Tahar Ben Jellon bize, Fas’ın yakın tarihini de, bazen öne çıkararak bazen satır aralarında, bazen göndermelerle özlü de olsa anlatıyor. Anne ekseniyle birlikte giden bir başka eksen de bu...
29 Eylül 2016 13:50
Annelerimiz babalarımız bir süre sonra öyle oluyor. Uzun bir süre biz onların çocuğu oluyoruz. Onların yaşlılık zamanında, hayatta epeyce yol aldıklarında, kuşkusuz her insanın ömrü çok uzun olamıyor ya, neyse, onlar bizim çocuğumuz oluyor; bir dönüşüm! Biraz şakacı yaramaz bir oğlan çocuğu ya da inatçı, azıcık şımarık bir kız çocuğu. Bu hâller de sevilmiyor mu? Biz o kadar yaşlanınca ne olacak ya da o kadar yaşayacak mıyız soruları bir yana gerçek bir öyküyü aktarmak istiyorum. Anlatılan olduğu için belleğimde kuşkusuz eksikler olabilir ama anımsadığım şöyle:
Epeyce yaşlı, sanırım doksanını aşmış annesinin ellerini yıkamasını denetliyor banyoda, annesi kayar falan diye, birlikte yemek yenmiş, bakıcı kadın dışarı çıkmış. Aslında annesi bu tür işlerini görüyor ama o ne olur ne olmaz duygusunda. Bazen ölüm üzerine sohbet ediyorlar, bu kaçınılmaz, annesi “ne kadar daha yaşayacağım”dediğinde yüreğindeki acıyı ifâdesine yansıtmayarak, “böyle şeyler düşünme, daha çok yaşayacağım diye düşün” yanıtını veriyor. Ne var ki, o ân hazırlıksız yakalanıyor, annesi ellerini kurularken, birden kafasına çekiçle vurulmuş gibi sarsılıyor çünkü annesi “ölmemi istiyor musun” diyor. Oğul ilk ânda ne diyeceğini bilemiyor, yalnızca dudaklarından “ne biçim soru bu anne” gibisinden bir şeyler dökülüyor. Annesi yine çok sâkin, “bilmem bazı çocuklar annelerinin ölmelerini istiyor da” diyor! Oğlan da “o zaman onlar ölsün” diyor.
Gayet net anlaşıldığına göre Tahar Ben Jellon, böyle evlatlardan değil. Annesinin ölmesini isteyenlerden değil! Tam tersine yaşatmak için çabalayanlardan. Annem Hakkında romanı birkaç ay önce yayınlanmıştı, Türkçe'si yılların çevirmeni Aysel Bora’ya ait. Romanı okurken sık sık annem aklıma geldi, bir de yukarıda özetlediğim bana anlatılan, yaşlı anne ile oğul arasındaki şu yaşanmış olay. Her ne kadar kurmaca bir metinden söz ediyorsak da bu romanında yazarı fazlasıyla görüyoruz.
Son derece etkileyici bir roman. Anlatıcı ile yazar hemen hemen aynı; dolayısıyla, birebir “yazar” (Tahar) olarak yazılmış. Yaşlı annenin hastalığı Alzheimer. Anlatılan zaman kadının son bir yılı ama geçmiş ve anılar yolculuğuna çıkıyoruz. Kadının aklının gidip gelmeleri, bakıcıları ile ilişkisi, bakıcıların sosyal konumu; kadının çocukluğu, evlilikleri, çocukları, amcası, kocaları, hep anımsayış; bazen de varmış (halisünasyon) gibi gördükleri anlatılanlar.
Jelloun farklı bir anlatım biçimi kullanmış. Bilinçakışından da yararlanıyor. Bazen annenin bazen bir üçüncü kişinin, çoğunlukla da anlatıcının (yâni “kendisi”nin) ağzından anlatılıyor. Metinde “kişisel tarih” olduğu gibi “Fas’ın da tarihi” var. Temel konu kadın, kadının köle hâli. Öte yandan kültür özellikleri, sınıfsal farklılıklar ama asıl toplumun büyük kesimini etkisi altına alan, hatta yaşamlarını belirleyen büyü, hurâfe, katı bir dinsellik yer alıyor. Kitabın arka kapağındaki açıklamada yazar, romanıyla ilgili şöyle diyor:
“Derin ve tutkulu bir sevgi olan evlat sevgisi çoğu zaman utangaçlık ve söylenmemiş sözlerle sarmalanmıştır. Annem geçmişini anlatarak, nadiren mutlu olduğu bir hayattan kurtulup özgürleşti. Günlerce onu dinledim, tutarsızlıklarını izledim, acı çektim ama aynı zamanda onu keşfettim. Annem Hakkında annemin bana anlattığı hatıra parçacıklarından yola çıkılarak yazıldı. Bu kırıntılar otuzlu-kırklı yıllarda Fez’in eski merkezindeki hayatını yeni baştan kurgulamamı, mutluluk anlarını hayal etmemi, burukluklarını sezinlememi sağladı. Her seferinde heyecanlarını hayal ettim ve sessizliklerini okumak, daha doğrusu ‘tercüme etmek’ zorunda kaldım.”
Fas, Batı’nın etkisinde uzun yıllar kalmış Müslüman bir ülke. Araplar ile Berberiler de birbirine karışmış. Her iki dil de konuşuluyor. Batı’nın etkisini, özellikle de Fransız kültürünün etkisini Jelloun’un yapıtlarında sorgulanan bir biçimde görmek olanaklı. Tahar Ben Jelloun ile sanırım ilk Kutsal Gece ile tanışmıştık. Doksanlı yıllar olmalı, Can Yayınları’ndan çıkmıştı. Güzel bir romandı zâten 1987’de Goncourt Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı. Daha sonra, Türkçe'ye yapıtları çevrilmesine karşın ne hikmetse Jelloun’un başka bir kitabını, romanını uzun süre okumadım, almadım. Efsunlu Aşklar1 hariç! İk-üç yıl kadar önce de Ülkemde’yi okudum.
Ülkemde, kırk yıl Fransa’da kendi kültür değerlerini korumaya, ondan kopmamaya çalışan Faslı göçmen bir işçinin “hayâli”ni konu ediniyor. (Bu evrensel bir tema/ sorun aynı zamanda.) Köyünde ailesi için büyük bir ev yapacak, bayram, tatil günlerinde çocuklar, gelinler, torunlar orada biraraya gelecek. Yabancı ve “dini” başka olan bir ülkede kuralları çiğnemeden kırk yıl çalışması bunun için! Sonunda emekliye ayrılıp köyüne dönmüş, evi de yapmıştır. Verandasında, eski bir deri koltuğa oturup çocuklarının gelmesini bekler. Ancak ne gelen vardır ne de giden. Sonu düşsel bir biçimde biten bu roman biraz hazin. Belli ki çocukları artık kendilerini o köyden, o kültürden saymamakta; hayat başka bir yere akmış. Öte yandan bit pazarından alınan deri koltuğun (anlamlar yüklenmiş) betimlenişi de etkileyici.
Jelloun'un bir başka teması da büyü! Özellikle Efsunlu Aşklar’daki hikâyelerde sık sık okuruz. Annem Hakkında’da da ciddî bir biçimde karşımıza çıkar. Kitabın adına esin olan “Efsunlu Aşk” hikâyesinde biraz matraktır bu büyü meselesi. Burada da yazar, kadın sorununa el atar, aşk olunca doğal oluyor. Din baskısının olduğu, muhafazakâr erkek egemen toplumda, kadının özgürlük teması ile birlikte işlenir büyü! Öteki hikâyelerde de vardır bu özgürlük teması. Aslında Annem Hakkında’da eleştirel olarak yer alır. Anlarız, belki günümüzün Fas’ında biraz daha farklı ancak yakın geçmişe kadar kadının hemen hemen pek bir hakkı yok. Bir “köle”!
“Efsunlu Aşk” adlı hikâyeye dönecek olursam; kültür olarak belli bir düzeyin üzerindeki iki yetişkin insanın, öğretim görevlisi olan Hamza ile kadın olarak erkekten bağımsız kimliğini, kişiliğini korumaya çalışan Najat’ın aşkıdır anlatılan. Ancak aşk, onları giderek birbirlerine sıkı biçimde bağımlı kılar. Neyse özcesi Hamza sevgilisinden kurtulmak ister ve güyâ hiç inanmamasına karşın bir arkadaşının önerisiyle büyücüye gider. “Kutsal” kabul edilen bir kişidir. Muska yazar, okuyup üfler vb. vb. Ancak daha çok dikkat çekici olan hikâyenin sonudur:
“… Hamza’yı unutmaya karar verdi. Bu meseleyi bir şakaya dönüştürme ihtiyacı duydu ve Hamza’yı aradı:
“‘Senin büyücün benimkinden daha güçlü çıktı! Bana adresini verebilir misin?’
“Hamza kahkahayı bastı ve hiçbir yorum yapmadı. Najat da deli gibi gülmeye başladı, sonra telefonu kapattı.” (s. 37)
Fas’ta büyüye ki bazı yanlarıyla bizim ülkemizle de benzerlikler kurabiliriz, halkın büyük bir kısmı inanıyor. Jelloun’un yapıtlarından öğrendiğimiz kadarıyla daha çok –doğal olarak– yoksullar, emekçiler, sıradan insanlar ama okumuşların da bir kısmı, anlaşılan hatırı sayılır bir kısmı inanıyor! Sanki Jelloun, daha çok “örtülü bir eleştirellikte” ele alıyor. Bir yok sayma, inkâr değil; daha çok bir kültür, bir maneviyat durumu olarak aktarıyor. Kitabın öteki hikâyelerinde, farklı kesimlerden inanmayanların da büyü ile ilgili maceraları var!
Tekrar Annem Hakkında’ya dönecek olursam, bu romanda da kültür, inanış ve günlük yaşam açısından bizim toplum özelliklerinin bir kısmıyla benzerlikler bulabiliriz. Annenin hastalığı roman ilerledikçe artıyor dolayısıyla onunla birlikte bakıcı kadının meselesi de sorun oluyor yâni sorunlar da artıyor; dahası ölüme doğru bir gidiş var. Bu gidişâtta soğukkanlılığını, sâkinliğini korumak zorunda olan oğul, edilgen bir izleyici konumundadır. Çâresizdir ve elinden hiçbir şey gelmez. İçinin acımasıyla birlikte, yoğun anne sevgisini ve özlemini görürüz. Özlem çünkü annesi çoğu zaman geçmişte ya da başka bir kişidir.
Öte yandan, Tahar Ben Jellon bize, Fas’ın yakın tarihini de, bazen öne çıkararak bazen satır aralarında, bazen göndermelerle özlü de olsa anlatıyor. Anne ekseniyle birlikte giden bir başka eksen de bu. Annenin öyküsü de zâten bunun içinde varoluyor. Nitekim arka kapağa konulan yazarın açıklaması buna işâret ediyor. Etnik sorunlar, İspanyol ve özellikle Fransız kültürünün etkileri vb. Gerçekten de sarsıcı, ustaca kaleme alınmış bir roman; girişi, ilk paragafı da yazımın sonu olsun:
“Hastalığından beri annem hafızası gidip gelen ufacık bir şeye dönüştü. Öleli yıllar olmuş aile fertlerini yanına çağırıyor. Onlarla konuşuyor, annesinin onu ziyarete gelmemesine hayret ediyor, kedisine hep hediyeler getirdiğini söylediği küçük erkek kardeşinden övgüyle söz ediyor. Hepsi annemin başucundan bir bir geçiyor, uzun süre beraber vakit geçiriyorlar. Anneme hiç itiraz etmiyorum. Gelenleri rahatsız etmiyorum. Annemin bakıcısı Keltum sızlanıp duruyor: ‘Senin doğduğun yıl Fez’deyiz sanıyor.’ Dur durak bilmeyen bir anılar tufanı.”