorsunuz. Söyliyeyim ama kimselere duyurmayın, laf benden çıkmış olmasın” diye okuyucularıyla samimiyet içinde konuşur. Yazarımızın romanlarında II. Abdülhamit, Onikilerin reisi Arap Abdullah gibi gerçek kişilere de rastlanır ve bazı romanlarında olayı anlatırken dipnotlarıyla okuyucularına ilave bilgi vermekten de kaçınmaz.

İlk romanı Kıvırcık Paşa, bir II. Abdülhamit dönemi paşasını konu alır; baskıcı bir karakter olan karısından bıkıp güzel bir odalık tutma arzusuyla yanıp tutuşan paşa, has adamı Şehri Efendi’nin yardımıyla bu arzusuna kavuşacak ama işler umduğu gibi gitmeyecek; karısı odalığın oturduğu evi basacak; paşaya böyle bir duruma tekrar düşmeyeceğini ifade eden, aksi takdirde boşanıp bütün servetini karısına bırakacağını kabul ettiğini gösteren bir senet imzalatacak; paşa bu senede uymayınca boşanıp bütün servetine el koyacaktır. Ancak II. Abdülhamit paşayı çok sevmektedir ve onun paşa lehine gösterdiği eğilim üzerine karısı yumuşayacak ama eski usul telak-i selase ile boşandığından, bunun sonucu başkasıyla evlenip boşanmadan paşayla evlenmesi mümkün olmadığından, Şehri Efendi ile sözde bir evlilik yapılacak ama bu kez de Şehri Efendi boşanmaya yanaşmayacaktır. Kurgunun akıcılığı ve olayın mizahi havası romanı keyifle okunur hale getirmiş ve dönemin okuyucularınca çok tutulup filme bile konu olmuştur. Ama bugün bu kitabı hatırlayan yoktur.

Yazarımız Harp Zengininin Gelini’nde harp zengini Cevdet Efendi’nin fettan gelini Suat’ın öyküsünü anlatırken Pembe Maşlahlı Hanım’da da kocası ortadan kaybolan kahramanının Şanizâde Tayfur, Ebuzarif, Topaç Molla ve Dânâ Efendi gibi sevgilileriyle başından geçenler hikâye edilir. Bir anı-roman olan Sülün Bey’in Hatıraları’nda kendine bir sevgili arayan Sülün Bey ile onun bu beklentisine yanıt veremeyen kadınlar söz konusudur. Onikiler romanında ise bu şehir kabadayılarının reisi olan Arap Abdullah’ın tutulduğu Küçük Hanım’ı elde etmek için gösterdiği çabalar anlatılır. Romanda yalnız Arap Abdullah’ı değil, onikilerin diğer üyeleri Kahraman Bey, Kadayıfçı Ali, İstinyeli Salih, Gümrükçü Şahap Bey, Mektepli Şemsettin ve Kambur Mehmet’i de tanırız.

Yazarın kanımızca en başarılı romanı Eski Çapkın Anlatıyor’da ise çapkın Tosun Bey’in başından geçenler dört ayrı novella’da anlatılır. Kahramanımız bu dört öyküde Bakırköylü, Kara Kadın Firdevs, Mecidiyeli Manyo ve Mızıkalının Şöhret isimli kadınlarla maceralar yaşar, çoğu da başarısızlıkla sonuçlanır ama Tosun sempatik bir tip olarak okuyucuların sevgisini kazanacaktır.

Birkaç örnekle değindiğimiz Sermet Muhtar’ın romanları Ahmet Mithat-Hüseyin Rahmi çizgisindedir. Behçet Necatigil şöyle der:

Eski İstanbul tiplerini, âdet ve geleneklerini renkli, eğlenceli tablolar hâlinde canlandıran, havası ve inceliğiyle sevilerek okunan” bir yazar olduğu kanaatindedir. Selim İleri ise Harp Zengininin Gelini’ni değerlendirirken, eserin “savaş vurguncularının, görgüsüz yeni zenginlerin, birikimsiz Batılılaşmanın, kemikleşmiş töresel değerlerin çok renkli bir panoramasını oluşturduğunu” söyler.[4]

Sermet Muhtar için son söyleyeceğimiz, özellikle eski İstanbul yaşamını konu alan yazı dizileriyle ve bugün bütünüyle yitirdiğimiz İstanbul Türkçesini ustaca kullanışıyla unutulmayı hiç hak etmeyen bir yazar olduğudur. Doğan Hızlan’ın deyimiyle o İstanbul’un muhtarıdır ve “o okunmadan gerçek İstanbul’u ve gerçek İstanbulluyu bilemezsiniz. Çünkü o bu kentin anatomisini bilir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bütün gelişmeleri ince bir zekânın törpülenmiş sivriliğinde ustaca yazıya getirir. Çünkü bütün anlattıklarının sıkıntısını, acısını ve zevkini yaşamıştır. O bir tanık, eşsiz bir gözlemcidir[5] ve de İlber Ortaylı’nın deyişiyle “iddiasız ama en büyük İstanbullulardan biridir”.[6]

Ancak nedense Tahir Alangu, Doğan Hızlan, Selim İleri gibi bir iki eleştirmenin dışında kimsenin ilgisine mazhar olmamıştır; ancak girilmesi yandaşlarının kabulüne bağlı fersude edebiyat tapınağının gardiyanlığına soyunmayıp kalıplaşmış ön fikirlere aldırmayacak gelecek kuşakların hak bilir eleştirmenlerinin yazarımıza hakkı olan önemi vereceği umudunu her şeye karşın taşıyoruz.

 

NOTLAR: 


[1] Reşat Ekrem Koçu, adı geçen makale, s. 755.

[2] Listede kitapların yanında verilen tarih tefrika edildiği tarihtir, eğer kitap halinde yayınlanmışsa ikinci tarih bunu gösterir. (*) işaretli kitaplar novella’dır.

[3] Kitap olarak yayınlandığında ismi Eski Çapkın Anlatıyor olmuştur.

[4] Selim İleri, Türk Romanından Altın Sayfalar, İstanbul, 2005, 3. basım, s. 238.

[5] Doğan Hızlan, “İstanbul’un Muhtarı”, 24 Kasım 2007 tarihli Hürriyet gazetesi.

[6] İlber Ortaylı, “Öndeyiş”, Sermet Muhtar Alus’un yazılarından oluşan seçki kitabı İstanbul Yazıları’nın önsözü,İstanbul, 1994.

 

GİRİŞ RESMİ:

1900’lerin başında Galata Köprüsü’nün Eminönü girişi. Sermet Muhtar Alus