Jonathan Safran Foer’le, 11 yıl aradan sonra okurla buluşan romanı Buradayım'ı ve gerçek hayatla kurgunun iç içe geçtiği anları konuştuk...
18 Mayıs 2017 14:10
Buradayım, Jonathan Safran Foer’in üçüncü romanı. Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, Her Şey Aydınlandı ve 11 yıl aradan sonra Burdayım. Foer, bu uzun zaman aralığında, evlendi, iki çocuk babası oldu, boşandı ve bir ailenin ve bir parça da dünyanın parçalanma hikâyesini anlattığı romanıyla karşımıza çıktı. Washington D.C.’de yaşayan, üst orta sınıf, Yahudi bir çiftin ilişkisini merkeze alan Buradayım, daha en başından size sıradan heteroseksüel beyaz bir aşk- ayrılık hikâyesi vermeyeceğim diyor. Bununla da kalmayıp ilişki, evlilik, ebeveynlik, din ve orta sınıf konularından yola çıkarak bir bütün dünya eleştirisi yapmaya girişiyor. Hoş, eleştirmeyi kendine dert etmiş gibi de yapmıyor bunu Foer. İç dünyamızda gezindiğimizi, kimliklerimiz arasındaki savaşları çözmeye çalıştığımızı düşünürken bir anda kendimizi, küresel bir krizin ortasında bulabiliyoruz. Bu bile oldukça tanıdık. Buradayım'ın insanda bıraktığı en belirgin his de bu tanıdıklık belki de. Julia'ya, Jacob'a, çocuklara ya da her an sallanacakmış gibi duran bir dünyaya aşinayız. Birçok şey olmak isterken, hem birileri hem kendimiz için "burada" olmak isterken diğer tarafta dünyanın gittikçe kendini yok ediyor olduğu fikriyle her gün yüz yüze geliyoruz.
Jonathan Safran Foer’le, gelecekte yazarın başyapıtı olarak anılacağından pek de şüphemizin olmadığı Buradayım'ı, yazınının değişen odaklarını ve gerçek hayatla kurgunun iç içe geçtiği anları konuştuk.
Aradan geçen 11 yıldan sonra, Buradayım’da farklı bir Jonathan Safran Foer var. Bunun büyük bir cümle olduğunun farkındayım ama okuduğumuz yazar, politik olarak daha keskin, daha eleştirel. Bu yeni yazardan biraz bahseder misiniz?
Bence, bunun yani bu yeni yazarın, siz benden daha çok farkında olabilirsiniz. Çünkü ben, benim işte. Bu tıpkı şunun gibi, sokakta yürüyorsundur, bir anda, uzun zamandır görmediğin bir arkadaşınla karşılaşırsın ve sana çok değişmiş olduğunu, kilo aldığını, zayıfladığını ya da saçlarının farklı göründüğünü söyler. Ve sen buna şaşırırsın, çünkü kendinle bu kadar uzun zaman birlikte olduğunda kendindeki majör değişiklikleri fark etmen kolay olmaz. Ben de yazarken çoğunlukla, kendi duyarlılıklarımın ortaya çıktığını görüyorum. Bildiğiniz gibi ilk kitabım Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, birinci şahıs ağzından bir anlatılan bir hikâyeydi fakat bu kitapta üçüncü tekil şahıs anlatıcı var. Bu da bana daha çok kendim olarak konuşma olanağı vermiş olabilir. Bu da diğer kitaplarıma kıyasla kendi duyarlılıklarımı daha çok ortaya dökmemi sağlamış olabilir.
Buradayım’a dönecek olursak, romanınızda oldukça sert bir orta sınıf, aile ve din eleştirisi görüyoruz. Bu hikâyeyi size getiren ilham neydi?
Bunun doğrudan bir cevabı var mı emin değilim. Genellikle büyük bir andan ya da olaydan ilham almaktansa ilgili olduğum olayların üzerine eğiliyorum gibi hissediyorum. Bir şeyler ilgimi çekiyor ve onun üzerine daha çok düşünmeye başlıyorum. Kitapta iki büyük kriz söz konusu. Bir tanesi kendini keşfetmek diğeriyse deprem. Başlangıçta, “Bu iki konuyla ilgili bir kitap yazmak istiyorum” demedim aslına bakarsanız. Bu daha çok yazma süreciyle alakalı olarak gelişti.
Böylesine iki büyük olay gerçek hayatta olduğunda ne oluyor peki, size ne olurdu diye düşündünüz mü hiç?
Kitapta parmak basmak istediğim konulardan biri de buydu aslına bakarsanız. Böyle şeyler gerçekten başımıza gelene kadar ne olacağını asla bilemeyiz. Ne yapacağımızı, ne söyleyeceğimizi bilemeyiz. Elbette bazı fikirlerimiz vardır. Hepimizin kim olduğumuza dair bir fikrimiz vardır. Fakat kim olduğumuz fikriyle ilgili bir sorun yaşadığımız an olduğumuzu sandığımız kişinin aslında olmak istediğimiz kişi olduğunu fark ederiz. İnsanların bizi görmesini istediğimiz kişiyizdir. Kendime her zaman bunu sormuşumdur, böyle bir savaş olsa ne yapardın, gidip savaşır mıydın? Dürüst olmam gerekirse hiçbir fikrim yok.
Bu soruyu sormamak için kendimi zorladığımı itiraf etmeliyim ama Buradayım, oğullarınızın doğumu ve ardından eşinizden ayrılmanızın ardından ilk romanınız. Ne kadar otobiyografik bir roman bu?
İnsanların olduğunu düşündüğü kadar değil. Tabii ki buna inanıp inanmamak size kalmış (gülüyor). Yani demek istiyorum ki, her şeyin bir anlamı var. Her şeyin geldiği bir yer var, her şey kendini tanımlama çabasının bir parçası ama bu demek olmuyor ki bunun çıkış noktası benim kendi hayatım.
Kitapta daha çok aile ve din konusundaki çarpıcı tespitleriniz ön plana çıkmış olsa da orta sınıf eleştirisi üzerinde durmak istiyorum ben. Bu konuda hiç olmadığınız kadar sertsiniz, satır araları paranın ya da satın alınan eşyanın, gündüz kremlerinin, evlerin, arabaların hayatımızı nasıl etkisi altına aldığını gösteren işaretlerle dolu. Nasıl bu kadar önemli bir konuya dönüştü sizin için bu?
Size katılıyorum, bu konu önceki kitaplarımda bu kadar önemli bir yere sahip değildi. Tam olarak nasıl bu kadar önemli bir konu olarak kitaba girdiğinin belirli bir sebebi yok ama şüphesiz ki kişisel deneyimlerimle alakalı bir durum. Bu nereden geldiğimle ilgili, ailemle değil belki ama benim zamanla geldiğim yerle. Mekân olarak da Washington D.C. sınıf ve ırk konularının oldukça ön planda olduğu bir yer. Bu hikâyenin bu yer için oldukça gerçek olduğunu bilmek beni yönlendiren şeydi diyebilirim.
Hem bir eş hem de bir ebeveyn olmanın zorlukları da kitabın bir diğer önemli konusu. Kendi deneyiminizden yola çıkarsanız aynı anda bir baba ve bir yazar olmak nasıl gidiyor?
Bu iki kimlik bazen birbirine yardımcı oluyor bazen ise daha doğrusu sıklıklaysa olmuyor. Ebeveynlik hem vaktimi hem de aklımı çok fazla meşgul eden bir şey. İnsanın başka bir kimliğe sahip olmasını da güçleştiren bir şey aynı zamanda. Bu konuda toplumun genel yargısından daha farklı bir bakış açım olduğunun farkındayım. Elbette yazdıklarım kendi çocuklarımla ilgili değildi ama ebeveynlik konusunda beni daha fazla düşünmeye ittikleri de bir gerçek.
Fakat bunu öylece söylemek o kadar da kolay değil. Hele de aile olmanın, ebeveyn olmanın bu kadar kutsallaştırıldığı bir dünyada. Ebeveynliğin insanın zamanını alan, başka kimliklerinden çalan bir şey olduğunu bu kadar açık bir şekilde dile getirmeniz konusunda eleştiriler aldınız mı?
İnsanlar sadece öyle değilmiş gibi yapıyor ama bence herkes bunun aslında böyle olduğunu biliyor.
Fakat bunu bilmekle bunu bir kitapta yazmak aynı şey değil…
Biliyorum. Ama hayatımda ebeveyn olmaktan daha zor bir deneyim hayal edemiyorum açıkçası. Zaman ayırmanız, çaba harcamanız gerek. Oldukça gayret gerektiren bir durum. Bunları söylemek ebeveynliği daha az özel bir şey hâline getirmiyor elbette.
Buradayım’la ilgili okuduğum birçok eleştirinin, belki içinden otobiyografik bazı izler çıkarma çabamızdan- bir baba olarak Jacob’a odaklandığını fark ettim. Oysa kitapta babalık kadar oğul olmak da bir sorun. Jacob da hem baba hem oğul ve babasının gölgesinin onu hep takip ettiğini hissediyoruz. Kitaba referansla soracak olursak, İbrahim için oğlunu kurban edecek olmak zordu, peki İshak için babası tarafından kurban edilecek olmak ne anlama geliyordu?
Burada ders çıkarması gereken kişi İbrahim’dir. Anlaşma İbrahim ve Tanrı arasındadır. Fakat İshak bir şeylerin yanlış olduğunun farkındadır, bir şeylerin mantıksız olduğunun. Tıpkı bunun gibi, 13 yaşındaki Sam de ortada yanlış bir şeyler olduğunun farkında. Bazen ebeveynlerden çok şey bekleriz, her şeyi doğru yapmalarını bekleriz. Bu çok güzel bir soru, hem dinî anlatıda hem de romanda odağımızı ebeveynlerden alıp çocuklara çevirdiğimizde orada başka bir hikâyenin de olduğunu fark ediyoruz.
“Buradayım” sözcüğünün anlamını bir de sizden dinlesek? Kitabın adı ve bu sözcüğün kitaptaki yeri arasında bağ çok etkileyici. Size seslenen birine, "efendim" ya da "ne istiyorsun" demek yerine “buradayım” demek, sadece bir ebeveyn için değil, bir âşık, bir partner, bir çocuk kısacası hepimiz için ne anlama geliyor?
Birine “buradayım” demek kendini bütünüyle o kişiye sunmak anlamına geliyor. Tartışmasız olarak sunmak. Soruyu soran kişinin nasıl bir durumda olduğuna, ne istediğine bakmaksızın kendini sunmak... Çoğu insan bu sözcüğü söyleyebileceğine inanır, çoğu insan aynı zamanda farklı kimliklere sahip olmanın mümkün olduğuna inanır. Hem âşık, hem baba, hem çocuk olarak “buradayım” diyebileceğimizi düşünürüz ama bu doğru değildir. Her şey olamayız, her zaman “buradayım” diyemeyiz. Seçimler yapmamız gerekir ki bu seçimler bazen acı vericidir. İbrahim’in Tanrı’ya ulaşmak için oğlundan vazgeçmesi gerekir.
Bu farklı kimliklerimiz arasında her zaman bir savaş olmak zorunda mı? Yoksa birlikte barış içinde yaşamalarının bir yolu olduğuna inanıyor musunuz?
Bunu herkesin kendisinin keşfetmesi gerek. Benim buna bir cevabım var elbette ama bu sizinkiyle ya da bir başkasınınkiyle aynı değil. Bunun yanı sıra henüz içindeki farklı benliklerin huzur içinde yaşadığını söyleyen biriyle de karşılaşmadım. Bütün hayatımız bunu keşfetme ve bununla mücadele etme sürecinden ibaret gibi. Ve bu büyük bir mücadele.