Jonathan Franzen hem geniş bir coğrafyaya hem içimizdeki karanlığa bakıp cinayetli, intiharlı, ebeveyn-çocuk ilişkisinin ezeli marazlarıyla olduğu kadar İnternet çağının hastalıklarıyla da dolu bir roman yazmış
18 Ekim 2015 13:00
İnançsızlık: Purity’nin ilk yüz sayfasının üzerimdeki etkisi buydu; belki de romanı dört cilt Elena Ferrante (Napoli Romanları) ve dört cilt Karl Ove Knausgård (Kavgam’ın üçte ikisi) okuduktan, yani birbirinden çok farklı ama tuhaf biçimde birbirini de bütünleyen bu dört bin sayfanın içinden kitaplar kapandığında etkisini kolay yitirmeyen bir oradaydım, onlardım duygusuyla çıktıktan kısa süre sonra okumaya başladığım için. Yılmadım. Romanın dünyasına girmekte, karakterlerine inanıp onların dertleriyle dertlenmeye başlamakta zorlansam da Purity’yi elimden bırakmadım.[i]
Yaşayan en ihtiraslı romancılardan biri Jonathan Franzen (d.1959). Purity de iddialı bir roman; beni bazı açılardan hayal kırıklığına uğratmasına rağmen, yönünü kolay ele vermeyen olay örgüsü, hayatlarımıza tuttuğu kırık ayna parçaları ve döllediği zehirli sorularla kendini okutmayı biliyor.
Franzen’ın romanı yaydığı geniş coğrafya, değinmeden geçemediği konuların ve bu konular üzerine birer mini başyazıyı andıran paragraflarının bolluğu zamanımızı kayıt altına almak, adeta geleceğin sosyologlarına eksiksiz bir tutanak bırakmak istercesine yazdığını düşündürse de, Purity’nin merkezinde büyük ölçüde zamansız bir mesele var. İçine doğduğumuz düzene, topluma, aileye, anne babamıza borçlu olduğumuz ruhsal marazın türlü tezahürlerini anlatıyor roman. Edebiyatın çekirdeğinde de bunlar yok mu zaten: Doğar doğmaz üzerimize çöken alacakaranlık, iyilikle kötülüğün savaşıyla şekillenen bir varoluş, yaşamayı meşakkatli kıldığı ölçüde hayatımızın mânasını veren hastalıklarımız.
Önceki iki romanı Düzeltmeler ve Özgürlük’ü okuyanlar, Purity’de Franzen’ın büyük bir sebatla yine aynı şeyi yaptığını fark edeceklerdir. Karakterleri arasındaki ilişkilere farklı perspektiflerden bakmayı mümkün, anlatımı da çoksesli kılacak şekilde ana hikâyeyi dallanıp budaklandıran ve bu esnada ne tematik ne fikirsel açıdan azla yetinen bir yazar o. Dön dolaş ilerliyor, boşluk bırakmayı, eksiltmeyi sevmiyor.
Purity’deki bütün bu hareket ve doluluk içinde, vaktiyle Don DeLillo’nun romanlarında[ii] teknoloji, medya, şöhret gibi konular üzerine yaptığı sosyo-psikolojik gözlemlerin Franzen tarafından günümüze uyarlandığı hissini veren yer yer fazla didaktik pasajlar; Haruki Murakami’nin fantastik âlemini çağrıştıran kimi ezoterik dokunuşlar (romanın başkişilerinden biri âdet günleri ayın hareketlerini hiç sektirmeden takip eden ve sadece dolunayın üç gününde orgazm olabilen bir kadın); bazısı etten kemikten, bazısı pembe plastikten imal edildiği hissini uyandıran karakterler ve kâh sahici kâh sahteleşiveren bir anlatım buldum ben. Kronolojik zamanın, mekânın, bir seferinde de anlatıcının değişmesine imkân veren derin kırıklarla bölünmüş yedi ana kısım arasında metnin dilinin ve duygusunun tam bir istikrar tutturamadığını düşündüm; bu hacimli romanın (563 sayfa) sözüne bazı bölümlerde inandım, bazılarında inanmadım.
Purity hakkındaki fikrim özetle bu, şimdi daha yakın bir okuma yapmayı deneyeceğim.
İsmiyle değil epigrafıyla başlıyorum. Romanı elimden bırakmamamda epigrafın umdurduklarının da payı vardı, insan olmaya dair her şeyin çerçevesini Goethe o münbit Faust’unda çizmişti zira, çiziyor:
… Die stets das Böse will und stets das Gute schafft
Franzen’ın kitabın başına böyle, doğduğu dilde alıp imzasız bıraktığı mısra, Mephistopheles’in piyesin daha başlarında Peki sen kimsin öyleyse diye kendisini sorgulayan Faust’a cevabının bir parçası. İsmail Zeki Eyüboğlu’nun Türkçesiyle söyleyeyim; Faust’un sorusunu Bir bölümüyüm o gücün diye yanıtlamaya başlıyor Mephistopheles ve Purity’nin epigrafındaki şu kelimelerle bitiriyor sözünü:
… hep kötülük isteyen, hep iyilik edenin
Franzen daha en baştan niyetin ve edimin, ruhumuzu üfleyen iyi ve kötü meleklerin, bazen dışımızdaki her şeyi soğurup görünmez kılabilen koyu bencilliğimizin, bazen de içimizdeki karanlığı şaşırtıcı bir hızla delip geçebilen parlak ışık huzmelerinin romanını vaat ediyor bize, seçtiği epigrafla bizi tüm zamanların hikâyesine hazırlıyor.
Romanın adı, olay örgüsünün merkezindeki karakterin de ismi: Purity, 23 yaşında, toplumsal normların dışında durduğunu en başından anladığımız ama sırrına çok sonra ereceğimiz hayli tuhaf bir annenin yanında yoksul bir çocukluk geçirmiş, üniversite eğitimine yatırdığı paralar nedeniyle boğazına kadar borca batmış, annesinin ondan inatla gizlediği babasını, babasıyla birlikte gerçek kimliğini ve belki başka bir hayat ihtimalini aramaya niyet etmiş bir genç kadın. Biz onu daha ziyade Dickens’ın Büyük Umutlar’ının kahramanını selamlayan takma adıyla tanıyoruz: Pip.
Pip’in herkesten gizlemeye çalıştığı asıl adı Purity saflık, temizlik, arılık ve masumiyet anlamına geliyor. (Kahramanın ismini Türkçeleştirmek pek olacak iş değil, ama mümkün olsa, sıradışı bir annenin sıradışı tercihini yansıtan bu adı, romanda taşıdığı yapay tınıyı tam olarak yakalamak için, mesela Safiye değil de, Saflık diye uyarlamak daha iyi olurdu.) Saflık, tabii – tıpkı kendinden önce gelen Özgürlük gibi – iması manâsını misliyle aşan, mütevazılıktan uzak, umdurdukça umduran bir roman adı. Sırf bu etkisi bile kelimeyi ayaklı bir kinayeye dönüştürüyor adeta, daha ilk nefesinde imkânsızlığa nazire yapıyor roman.
Öyle ya, günümüze (kimliklerin anlattığından daha fazlasını gizlediği; hiç kimsenin göründüğü gibi ya da göründüğü kadar olmadığı; ilişkilerin sırlarla örülüp itiraflarla kırıldığı; buna rağmen – romanın bölümlerinden birinin başlığındaki ifadeyle – ‘’haddinden fazla enformasyon’’ sayesinde herkesin her şeyi bilebileceğini sandığı; hiçbir şeyin katıksız kalmadığı; hiçbir işin hesapsız yapılmadığı günümüze) tanıklık eden bir anlatıda ‘’saflık’’ kendine nasıl yer bulabilir! Romanın sonunda gerçek kimliğine, annesi yüzünden mahrum kaldığı ihtimallere, filizlenen bir aşka ve biraz da bütün bunlar sayesinde içindeki iyiliğe yer açan Purity, bundan böyle ismiyle müsemma bir hayat sürebilecek mi? Ya da romanın Bay Sızıntı’sı, kendisini Julian Assange’dan, projesini de WikiLeaks’ten farklı göstermeyi pek seven Andreas Wolf hakkında başlarda sarfedilen ‘’Onun markası bütünüyle saflık aslında’’ iltifatının derin bir ironi içerdiğini kavramak için Wolf’un cânî geçmişini ve trajik sonunu bilmemiz şart mı hakikaten? Veya – hadi metnin dışına çıkalım – romanın Amerikan baskısının şömizindeki yazar fotoğrafında botlarını eline almış, paçalarını gelişigüzel sıvamış, çıplak ayakları ıslak kumlara gömülü, saçları rüzgârla dağılmış ve sırtını okyanusa vermiş bir halde uzaklara bakan adamı görünce içimizden ‘’İşte en saf haliyle Jonathan Franzen’’ diye geçirmemiz mümkün mü?
Hayır. Saflığın romanını yazmayı denememiş Franzen, saflık ihtimali üzerine mütereddit bir cümle kurma fikrini sevmiş daha ziyade.
Franzen’ın Dickens’a selamı üzerinde biraz durmalıyım.
Şavkar Altınel’in bir K24 yazısında çok iyi özetlediği gibi, Büyük Umutlar’ın Pip’i ‘’roman boyunca aradığı iki şey olan aşkla paranın birbirinden daha zehirli, lanetlenmiş ve elde etmeye değmez olduğunu’’ keşfeder sonunda. Franzen’ın Pip’i de aşkı ve parayı arıyor ve romanın sonunda annesinin gerçek hikâyesini öğrenip bunlara kavuştuğunda, biraz da bu hikâye sayesinde aşkın da paranın da nasıl zehirli olabileceği konusunda gayet iyi bir fikri var. Ancak okura Dickens gibi karanlık bir gerçekçilikle veda etmiyor Franzen. Purity’nin sonundaki Pip, Büyük Umutlar’daki erkek adaşının aksine kırık da olsa bir iyimserlik taşıyor içinde; parayı bir özgürleşme ve iyilik aracı olarak kullanmayı, aşkı hâlâ kuvvetli bir ihtimal saymayı başarıyor. Franzen, romanın son satırlarında ‘’Annesiyle babasından daha iyisini başarması mümkün olmalıydı ama bunu yapabileceğinden emin değildi’’cümlesinde bırakabilecekken Pip’i, sanki buna eli varmıyor, göklerin yarıldığını ve birden boşanan yağmurun arabadaki sevişme seslerini bastırdığını da haber veren katartik bir bitiş cümlesiyle, genç kadını daha iyisini başarabileceğine inandırarak koyuyor nihai noktayı.
Öte yandan Purity, ana izleğinin yanı sıra yönünü tuhaf tesadüflerle değiştirebilen bol virajlı olay örgüsü ve nevi şahsına münhasır karakterlerinin çokluğuyla da Dickens’ın romanlarını hatırlattı bana. Franzen sıradan hayatları anlatmaktan mı kaçınmış, yoksa ‘’sıradanlık’’ diye bir şeye inanmayı reddettiği için, sıradışılığı sıradan kılan bir dünya mı kurmuş tam bilemedim ama Purity’de hayat biçimleri, yaptıkları tercihler ve başlarına gelenler itibariyle gündelik ve alışılmış olanın dışında duran, çoğumuzdan farklı yaşayan, ‘’sıradışı’’ diye etiketlenebilecek karakterlerin sayısı az değil. Listenin başında en hafif deyişiyle atipik hayatlar süren Anabel ile Andreas var ama ben birçok okurun Annagret’i, Clelia’yı, Katya’yı, Dreyfuss’u, Peter Kronburg’u, Tad Milliken’i, hatta Tom Aberant ile Purity’yi, Franzen onların ruhlarına nüfuz ederek yazdığı için değil, daha ziyade her birini alışılmadık (bazen de aşırı) niteliklerle donattığı için hatırlayacaklarına inanıyorum.
Purity’de hiçbir şey az değil! Karakterler, onların arasındaki ilişkiler, o ilişkilerde günyüzüne çıkan marazlar, bireysel ve toplumsal hayatı kuşatan meseleler çok ve çeşitli; Franzen da bütün bunları, üstelik de yorumlayarak anlatma konusunda gayet iştahlı. Bu ‘’azla yetinmeme’’ halinin kontrolsüz bir refleks olmadığı da kesin.
Romanın yan karakterlerinden biri, yaşlı ve geçirdiği kaza ertesinde engelli bir yazar olan Charles Blenheim, mesela, modern Amerikan kanonunda bir yer edinmesini sağlayacak olan büyük kitabı yazmak istiyor, çünkü biliyor ki ‘’bir zamanlar, Ses ve Öfke’yi ya da Güneş de Doğar’ı yazmak yetiyordu. Ama artık büyüklük şart. Kalınlık, uzunluk.’’ Charles’la inceden dalgasını geçerken sözü kendine de dokunduran Franzen, romancının zihninin yazacağı kitabın ‘’büyüklüğünce’’ genişleyebilmesinin haftalar boyu hiçbir şey yapmamayı gerektirdiğini de not edivermiş bu bölümde.
Purity de büyük, kalın, uzun bir kitap. Kalabalık ve dağınık. Neyse ki Franzen’ın tükenmez bir enerjisi var, hikâyeyi genişletirken yoğunluktan taviz vermiyor, dağıttığı gibi toplamayı da biliyor.
Romanın katettiği coğrafya ABD’den Bolivya’ya, oradan 1950’lerin Doğu Almanyasına, Duvar’ın yıkılmasından önceki ve sonraki Berlin’e uzanıyor. Franzen’ın Amerikası geniş mi geniş; Woody Guthrie’nin meşhur şarkısındaki gibi ‘’Kaliforniya’dan New York Adası’na’’ kadar yolu var hakikaten: Purity’nin durup baktığı manzara ABD’nin Batı kıyısındaki Oakland ve San Lorenzo Vadisi’nde de olabiliyor, içerlek Denver’da, Teksas’ta da, Doğu’daki Philadelphia, Washington DC, Harlem veya New Jersey’de de. Burada küçük bir parantez açayım: Franzen’ın Amerika’daki bazı yer ve yolları büyük bir iktisatla tasvir edişini çok sevdim ben; mekânın duygusunu, atmosferini bir şair isabetiyle anlatabildiğini düşündüm. Fakat aynı şeyi, yazarın ‘’The Republic of Bad Taste’’ (Zevksizlik Cumhuriyeti) diye mükemmel bir başlık altında, bir zamanın Doğu Almanyasını anlatmaya ayırdığı bölümdeki tasvirler için – o zamanın Doğu Almanyasını biraz bilen biri olarak – söyleyemeyeceğim.
Coğrafi genişlik kadar tematik zenginlik de Purity’yi büyütüyor. Okurken, romanda dikkatimi çeken temaları sayfaların kenarına tek tek not etmiştim, notlarıma topluca bakınca şöyle bir liste çıktı ortaya:
hastalıklarımız, delilik, suçluluk duygusu, saflık, ebeveyn-çocuk ilişkisi, gençlik, kader, miras, gazetecilik, sızıntı ve haber, enformasyon, İnternet, kült, güncel sanat, gizlilik, sırlar, seks, aşk, evlilik, sadakat, karbon salınımı, kimlik, yalan, totaliterlik, devlet, baskı, aidiyet, arkadaşlık, şöhret, anomi, Stasi, cinayet, intihar, ölüm, taciz, zenginlik, yoksulluk, mutluluk, manipülasyon, şüphe, yalnızlık, acımak, kıskanmak, güvensizlik, özgürlük, vazgeçememek, nükleer silahlar, yazarlık, pornografi, et endüstrisi, veganizm, korku, para, iktidar, umut
Ayrıca Franzen, bu temaların birçoğu üzerine cömertçe çeşitleme yapıyor. Hastalık buna iyi bir örnek, roman ‘’hastalardan’’ geçilmiyor: Başta obsesyon ve paranoya olmak üzere ruhsal bozukluğun türlü şekillerini türlü düzeylerde yaşayanlar; ayrıca, zihinsel gelişim bozukluğu olan bir genç adam; kronik özgüven bunalımındaki kadınlarla erkekler; sindirim sisteminin farklı organlarını ilgilendiren farklı rahatsızlıklardan muzdarip karakterler; bu arada, kaza sonucu artık yürüyemeyen, sevişemeyen yardıma muhtaç bir yazar; anoreksiye bağlı olarak bedensel ve zihinsel çöküş yaşayan bir kadın; ve de gençlik yılları kompülsif masturbasyon ve hiperseksüaliteyle şekillenen bir (anti)kahraman çıkıyor karşımıza. Tabii, burada, bu zamanda yaşamaya dair müzmin bir varoluş sızısı da romanın bütün karakterlerinde derinden derine hissediliyor.
Purity’deki temel meselelerden biri, Franzen’ın hem önceki romanlarında hem deneme ve söyleşilerinde sık sık eleştirdiği, kendimize kazdığımız dipsiz kuyulardan biri saydığı İnternet.[iii] Yazar, bu konuda iyi bilinen tezlerini bu kez yeni bir bağlamda – ama bence romanı tökezleten pasajlarda – tekrarlıyor.
Yeni bağlamı, Andreas Wolf’un Doğu Almanya’da rejimin küçük bir azınlığa sağladığı imtiyazlardan yararlanan makbul bir ailenin çocuğu olarak yetiştikten sonra bir İnternet gerillasına dönüşmesi sağlamış. Franzen, romanda, ‘’dışına çıkılması imkânsız bir sistem’’ olarak tanımladığı ve ‘’Yeni Rejim’’ adını taktığı İnternet’i, Doğu Almanya’nın totaliterleşmiş sosyalist düzeni (kısaca ‘’Cumhuriyet’’) ile kıyaslıyor ve muhtemelen onun bu egzersizini, karakterin zihninde gezinircesine okuyacağımızı umuyor bizim. Ancak ben, yazarın buradaki ölçülü biçili argüman dilini, Andreas’ın kendi doğal akışındaki sessiz düşünceleri gibi algılamakta zorlandım:
Cumhuriyet’in sunduğu imtiyazlar pek değersizdi: bir telefon, biraz hava ve ışık alan bir apartman dairesi, her şeyden daha önemli olan seyahat etme izni. Fakat belki de bunlar Twitter’da X sayıda takipçiye sahip olmaktan, çok beğenilen bir Facebook profilinden ve arasıra dört dakikalığına CNBC’ye çıkmaktan daha değersiz değildi. Aparatçikliğin asıl çekici yanı aidiyetin verdiği güvenlik duygusuydu… Yeni Rejim, eski Cumhuriyet’in kollektif ve ortak üretim gibi moda terimlerini bile yeniden kullanıma sokmuştu. Her iki düzen de sayelerinde yeni bir insanlık türünün ortaya çıktığından emindi. Her meşrepten aparatçik bu konuda hemfikirdi. Egemen elitin insanlığın eski açgözlü, vahşi türünden gelmesi onları hiç rahatsız etmiyor gibiydi… Yeni politbüro, tıpkı eski politbürolar misali, kendini seçkinlerin düşmanı ve kitlelerin dostu gibi, tüketiciler ne istiyorsa onu vermeye adanmış gibi gösterse dahi (itiraf etmek gerekirse, bir şey istemeyi hiçbir zaman öğrenememiş olan) Andreas’a öyle geliyordu ki, İnternet’i korku yönetiyor: Popüler ve ‘’cool’’ olamama korkusu, birşeylerden habersiz kalma korkusu, sosyal medyada küçük düşürülme veya unutulma korkusu. Cumhuriyet’te, insanların Devlet’ten ödü kopardı; Yeni Rejim’de ise insanların ödünü koparan şey ne durumda olduklarıydı: Öleceksin ya da öldüreceksin, ya sen onları yiyeceksin ya onlar seni yiyecek… Stasi hayattaki en iyi dostuydu, ta ki İnternet’e rastlayıncaya kadar.[iv]
Bu mini başyazı böyle uzayıp gidiyor. Derken, kırk küsur sayfa sonra aynı tema üzerine yeni çeşitlemeler okuyoruz:
İnternet’in içine öyle girmiş, öyle gömülmüş, onun totaliter ağına o denli düşmüştü ki, çevrimiçi varoluşu fiziksel varoluşundan daha gerçek görünmeye başlamıştı… Ve bir insan aynı anda iki yerde birden olamayacağı için, İnternet’teki imajı ile ne kadar çok var olursa, etten kemikten müteşekkil haliyle o kadar az var oluyordu. İnternet ölüm demekti… İnternet’in ve onunla bağlantılı teknolojilerin hedefi, önceleri hayata anlamını veren ve böylece hayatı oluşturan işlerden – birşeyler üretmek, öğrenmek ve hatırlamak külfetinden – insanlığı ‘’kurtarmak’’tı. Şimdi ise artık bir anlamı olan tek külfet arama motoru optimizasyonu gibi görünüyordu… Ancak ve ancak yeterli paranız ve/veya teknik beceriniz varsa, İnternet’te büründüğünüz kişiliği, bu sayede de kaderinizi ve sanal ahiretinizi denetiminiz altında tutabiliyordunuz. Optimize edin ya da ölün. Ölün ya da öldürün.
Benzer tiradları sadece İnternet üzerine değil, gazetecilik, şöhret, iktidar ve sair konularda da bulabiliyorsunuz. Anlatıcımız, karakterlerin iç konuşmalarına kulak verdiğinde işittiği şeyler çoğu zaman birkaç kez temize çekilmiş gibi, fazlasıyla rafine, fazlasıyla entelektüel. Leila, sevgilisinin evliliği ile kendi evliliğini kafasında şöyle değerlendiriyor mesela: ‘’Evlilikleri Eski Ahit evliliklerdi, kendisi için evlilik Charles’la arasındaki akitin gereğini yapma meselesiydi, Tom içinse Anabel’in gazabından ve hükmünden korkma meselesi. Oysa Yeni Ahit’te önemli olan tek şey aşk ve serbest iradeydi.’’ Ya da Pip, romanın sonlarında birdenbire – bir DeLillo romanından hatırlanmışa benzeyen cümlelerle – şöyle geçirebiliyor aklından: ‘’Ne kadar korkunçtu dünya, iktidar için nasıl da bitmek bilmeyen bir mücadeleden ibaretti. Sırlar iktidar demekti. Para iktidar demekti. Muhtaç olunmak iktidar demekti. İktidar, iktidar, iktidar: nasıl olmuştu da, sahip olanı bunca yalnızlaştıran ve baskı altında tutan bir şey için verilen mücadelenin çevresinde örgütlenebilmişti bütün dünya?’’
Romanın zamanımız üzerine ahkâmından ziyade, içimizdeki çelişkilere odaklanarak zamansızlığa meylettiği bölümlerini sevdim ben. Franzen, aileleri yazmayı, daha doğrusu insana ailesinin içinden bakarak yazmayı bu kitapta da sürdürüyor; edebiyatın belki de en etkileyici âyet-i kerimesi sayılabilecek o Tolstoy cümlesinin izinde, mutsuz ailelerin kendilerine has mutsuzluğunu anlamaya, anlatmaya çalışıyor.
Purity’de tek bir ailenin değil, birçok ailenin, daha doğrusu birçok karakterle ebeveyni arasındaki ilişkinin hikâyesini okuyoruz. Kişiliğimizi ve kaderimizi belirleyen başlıca etkenin çocukluğumuzda anne babamızdan gördüğümüz muamele olduğu kalın çizgilerle vurgulanmış. Bir yandan da, istisnasız bütün karakterler, bu yazgının dışına çıkmak, bu mirası reddetmek istiyor; yani reveransın olduğu kadar isyanın da nesnesi Freud. Pip’in annesi ve babasıyla nihai hesaplaşması, ebeveynimizin yükünü sırtımızdan tümden atabileceğimize, onlarla ilişkilerimizi silbaştan düzenleyip her şeyiyle saf ve yeni bir hayat kurabileceğimize tam olarak inandırmıyor belki bizi; yine de her kafesin bir kapısı olduğunu hatırlatıyor.
Purity’yi okurken, Franzen’ın nereye baksa o kafesi gördüğü, o kapıyı aradığı hissine kapılıyorsunuz, burada da yine azla yetinmiyor, ebeveyn-çocuk ilişkilerini bir değil birçok – çoğu da fazlasıyla travmatik – örnekle anlatıyor:
Pip ile onun bütün hayatını belirleyen annesi; Pip ile namevcut meçhul babası; Pip ile sonunda karşılaştığı babası; Anabel ile pek anlaşamadığı ve nihayet tümüyle reddettiği babası; Andreas ile onun bütün hayatını belirleyen annesi; Andreas ile onun gerçek babasıymış gibi davranan üvey babası; Andreas ile sonunda tanıştığı gerçek babası; Anagret ile annesi; Anagret ile onun hayatını değiştiren üvey babası; Tom ile onun bütün hayatını belirleyen annesi; Tom ile babası.
Bu ilişkilerden bazıları, Freudyen bir ders kitabındaki örnek vakaları andırıyor: Küçük oğluna vajinasını gösteren bir anne, üvey babasının cinsel tacizine bir süre gizlice zevk alarak göz yuman bir genç kız... Bu vakaları anlatırken okurun aklına güvenmeyen bir hali var adeta Franzen’ın, teşhisten geri durmuyor; ‘’Ben bu muydum, bir sosyopat mıydım yani? Annemle anavatanımın beni dönüştürdüğü şey bu muydu’’ diye kendine soran Andreas’ı şu türden psikanalitik hükümlere vardırıyor:
Kartların çocukların aleyhine karılması, beynin gelişim aşamasındaki bir kazadan kaynaklanmıştı: Hipokampusun kalıcı hatıralarını kaydetmeye başlayıncaya dek, beynini sikmek için üç dört yılı vardı annenin. Bir yaşından itibaren annenle konuşuyordun ve daha da uzun bir süre onu dinliyordun ama hipokampusunun devreye girmesinden önce ona söylediğin ya da ondan işittiğin hiçbir şeyi hatırlayamıyordun. Şuurun küçük gözlerini ilk defa açtığında bir de bakıyordun ki annene sırılsıklam âşıksın.
Buna benzer pasajların Purity’de – aslında herhangi bir romanda – lüzumsuz olduğunu, hikâyeyle okur arasına set çektiğini düşünüyorum. Andreas’ın bir türlü yapaylıktan tam kurtulamayan bir karakter olmasında, hatta yer yer karikatürleşmesinde Franzen’ın bu tür monologları en çok Andreas için yazmış olmasının da payı var bence.
Romanı bazı yerlerde daha inandırıcı bulduğumu söylemiştim; ‘’le1o9n8a0rd’’ başlıklı beşinci bölüm bunlardan biri. Franzen, burada üçüncü tekil şahıs anlatımı terk ederek, Pip’in meçhul babası olduğunu sonradan anlayacağımız bir karakterin otobiyografik anlatısına yer veriyor. Bence bu bölüm, sadece Pip’in annesini neyin nasıl hastalandırdığını, dolayısıyla Pip’in neden o güne dek böyle bir hayat sürdüğünü kavramamıza yardımcı olduğu için değil, dili ve duygusu diğerlerinden çok daha sahici olduğu için de Purity’nin en sağlam bölümü.
Pip’in babasının, kendi annesiyle babasının tanışmalarını, evliliklerini, daha sonra Pip’in annesiyle tanışmasını, aşklarını ve zamanla bir kâbusa dönüşen ilişkilerini anlattığı sayfalar, belki de birinci tekil şahsın mahremiyeti sayesinde, kalabalık bir kilisedeki günah çıkarma hücresi gibi ayrılıyor bu romanın diğer bölümlerinden. Franzen, gazetecilikten deliliğe, seksten paranın gücüne, ebeveyn-çocuk ilişkisinden suçluluk duygusuna kadar dert ettiği birçok konuda, Purity’nin diğer bölümlerinde yapamadığını yapıyor burada, hazırcevaplığıyla yormaktansa, sorularla başbaşa bırakıyor bizi.
Romandaki anlatım kalitesinin değişimini ayrıca tek tek tasvirler, metaforlar arasında izlemek de mümkün. Özellikle bazı Amerikan manzaralarını büyük bir ustalıkla betimlemiş Franzen. Körfez Bölgesi’ne şöyle dokunabilmiş mesela:
Sis, San Francisco’nun tepelerinden, neredeyse olduğu haliyle bir mayi gibi akardı. Nispeten daha iyi günlerinde bütün körfeze yayılır ve Oakland’ı sokak sokak teslim alırken gelişini gördüğünüz bir şey olurdu, sizi değiştirmesini izlediğiniz bir şey, hareket halinde bir mevsim. Servilikler çıkınca karşısına, yağmurların en buralısı boşanırdı gökten. Açık bir alan bulduğunda kendine, onun o ağırlıksız o solgun geçişi hem sonsuz gibi görünürdü hem de her şeyin sonu gibi. Geçici bir hüzündü bu, hüzünlü olduğu için daha da güzeldi, geçici olduğu için daha da değerli.
Bir başka unutulmaz – zihnimde Sam Mendes’in rüzgârla dans ettirdiği o müthiş naylon torbasıyla buluşan – sahnesinde New York’taki bir metro istasyonunun platformunu anlatıyor:
O akşam bir üçlü çalıyordu. Açık bir gitar kutusunda kâğıt dolarlar birikmişti, ben de kutuya bir teklik attım ve Harlem’de her beyazın göstermesi gereken saygıyla platformun gerisine doğru çekildim. Çaldıkları şarkıyı o günden beri bulmaya çalışıyorum, nafile. Belki kendi şarkılarıydı, hiç kayıt yapmamışlardı. İflah olmaz bir kederin içinde barındırdığı güzellikten bahseden minör-yedili bir bölümü vardı ve bunu yirmi dakika, yarım saat çaldılar diye kalmış aklımda, birçok banliyö treniyle ekspres trenin gelip gitmesine yetecek kadar uzun bir süre. Nihayet şehrin yukarı ve aşağı mahallelerinden karşılıklı bir esinti başladı, platformu süpüren, sonra tersine dönen, sonra yine tersine dönen büyük, nemli, sidik kokulu bir rüzgâr, kağıt dolarları gitar kutusundan alıp havalandırıyor, sonbahar yaprakları gibi platformun üzerinde bir yukarı bir aşağı taklalar attırıp savurarak uçuruyor, bu sırada grup çalmaya devam ediyordu. Mükemmel derecede güzel ve mükemmel derecede hüzünlüydü ve platformdaki herkes de biliyordu bunu; hiç kimse eğilip paralara dokunmuyordu.
Ama Franzen, benim ‘’zevksiz’’ diye yanına not düştüğüm sayısız tasvirden de imtina etmemiş romanda. Bir adamın âşık olduğu kadından başka bir şey düşünememesini, ‘’kafam her istasyonunda Anabel çalan bir radyo gibiydi’’ diye anlatmış örneğin. Liseli Doğu Alman kızların sevişme konusunda koydukları sınırların kesinliğini, ‘’parmakla düzülmekle gerçekten düzülmek arasına çizdikleri çizgi, Almanya ile Angola arasındaki kardeşliği alaya almakla sosyalist işçi devletinin başarısız ve sahte olduğunu söylemek arasına çizdikleri çizgiye benziyordu’’ diye tarif etmiş. Bir gazetecinin önemli bir söyleşide işittiklerini aklında tutmakta zorlanırkenki hali için ‘’kısa süreli hafızası, sağılmamış bir inek gibi sancılıydı’’ diyebilmiş. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama yapmayacağım. Franzen’ın sözü zamanımıza dair bir meseleye, mesela karbon salınımına ya da nükleer silahlara filan getirdiği yerlerdeki üslûbunu örneklendirmek de sanırım gereksiz, o bölümlerde körfeze inen sisi veya istasyonda uçuşan paraları anlatırkenki zarafetinden epey uzaklaştığını söylemekle yetineyim.
Purity üzerine son sözüm şu: Franzen çok satan, çok okunan, çok tartışılan ve ne yaptığını çok iyi bilen bir yazar kuşkusuz ama yapmak istediğini, daha doğrusu yapmak istediğini vaktiyle bize ilan ettiği şeyi bir türlü tam olarak yapmıyor nedense, ya da belki yapamıyor.
Knausgård’ın Kavgam’da anlattığı bunalımın, yani kurgusal metinlerde hakikati artık görememe halinin bir başka versiyonunu Franzen bundan yirmi yıl önce, üçüncü kitabını yazarken yaşamıştı. Franzen’ın sıkıntısı, ondan dokuz yaş küçük Norveçli romancıdan farklı olarak, edebiyatın bütünüyle değil, daha ziyade Amerikan romanlarından ve romancılarından beklendiğini düşündüğü şeyle ilgiliydi. Bu beklentiye isyanını, bugün artık kısaca ‘’Harper’s denemesi’’ olarak anılan 1996 tarihli ünlü yazısında[v] şöyle anlatmıştı yazar:
Benim romandan ümidimi kesmemin temelinde, Kültürden Bahsetmek ve Anaakıma Havadis Vermek mecburiyetinde olduğum duygusu ile kendimi en yakın hissettiğim şeyler hakkında yazma, sevdiğim karakterlerde ve yerlerde kendimi kaybetme arzum arasındaki çelişki yatıyordu.
Bu çelişkiyi yaşamasının esasen saçma olduğunu biliyordu artık Franzen; ‘’kendi alternatif dünyasını kurup insanlarla doldururken, büyük toplumsal resmi istese de gözden kaçıramayacağının’’ farkında olduğunu ilan ediyordu aynı yazıda. ''Harper’s denemesi''ni unutulmaz kılan şey ise, başlı başına bir roman manifestosu sayılabilecek nitelikteki şu paragraftı bence:
Bir romandan bizim rahatsız toplumumuzun bütün yükünü taşımasını – zamanımızın sorunlarının çözümüne yardımcı olmasını – istemek bana Amerika’ya özgü bir yanılgı gibi görünüyor. İçlerine sığınılabilecek kadar hakiki cümleler yazmak: Bu yetmez mi? Bu, az şey mi?
Franzen’ın edebiyatta ne yapmak, nasıl romanlar yazmak istediği hakkında fikir verirken, benim bir okur olarak romandan beklediğim şeyi de özetleyen bu kısacık paragrafı, Purity’yi okurken hiç aklımdan çıkarmadım. Keşke Franzen ‘’yetmez mi’’ dediği şeyi daha çok yapmış olsaydı bu romanda. Keşke her sayfada zamanımızın tutanağını tutmaya mecbur hissetmeseydi kendini; romandan bunu beklemek hakikaten bir yanılgı zira.