Eğer editörlük dediğimiz “meslek,” kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki “edebiyat” diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacak; en azından bu haliyle...
03 Eylül 2015 15:10
“Ne iş yapıyorsunuz?”
“Editörüm.”
“Ha, yani tam olarak ne yapıyorsunuz?..”
Bu mesleği yapan herkesin hayatında en az bir kere yaşadığı bir diyalogdur bu; çünkü ülkemiz için editörlük oldukça yeni bir kavramdır. Öyle ki yakın zamana kadar pek çok yazar kendi kitaplarının editörlüğünü kendisi yapıyor, kitap yayınevine teslim edildikten sonra tashihten geçirilip basıma yollanıyordu.
Klişe bir ifade olsa da artık küreselleşmiş bir dünyada yaşıyoruz ve yayıncılık sektörü de bu sayede gelişmelerden ânında haberdar oluyor. Böylelikle gittikçe daha profesyonel yöntemlerle çalışmaya başladık. Günümüzde çok sayıda kitap basılıyor ve dağıtılıyor ve birçok yayınevi bünyesinde artık özel bir “editör” kadrosu bulundurmaya başladı. Ama bu unvan, tanımı üzerinden gereğince ifa edilebiliyor mu, orası biraz kuşkulu; çünkü eğer editörlük dediğimiz “meslek,” kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki “edebiyat” diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacak; en azından bu haliyle! Bir başka yazının konusu olsa da editörlükten önce belki Türkiye’de edebiyatın – özellikle Türk edebiyatının- geldiği noktayı düşünmekte fayda var.
Ülkemizde yayıncılık ne yazık ki hâlâ Batı’daki kadar kurumsal bir işleyişe sahip olmadığı gibi bağımsız da değil. Bu konuda bazı çabalar gözümüze çarpsa da hâlâ kitaplar, uzman editörlerden oluşan bir kurul kararıyla değil, daha çok yayınevi sahiplerinin veya yayın yönetmenlerinin beğenisiyle belirleniyor. Nitelikli yayıncılık yapabilmek için mücadele eden butik yayınevlerinin yanı sıra pek çok yayınevinin ana amacı daha ziyade popüler kültüre hitap eden çoksatar kitaplar “keşfedip” olabildiğince hızlı yayınlamak. Hal böyleyken dünya edebiyatını takip etmek isteyen okur yabancı dil bilmiyorsa yayınevlerinin tercihleriyle yetinmek durumda kalıyor.
Edebiyat editörlüğünün iki ayağı var aslında, ilki yayınlanacak eser üzerinde karar vermek (yayın yönetmenleri, yayın kurulları, üst veya şef editörler), diğeri de yayınlanmasına karar verilen eser üzerinde çalışarak metni yayına hazır hale getirmek.
Dünyanın hemen her yerinde edebiyatın geri planda kaldığı, çoksatar kitaplar basan yayınevleri bulunur, ama yanı sıra öyle yayınevleri de vardır ki, oradan çıkan bir kitabı aldığınızda aşağı yukarı neyle karşılaşacağınızı bilirsiniz, işte o yayınevlerinde editörlük, önem verilen bir pozisyondur. Bizde ise durum biraz daha karışık. Örnekleyecek olursam, hem çoksatar/popüler kültüre hitap eden hem de edebi değeri yüksek iki ayrı kitabın aynı yayınevinin çatısı altında basıldığını görebilirsiniz ve çoğunlukla satış kaygısı, “gerçek edebiyatın” bir adım önünde gider. Bu durumda da editörlük her zaman hak ettiği biçimde konumlanamaz. Ancak şunu da eklemeliyim ki, her çok satan kitap edebi değer taşımaz demek de hata olur.
Editörlük ve redaktörlük konusuna gelince, bu konuda bir kavram kargaşası yaşandığını düşünüyorum. Editör, yazardan/çevirmenden bir kitabı “ham” haliyle teslim alır ve o metnin yayına hazır hale gelmesi için gerek yazarla gerekse çevirmenle istişarede bulunur ve ihtiyaç duyuluyorsa bazı müdahalelerle metni son haline getirir.
Bir eser üzerinde çalışan editörün hem edebi açıdan yetkin olması hem de derin bir algı/sezgi gücüne sahip olması beklenir. Bu da şu anlama gelir: yazarın “aklında yazdığı” kitabı tam olarak yazıya geçirip geçiremediğini sezmeniz gerekir. Bu yetmez, yapısal bütünlüğe bakmanız gerekir. Yetmez, mantık silsilesini gözetlemelisiniz. Ama bu da yetmez, bu kez de metne şüpheci ve beğenmemeye hazır bir okur gözüyle bakmanız gerekir. İyi bir editör yazarın kurguladığı metni kuşanıp yazarın anlatmak istediğini kavrayarak, metne hem yazarın hem okurun gözünden eşzamanlı bakabilmeli ve metnin bir ucundan girip diğer ucundan kazasız belasız çıkabilmelidir. Ancak burada çok önemli bir noktayı atlamamamız gerek, metin üzerinde çalışırken dışarıdan ve objektif bir bakış açısı yitirilmemelidir. Bu çalışma sırasında editör yazarın onayı ile (çünkü aslolan yazardır) metne müdahale edebilir, bazı bölümlerin çıkartılmasını, bazı yerlerin yeniden yazılmasını talep edebilir veya yapısal bütünlük vd. ile ilgili önerilerde bulunabilir. Tanıl Bora’nın dediği gibi kimi zaman neredeyse işin “hayalet yazar” aşamasına kadar vardırıldığı bile olur. Ama her şeyden önce editörlük çalışmasının hakkıyla yapılabilmesi için metinde kullanılan dile tam hâkimiyet gerekir ve eğer iyi bir okur değilseniz iyi bir editör olamazsınız.
Diyelim ki iyi bir okursunuz, dile hâkimsiniz, teknik detayları biliyorsunuz ve heveslisiniz, ama bu da yetmez çünkü aynı zamanda “hızlı” olmalısınız; çünkü özellikle büyük yayınevlerinde eğilim, yazardan gelen kitabın bir an önce piyasaya çıkması yönündedir.
Redaktörlük ise editörlükten biraz daha farklıdır. Redaktör metnin anlamından, kurgusundan ziyade, yapısal özellikleri üzerinde çalışır, ya da çalışmalıdır. Metni imla kontrolünden geçirir ve gerekli gördüğü düzeltileri yapar.
Türkiye’de genellikle redaktör denilince yabancı dilden Türkçeye çevrilmiş bir eserin editörlüğünü yapmak anlaşılıyor. Oysa o metinde redaksiyon yapan kişinin asıl olarak üstlenmesi gereken görev editörle ilişki halinde çevirinin kontrolü ve düzeltisi. Görünen o ki biz editörlüğü daha çok Türkçe yazılmış kitaplara yapıyoruz!
Edebiyat dünyasında yazarların çoğu editörlük hizmeti alamadığından, yazdığı kitabın eksik ve gediklerini kendi tamamlamaya çalışır, yanlış müdahalelerde bulunulabileceği kaygısıyla, kitabı konusunda danışabileceği bir editörü de –çoğunlukla- olmayınca tüm kurgu, akış, mantık silsilesi vd. ile kendisi boğuşur.
Editörlüğün bir eğitimi olup olmadığına gelince, bildiğim kadarıyla üniversitelerde edebiyat fakültelerinin bünyesinde okutulan derslerin dışında editörlük için özel bir bölüm, kürsü vb yok; (medya editörlüğünden söz etmiyorum) ama yine bazı özel üniversiteler ve kurslar yaratıcı yazarlık, editörlük gibi atölyeler açıyorlar. Hatta yaratıcı okuma atölyeleri bile var. Eğer altyapınız uygunsa pekâlâ bu atölyelerden işin teknik detaylarını öğrenmeniz açısından verim almak mümkün.
Gelelim editörlük yaparak hayatınızı idame ettirip ettiremeyeceğinize: Türkiye’de tıpkı (kimi çoksatar yazarlar hariç ki bir elin parmaklarını geçmez) sadece yazarlıkla geçinemediğiniz gibi, eğer bir yayınevinde kadrolu çalışmıyorsanız sadece editörlükle de geçinmeniz mümkün değildir. Ve bu sektörde verilen maaşlar/telifler özellikle küçük yayınevlerinde diğer sektörlere nazaran daha düşüktür ve çalışma şartları hayli ağırdır. Eğer kitaplara gönül vermediyseniz, başka bir iş yapmak sizin için mümkün değilse, asgari ölçülerde yaşamayı kabullenmeniz gerek. Ya da mümkünse birden fazla yere iş yapıp dergi, internet sitesi, gazete vb yerlere yazı yazarak çıtayı birazcık yukarı çekebilirsiniz, birazcık dedim, çünkü telif ücretleri de aşağı yukarı aynı sınırlarda dolaşır. Bu da hayli yorucu bir tempodur.
Her şeye karşın, bir kitapla karşı karşıya kaldığınızda yaşadığınız andan sıyrılır metnin içinde dolaşmaya başlarsınız ve tüm zorluklar dışarıda kalır. İşte o zaman, okumaktan başka bir yaşam biçimi düşünemediğinizden, seçiminizden memnun, dünyada gelmiş geçmiş en güzel işin editörlük olduğunu hissedersiniz.