“Geçmişi unutursak, ona dikkat etmezsek, bize saldırmak için geri gelir. Geçmiş her zaman değişir. Biz ilerledikçe değişir, ona her baktığımızda değişir. Bir göz geleceğe, diğeri geçmişe bakarak ilerlemek gerekir. Geçmişin ölü olduğu düşüncesi bana her zaman tehlikeli gelmiştir.”
01 Eylül 2022 19:30
1960 doğumlu Angolalı yazar José Eduardo Agualusa’nın ülkemizde yeni yeni tanınmaya başlayan bir isim olsa da çağdaş edebiyatın epeyce bilinen simalarından biri olduğunu, Portekizce yazan yazarlar arasında ise en önemli kalemler arasında yer aldığını söylemek mümkün. Dilimize de çevrilen Unutmanın Genel Teorisi adlı kitabı ile 2016’da prestijli Booker Ödülü’nün kısa listesinde yer almış olan Agualusa ile yakınlarda Timaş Yayınları tarafından Bengi De Sa Matos Paixao’nun çevirisiyle yayımlanan Yaşayanlar ve Diğerleri kitabı vesilesiyle konuştuk. Neyse ki Agualusa, “bu kitabı pandemiden sonra asla yazmazdım” dese de kitaba dair konuşmayı kabul etti! Yılın farklı dönemlerini Afrika, Latin Amerika ve Avrupa’da geçiren, çok farklı kültürleri deneyimleyen bu heyecan verici yazarla yeni kitabı çerçevesinde edebiyatın kültürleri aşan birleştiriciliğine, çok kafa yorduğunu bildiğimiz dünyamızın gidişatına, geçmiş ve hafızanın doğasına, edebiyatta kahkahanın yerine ve sevdiği yazarlara dair konuşmak çok heyecan vericiydi.
Röportaja geçmeden önce, Agualusa ile konuşmayı benim için ayrıca özel kılan ve bu röportaj sayesinde kendisiyle de paylaşma imkânı bulduğum bir hatıramdan kısaca bahsetmek istiyorum: Ekim 2020’de erkek arkadaşımı kanser nedeniyle kaybettim. Benim için oldukça zorlu geçen bir yas dönemi oldu. Yaklaşık üç ay boyunca hiç kitap okuyamadım ki, benim gibi çok okuyan biri için bu oldukça olağandışıydı; kelimelerin bende tetikleyebileceği duygulardan korktuğum için kitaplardan ürker olmuştum. Üç ayın sonunda bir şeyler okumaya hazır hissedip kitaplığımın karşısına geçtiğimde elim daha önce hiçbir kitabını okumadığım Agualusa’nın Unutmanın Genel Teorisi eserine gitti; o sırada bir unutma fobisi yaşadığım, onunla ilgili bir şeyleri (sesini, sözcüklerini, gülüşünü…) unutmaktan çok korktuğum için belki. O kitaptaki iki cümle benim iyileşme sürecimin temel parçalarından biri oldu:
“Başkaları tarafından özlenen insanlar cennete giderler. Cennet başkalarının kalbinde işgal ettiğimiz yerdir.”
Benim durumumda bir insana bu iki cümlenin nasıl teskin edici bir etkide bulunduğu tarif edebilmek zor. Hiç tanımadığım bir insanın, ayak basmadığım bir ülkede vaktiyle yazdığı satırların gelip beni bulması ve ayağa kalkmama yardımcı olması, her şeyin karanlık göründüğü bir zamanda dünyada hâlâ sihirli ve ışıltılı bir şeyler olduğunu anımsamamı ve edebiyatla yeniden barışmamı sağlamıştı.
Sırf bu iki cümle için bile müteşekkir olduğum Agualusa ile derinlemesine sohbet etmek benim kişisel tarihim açısından müthiş bir deneyimdi. Umarım sizler de söyleşiden keyif alırsınız ve eğer Agualusa ile tanışmadıysanız bu vesileyle kendisini tanıma ve keşfetme arzusu duyarsınız.
***
Portekiz, Angola, Brezilya ve Mozambik ekseninde bir hayat sürüyorsunuz. Muhtemelen “kendinizi nereye ait hissediyorsunuz” sorularından bıkmışsınızdır. Kitabınızdaki karakterlerden biri olan Ofélia’nın bir gazeteciye verdiği “ben hiçbirinden değilim, ben palmiye ağaçlarındanım – seni kahrolasıca” yanıtını işitmemek için bu soruyu sormayacağım, ama şunu sormak isterim: Edebiyatın ülkelere veya kıtalara göre sınıflandırılabileceğini düşünüyor musunuz? Örneğin Abdulrazak Gurnah’ın Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasıyla son bir yılda “Afrika edebiyatı” çok daha fazla konuşulur oldu. Edebiyattaki Avrupa, Latin Amerika ve Afrika geleneklerini göz önüne alınca, siz edebiyatınızın bunlardan herhangi birine daha yakın durduğu görüşünde misiniz? Yoksa bir diğer karakterinizin (Cornelia) dediği gibi, önemli olan edebiyatın coğrafyasından bağımsız olarak kim olduğu, ne söylediği midir?
Tüm hayatımı sınırları sorgulayarak geçirdim. Başka türlü söyleyecek olursam, insanları ve eserlerini etiketleme girişimleri beni biraz rahatsız ediyor. Aslında bu etiketleme görevini yerine getirmek giderek daha zor hale geliyor ve belki de bunu yapmanın hâlâ mantıklı olup olmadığını sorgulamakta fayda var. Birden fazla kimliğe sahip veya birden fazla ülkeye ait olduğunu hisseden daha fazla insan var artık; tüm insanlıkla özdeşleşen daha fazla insan var. Ülkelerimizin birbirinden çok farklı olması ve doğal olarak farklı edebiyatların bu muazzam çeşitliliği ifade etmesi anlamında, “Afrika edebiyatı”ndan bahsetmek bana “Avrupa edebiyatı”ndan bahsetmek kadar saçma geliyor. Örneğin Türk edebiyatı ile Portekiz edebiyatı arasında ortak noktalar var mı? Tabii ki var, Türk ve Amerikan edebiyatı arasında da ortak noktalar olduğu gibi. Güney Afrika’da üretilen edebiyatla Angolalı yazarların ürettikleri edebiyat arasında benzerlikler olacaktır ama Angolalı yazarların çoğunun kendilerini Brezilya, Kolombiya ya da Küba edebiyatlarına daha yakın hissettiklerini söylemeye cüret edeceğim. Benim açımdan öyle. J.M. Coetzee’yi çok severim ama o benim “ailem” değil. Gabriel García Márquez benim “ailem”; genç Kübalı yazar Marcial Gala da – bunu damarlarımda hissediyorum.
Tam sözü getirdiğiniz yerden devam edelim ve Latin Amerika’ya uzanalım o halde. Malum, coğrafyanın edebiyatla ilişkisi denince akla ilk gelenlerden biri Latin Amerika ve boom kuşağı ile tanınan büyülü gerçekçilik akımı oluyor. Büyülü gerçekçilik her ne kadar artık bir çatı terim gibi kullanılıyor olsa da, Kübalı yazar Alejo Carpentier’nin yaptığı “büyülü gerçekçilik” ve “büyülü gerçeklik” ayrımı kitabınızı okurken sık sık aklıma düştü. Carpentier, 1975 tarihli ünlü konuşmasında “büyülü gerçekliğin” baroktan türediğini, gerçekliğin altüst olmuş özel bir biçimi olduğunu, ve özellikle Latin Amerika’nın yerli ve Afrika ve kültürü köklerine dayalı gerçeğinin Avrupa’dan gelenlerin kültürüyle de karışarak biçimlenen bir özel tür olduğunu ileri sürer. Bu tanımlamayla düşününce eseriniz büyülü gerçekçi değil, büyülü gerçek tanımlamasına daha yakın duruyor gibi hissediyorum. Siz ne dersiniz?
Kesinlikle katılıyorum. García Márquez, Fidel Castro’nun daveti üzerine, o sırada ülkemde Güney Afrika tarafından desteklenen isyancı gerilla güçlerine karşı savaşan Küba birlikleri hakkında yazmak için 1977’de Angola’yı ziyaret etti. Márquez bu ziyaretin kendisini çok etkilediğini itiraf etmişti. Yazar Angola’da, Kolombiya’da içinde büyüdüğü merak ve popüler mitolojiyle kirlenmiş gerçekliğin aynısını buldu. Angola’da, Luanda gibi bir Afro-Avrupa Katolik bileşeniyle harmanlanmış, hem Avrupa hem Afrika soyundan gelen kişilerin yaşadığı, neredeyse 500 yıllık canlı bir şehir kültürüne sahip olan nispeten eski şehirlerde bile, kırsal dünyanın varlığı ve onun kendine özgü mitolojisi ve dünya vizyonu hâlâ çok belirgindir. Angolalı yazar Pepetela’nın “Animist Gerçekçilik” olarak tanımladığı şey budur.
Yaşayanlar ve Diğerleri’nde bir edebiyat konferansı için bir araya gelmiş yazarların bir adada mahsur kaldığı birkaç günün öyküsünü okuyoruz. Siz kitabı yazdıktan çok kısa süre sonra pandemi başladı ve hepimiz aslında kendi küçük adalarımızda mahsur kaldık ve tıpkı kitabınızdaki yazarların yazdığı karakterlerle karşılaşmaları gibi biz de kendimizle ve kafamızdaki hayaletlerle baş başa kaldığımız bir dönem geçirdik. (Kitabınızdaki Uli Lima Levy’nin “gerçeklik, kurgunun tesadüfen ortaya çıkan bir alt ürünüdür” cümlesini haklı çıkaran bir hadise!) Bu kitabı pandemiden önce değil, sonra yazmış olsaydınız bir şey değişir miydi? Sizce bizim deneyimimiz ve kitabınızdaki yazarların deneyimleri ne tür paralellikler / farklılıklar gösteriyor?
Bu kitabı pandemiden sonra asla yazmazdım. Asla! Pandemiden sonra tek istediğim, pandeminin hepimize empoze ettiği klostrofobi duygusundan kaçmak oldu. Bu kitabı yazdığımda, “sonun yaklaştığının” belirginleştiği ve yayılmaya başladığı fikriyle yaşıyordum: Bir döngünün sonuna geldiğimiz fikriyle. Bunun hakkında konuşmak istiyordum, acilen konuşmaya ihtiyacım vardı ama her şeyden önce kelimenin gücü hakkında yazmak istedim – hikâye anlatmanın gücü. İncil’in başında da yer alan, “sözün gerçekliği yarattığı” fikriyle yola çıktım.
Unutmanın Genel Teorisi ve henüz dilimize çevrilmediği için okuyamadığımız A Sociedade dos Sonhadores Involuntários’un (Gönülsüz Hayalperestler Derneği) ardından Daniel Benchimol karakteri Yaşayanlar ve Diğerleri’nde tekrar karşımıza çıkıyor. Sizi Daniel Benchimol’ün öyküsünü yazmaya iten, kitapta söylediğiniz şekliyle, onun da sürekli ortaya çıkıp “sokakları ele geçirmesine” sebebiyet veren şey nedir? Ve kendisinin öyküsünü (ki bu kitabın sonunda geleceğine dair kehanetler de alıyoruz) okumaya devam edecek miyiz?
Daniel Benchimol benimle bazı çocukluk anılarını, ilgi alanlarını ve biyografik verileri paylaşıyor ama Angola’nın yakın tarihinin yorumlanması gibi birçok açıdan bakıldığında da benden farklı. Kimlik ve ötekilik arasındaki bu akışkan çizgi üzerinde çalışmayı seviyorum. Yani belki yeniden ortaya çıkar ama sonraki projelerimde değil. Şu anda Angola’nın merkezî dağlık bölgelerinde 19. yüzyılın başlarında geçen bir roman ve biyografi üzerinde çalışıyorum.
Bir distopya gibi başlayan Yaşayanlar ve Diğerleri (elektriksiz, dünyadan kopuk günler geçirmekte olan insanlar) sonlara doğru bir ütopyaya dönüşüyor sanki. (Spoiler vermemek için sadece “sokaklarda dans eden insanlar” demek istiyorum.) Sizce içinde yaşadığımız tuhaf zamanların sonunda da bizi bir ütopya bekliyor mu? O çocuklar gibi dünyayı kazarak altından yeni bir dünya çıkarabilecek miyiz?
Evet… Daha önce de söylediğim gibi, bir döngünün sonuna geldiğimize inanıyorum. Yaşadığımız bu garip ve korkunç günlerden sonra daha güzel günler gelecek. Donald Trump veya Jair Bolsonaro gibi değişime direnen, kadınların zaferini kabullenemeyen, cinsel azınlıkların sesini bastıran, doğayla ve diğer canlılarla ilişkimizi yeniden tanımlamamız gerektiği fikrini kabullenmeyen insanların temsil ettiği şeylere, bu modası geçmiş düşünce tarzına karşı bir mücadele içindeyiz. Bu düşünce tarzı son yıllarda güç kazanmış gibi görünüyor, ancak işin aslına bakacak olursak sadece mücadele ediyor. Her halükârda, ilerlemenin ve sağduyunun zaferine inansak bile, arkamıza yaslanıp oturmamalıyız. Bu eski düşünce tarzına karşı her gün savaşmak zorundayız.
Bukalemunlar Kitabı’nda isimlerinin ve geçmişlerinin yeniden icat edilmesini isteyen karakterler,Unutmanın Genel Teorisi’nde kendini bir eve kapatıp zamanı durduran bir kadın vardı. Yaşayanlar ve Diğerleri’nde ise karakterlerin gelecekleri, geçmişleri ve bugünlerinin iç içe geçtiği bölümler görüyoruz. Tüm bu eserlerin ortak noktası sanki zamanı eğip büküyor ve geçmişi objektif değil, sübjektif bir şeye dönüştürüyor olmaları. Proust’ta da geçmişin daima yeniden şekil alabilir ve değişken, anıların da aslında hatırlanan nesnel gerçeklikler değil, yeniden inşalar olması gibi... Kitabınızın çıkış noktası olan kale mimarı ve çocuk arasındaki konuşmada çocuk da “geçmiş var olmadan var olur, kimse geçmişe gidemez” diyor. Geçmiş ve geçmişin şimdiki zamana içkinliğine dair bize neler söyleyebilirsiniz?
Bukalemunlar Kitabı’nda “geçmiş asla geçmez” diyen başka bir karakter hatırlıyorum. Geçmişi unutursak, ona dikkat etmezsek, bize saldırmak için geri gelir. Geçmiş her zaman değişir. Biz ilerledikçe değişir, ona her baktığımızda değişir. Bir göz geleceğe, diğeri geçmişe bakarak ilerlemek gerekir. Geçmişin ölü olduğu düşüncesi bana her zaman tehlikeli gelmiştir.
Geçmişten şimdiye dönelim: Kitabınız bir yanıyla çok bugüne dair, bir yanıyla çok zamansız. Edebiyatın sanki kendine ait bir zamanı varmış ve o zamanın kuralları belliymiş gibi davranan pek çok yazar var. Sizse Instagram’dan WhatsApp’a, bugün hayatımızın birer parçası olan pek çok unsura metinde yer veriyorsunuz ve bu kitabınızın sihrinden hiçbir şey eksiltmiyor. Gündelik, bugüne dair ve evet belki de geçici olanı (20 yıl sonra kitabınız okunurken Instagram’ın ne olduğunu belki bir dipnotla belirtmek gerekecek!) edebiyata katmak sizce neden daha yaygın bir pratik değil? Sizin bu konudaki duruşunuz nedir?
Yeni dillerle, yeni teknolojilerle çalışmanın tehlikesi, bunların hızla eskimesidir. Yaşadığımız zamandaki varlığından bahsetmek ve onu kabul etmek ise farklı bir şey.
Okuduğum üç kitabınızda da kitabı elimden bırakıp kahkaha attığım bölümler oldu. Yaşayanlar ve Diğerleri gibi “dünyanın sonu”nu anlatan bir eserde bile çok absürd, çok eğlenceli bölümler vardı. Asık suratlı, ciddi ve büyük tespitler yapan edebiyatın sonu geldi mi sizce? Ve daha genel bir soru olarak, romanın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Tüm aksiliklere rağmen, adadaki konferanstan bu konuda bir ortak görüş çıktı mı? :)
Ben kahkahaya değer veren bir ülkede büyüdüm. Angola’da tüm sosyal sınıflardan, tüm etnik kökenlerden insanlar, talihsizliklerine gülmeyi ve hayatı fazla ciddiye almamayı öğreniyor. Alay etmek ve özellikle de kendi kendinle alay etmek beni her zaman büyüleyen, olağanüstü bir zekâ tezahürüdür. Kahkahalara “saldıran” ve ironiyi anlamayan dinlere ve siyasi sistemlere güvenmiyorum. Tüm o “siyah gözlük” takan, “gri giyinen”, “ciddi” politikacılara güvenmiyorum. Rol modelim hâlâ içten gülüşü ve renkli gömlekleriyle Nelson Mandela.
Son olarak sizi bulmuşken kendim için bir soru sormak istiyorum. Sevdiğim yazarların sevdikleri yazarları keşfetmekten büyük haz alıyorum, bu sayede pek çok yazar tanıdım. Gabriel García Márquez, Vargas Llosa, Jorge Amado ve Jorge Luis Borges’i sevdiğinizi biliyoruz. Bu listeye yapacağınız eklemeler olursa, duymayı çok isterim.
Nobel ödüllü yazarınız Orhan Pamuk, Julio Cortazar, Bruce Chatwin, Fernando Pessoa, Senghor, Sophia de Mello Breyner, Nicolás Guillén, Breyten Breytenbach, Ruy Duarte de Carvalho, Ana Paula Tavares, Luandino Vieira, Mia Couto, Jeffrey Eugenides, Philip Roth, Jonathan Safran Foer, Chimamanda, David Grossman ve daha birçok yazar.
Nefis bir liste oldu; umarım yayınevlerimiz bu listeden eserleri henüz dilimize çevrilmemiş yazarları keşfetmek için faydalanırlar! Bu içten ve ufuk açıcı söyleşi için çok teşekkür ederim.
•