Yakınlarda Bu Bizim Havamız adlı kitabı yayımlanan Jonathan Safran Foer ile alışkanlıklarımız, ritüellerimiz, gezegen halleri ve krizden çıkış yolları üzerine konuştuk.
22 Ekim 2020 16:59
Yakın dönemde şahit olduğumuz kontrol edilemeyen yangınların, iklim krizini ele aldığınız son kitabınız Bu Bizim Havamız’ın yayımlandığı döneme denk gelmesi sanıyorum tesadüf değil. Uzun yıllardır Antroposen’den, yani gezegenin insan eliyle başkalaştırıldığı İnsan Çağı’ndan ve bunun gezegene etkilerinden konuşulurken, bugün Antroposen’i aşarak, yeni bir döneme; Ateş çağına (Pyrocene) girdiğimiz söyleniyor. Steven Pyne’ın, “Kış gelmeyecek, Ateş Çağı’na hazırlanalım” cümlesine binaen, kendimizi bu çağa nasıl hazırlayabiliriz? Tarihe ve iklim tarihine bugünden baktığınızda, gelecekteki hikâyemiz size nasıl görünüyor?
Doğrusu, insanlık olarak kaderimize boyun eğmek zorunda olduğumuzu düşünmüyorum. Bilim bize kaçınılmaz olan şeyleri söylemiyor; olası ihtimaller üzerinden bir spektrum sunuyor. Üzerine konuştuğumuz şey kontrol edilemeyen yangınlar da olsa, eriyen buz tabakaları da olsa, türlerin yokoluşu ya da hava sıcaklığı da olsa, nihayetinde, bazı şeyleri bilmiyoruz.
Fakat yolumuzda ilerlerken, hangi yönde hareket edeceğimizi biliyoruz, en önemlisi, bütün bu olanların sebebini biliyoruz. Endüstri Devrimi’nden bu yana, küresel ısınmanın insan kaynaklı olduğunu biliyoruz. Bugüne baktığımızda, insanlık olarak bir karar verme sürecindeyiz ve bu karar bize ait olacak. Zararın ne kadarına göz yumacağımız, ya da istediğimiz geleceği nasıl yaratacağımız bize kalmış. Nihai olarak, seçimlerimiz, sonuçları da tayin edecek; “Kış asla gelmeyecek mi?” diye soruyorsak, belli olmaz diyorum. Alevlerin ve kıyametin içinde mi yaşayacağız? Her şey mümkün. Her ne olacaksa, o şeyin kaçınılmazlığından ziyade, biz onu seçtiğimiz için olacak.
Ne yaparsak yapalım, bazı kayıpları geri alamayacak, durduramayacak olduğumuz doğru. Bu şekilde ilerlediğimiz, iklim değişikliğinden kaçtığımız, inkar ettiğimiz sürece kayıp daha da büyük olacak. Bu söylediklerim, yumurta kapıya dayandı demek değil. Bu neslin, geleceğe dair seçim yapabilecek “son” nesil olduğunu söylüyorum.
“İlk” aynı zamanda. İçinde bulunduğumuz durumu farkında olan ve bunu çözmek için adım atabilecek “ilk” ve “son” nesil diyebiliriz.
Kesinlikle.
Biz insanlar, hikâye anlatan, hikâye-toplayıcısı canlılarız: Homo-Narrativus, yani, Anlatan-İnsan. Dünyayı anlamak için şeylerin içindeki hikâyeleri arıyor, buluyoruz. Öte yandan, hepimizin acı çektiği zamanlardayız. Katılır mısınız bilmem ama, neredeyse hepimiz bilerek, bilmeyerek acı çekiyoruz. Sizce bu acılardan bir ortaklık, müşterek inşa edilebilir mi? Acı, insanlar arasında ortak bir kavrayış zemini oluşturabilir mi?
Eski bir nükte vardır, “Evvel zaman içinde biri yaşarmış ve hayatı öyle iyi, öyle güzelmiş ki hakkında anlatılacak tek bir hikâye bile yokmuş.” Hikâyeler her zaman yanlış giden bir şeylere cevap verir. Bir tür çatışma, ihtilaf, gerilim de olabilir. Her şey iyiyken, söylenecek hiç bir şey yok gibidir. Bu nedenle hikâyeler daima çatışmayı ve bir tür acıyı da bağrında barındırır. Acıyı kavramamıza yardımcı olmalarının da ötesinde, acıyı kapsamayan bir anlatı düşünmek çok zor.
Acılardan bir ortaklık, müşterek inşa etmek konusuna gelirsek, bundan şüpheliyim. Hiçbirimiz aynı anda ve aynı şekilde acı çekmiyoruz. İklim değişikliği yüzünden halihazırda korkunç acılar çeken insanlar var. Amerika’da yaşayan insanlar onlara kıyasla daha az acı çekiyor, hatta hali vakti yerinde olanlar bu acıların yanından bile geçmiyor, uzunca bir süre de geçecek gibi görünmüyorlar.
Müşterek acıların müşterek irade yaratma gücünü hayal etmek güzel. Fakat yakın gelecekte insanlar arasındaki eşitsizliğe bağlı gerilimin daha da artacağını düşünüyorum. Esas mesele, hangi ülkelerin kendilerini felaketten koruyabileceği; bu, coğrafyadan ya da refah seviyesinden bağımsız çünkü bazıları bunu yapamayacaklar. Bir de, iklim değişikliğinin toplumsal etkileri üzerine düşünen insanlar daha çok barışı değil, savaşı düşünüyorlar.
Çevrecilik, kimi zaman gözle görülmeyen ya da dokunulamayan bir şeyden bahsediyor gibi görünür. Kendi hikâyelerimizi anlattığımızda, onları görülebilen, dokunulabilen bir şeylere dönüştürüyoruz aslında. İklim krizi üzerine de çok çeşitli hikâyeler anlatıldı, anlatılıyor. Etkilendiğiniz, önemli bulduğunuz, ya da size cesaret veren hikâyeler nelerdir?
Bugünlerde beni harekete geçirecek dokunaklı hikayeler bulmakta zorlanıyorum. Bir hikâyenin farklı yorumları bende farklı etkiler yaratabiliyor, aynı hikâye kimi zaman beni üzerken, ilham da verebiliyor ya da o şeyi önemsememi sağlayabiliyor. Ama çok kısa süreli etkiler bunlar. İklim krizi hakkında bazı sayfaların ve paragrafların altını çizerek tanıdığım herkese göndermek isteyebileceğim onlarca kitap var. Gönderdiğim zamanlar da oldu. Bugün bunu yapmam neredeyse imkânsız. Deneyimler benim için tekdüze hale geldi. İklim değişikliği gibi büyük bir olayı gündelik olarak zihnimde barındırmam da pek mümkün değil. Bir karar almam gerektiği her an, bunun çevre üzerindeki olası etkilerini düşünmek zorunda kalıyorum, bununla yüzleşiyorum.
Bunun yanı sıra, bizim ilham beklentilerimizi karşılayacak biçimde anlatılmış bir hikâye örneği var mıdır, bundan emin değilim. Bu Bizim Havamız’da sözünü etiğim şey de bu. Belki de, her gün bu zor seçimleri yapmak zorunda kalmamak için, ilham arayışımıza bir son verip alışkanlıklarımızı ve ritüellerimizi değiştirmemiz gerekiyor. Yaptığımız şeyleri alışkanlık haline getirmek, kendimizi bu yönde şekillendirmek çok önemli. Sizin marketten bir şeyler çalmadığınızı görüp, size, “Neden bir şeyler çalmıyorsun?” diye sormam absürddür. Bir şeyler çalmamanızın sebebi, başkalarının haklarını gözettiğiniz düşünsel bir süreç ya da toplumsal bir mutabakat değildir. Muhtemelen, çalmadığınız için çalmıyorsunuzdur. Bu, üzerine düşünülecek bir karar bile değil. Hayvan yemek konusu da böyle; bir yemekle karşı karşıya kaldığımızda düşünürüz. Bu düşünce süreci ve doğru kararları almak pek çok insan için kolay değildir. Eğer kendi içimizde yemek düzenimizle ilgili belli kararlar almışsak, karşımıza çıkan ya da önümüze gelen yemek kafamız karıştırmaz. Bizi duyguların ve kanaatlerin gündelik ağırlığından kurtaracak olan şey, kurallarımız, ritüellerimiz ve alışkanlıklarımızdır.
Pandeminin ilk günlerinde, medya teorisyeni ve düşünür Franco “Bifo” Berardi, E-flux’ta yayımlanan söyleşisinde insanlık tarihinin sona erişinin gözlerimizin önünde, net bir biçimde gerçekleştiğini ifade etmişti… Aynı günlerde, ev karantinası sırasında sayısız insan ev ve evin halleri üzerine düşündü ve yazdı. Ev nerede başlar, nerede biter vb. Ekoloji kelimesinin kökeni de, Yunanca “Oikos”tan, yani “ev”den geliyor. Son zamanlarda felsefe tartışmalarında da sıkça rastlanan “dünyanın sonu” teması üzerinden, kimi zaman soyut bir hale de gelen oikos/ev düşüncesini siz nasıl yorumluyorsunuz? Eğer dünyanın sonuna geldiysek, evimiz neresi olacak?
İyi kötü, fiziksel bir eve ihtiyacımız var. Soyut bir “ev”de hayatta kalamayız. Nefes almaya, havaya, suya ihtiyacımız var. Yaşanabilir bir gezegene ihtiyacımız var. Evet, evi bir metafor olarak düşünebiliriz. Ve evet, duygularımızı fiziksel mekân kadar tinsel uzama da yerleştirebiliriz. Lakin elle tutulur bir “ev” gereksiniminden de kaçışımız yok. Bir sığınağa, barınağa ihtiyacımız var. En önemlisi de, muhafaza etmemiz gereken ilkelere ihtiyacımız var. Evet, belki de “dünyanın sonu”nun başlangıcındayız, bunu bilemeyiz. Bifo, malumu ilam ediyor. Ama bence bu durum ya da son kaçınılmaz değil. İfadesi oldukça derin olsa bile biraz romantik de tınlıyor. Hatta bu tür söylemleri bizim seçim yapma irademizi örselediği için biraz kof ve cesaret kırıcı bulduğumu da belirtmeliyim. Bugüne kadar konuştuğum bilimcilerin neredeyse tamamı, kaçınılmaz olanın gerçekleşmesinden ziyade bir seçimle karşı karşıya olduğumuzu ifade ediyor. Eğer gezegenin sakinleri olarak dünyanın sonunu seçersek, dünyanın sonunu yaşayacağız. Neyi korumak istiyorsak onu koruyacağız.
Yazarlar ayaklanıp, “Kıyamet geldi, sona gelindi.” gibi açıklamalar yapabilir. Bu bana çok inandırıcı gelmiyor. Fazlasıyla iyimser insanlar için de aynı şeyi düşünüyorum. Aslolan, geleceğe dair çabamız; bu çabayı sarfedecek miyiz, etmeyecek miyiz? Ben aşırı kötümser insanların da, fazlasıyla iyimser olanların da, bu anlamda pek bir çaba sarf etmediğini fark ettim. Gerçeklik, bu ikili karşıtlık arasında sıkışmış durumda.
Kitabınızın “Tufan ve Nuh’un Gemisi” bölümü de bu yaklaşımınızın özeti sayılabilecek satırlarla kapanıyor:
“Bizim dışımızda hiç kimse dünyayı yok etmeyecek ve bizim dışımızda hiç kimse onu kurtarmayacak. En umutsuz koşullar da en umutlu eylemlere zemin olabilir. Tam bir çöküş durumunda Dünya’da yaşamı eski haline getirmenin yollarını bulduk çünkü Dünya’da yaşamın tamamen çöküşüne sebep olmanın yollarını bulmuştuk. Tufan da biziz, gemi de.” (s. 187)
Evet, tam da konuştuğumuz umut ve eylem meselesi üzerine bu satırlardan söz açmanız anlamlı oldu. Dünyanın koronavirüse verdiği tepkiye baktığımda da benzer bir seyir görüyorum. Küresel ekonomi, mecbur kalırsa şayet, kepenkleri indirebiliyor. Mecbur kalınırsa, muazzam miktarlarda paralar harcanabiliyor. Bizler de eğer mecbur kalırsak yaşam biçimlerimizi baştan aşağı değiştirebiliriz. Pandeminin ilk üç, belki dört ayı, bu tür bir dramatik değişime ne kadar hızla adapte olabileceğimizin bir kanıtıydı. Tabii bunu isteyerek yapmadık, dolayısıyla burada küresel bir duyarlılıktan ziyade, insanların kendi yaşamlarına dair duyduğu korku ön plandaydı. Eğer koronavirüs değil de iklim değişikliği yüzünden ölmekten korkuyor olsaydık, muhtemelen gezegeni de kendimizi de kurtarmak için her şeyi yapardık. Amerikalılar iklim krizini dünyanın öbür ucunda yaşayan insanları etkileyen, ya da kendilerini bugünden ziyade uzak bir gelecekte etkileyecek bir şey olarak görüyorlar. Kendimiz için değil de bir başkası için harekete geçme konusunda irademize hükmetmemiz bu kadar zor olmamalı diyeceğim, fakat insanın doğası böyle.
Bugüne kadar yayımlanan neredeyse her kitabınızın merkezinde bir kriz vardı. Yaşadığımız bu günlerin, pandeminin konu edildiği bir kitap yazmak geçiyor mu aklınızdan? Gelecekte pandemiyle alakalı bir külliyat oluşur mu sizce?
Bilemiyorum, bu sürecin ne kadar süreceğine ve alınacak derslere bağlı. Belki gelecek bana daha önce yazmadığım türde bir roman yazdıracak, gerçekten bilemiyorum. Çocuklarımın okula gidemediği ilk günü hatırlıyorum, onlara bu durumun birkaç hafta süreceğini söylemiştim. Şu an bütünüyle başka bir dünyadayız. Bu yıl tekrar okula gidip gidemeyeceklerini bile bilmiyorum. Kültür dünyasının bu duruma nasıl tepki vereceğini tahmin etmek zor. Pandemi üzerine bir şey yazar mıyım, emin olamıyorum, şu aralar böyle bir düşüncem yok. İtiraf etmem gerekirse, doğru düzgün yazamıyorum bile. Aynı anda çok fazla şey oluyor. Koronavirüs, sivil itaatsizlik, Black Lives Matter hareketi, iklim krizi, seçimler… Böyle bir zamanda romancı olmak da zor! Bir sürü önemli şey aynı anda olurken altını çizeceğiniz, üzerine söz söyleyeceğiniz şeye karar vermek kolay değil.
Bu süreçte çevremdeki pek çok insanın yazmanın yanı sıra okumakta da epey zorlandığını duyuyorum, sizde de durum böyle mi? Neler okuyorsunuz bugünlerde?
Pek bir şey yazamasam da yoğun bir şekilde okuduğumu söyleyebilirim. Şu anda okuduğum iki kitap var, birincisi Isabel Wilkerson’ın siyahların göç hikâyesini anlattığı The Warmth of Other Suns adlı kitabı, diğeri de, New York Üniversitesi’nde öğrencim olan Raven Leilani’nin romanı Luster. İkisi de müthiş kitaplar, okurlara ve yayıncılara tavsiye edebilirim.
•