Necla Kuglin: Elbette hepimiz “dil/din/ırk/cinsiyet ayrımı” olmadan eşitliğe inanıyorduk. Dahası sosyalizmin, kadını gerçekten eşit ve bağımsız kılacağı tek düzen olduğu inancındaydık. Ama inanmakla uygulamak arasında dağlar kadar fark var
25 Ekim 2018 13:40
68 Hareketi'nin 50. yılı vesilesiyle hazırlanan Devrimci Portreler kitabı vesilesiyle “Devrimci portreler erkek mi?” başlığıyla bir yazı yazmıştım. Kitabın içinde 68’li kadınlarla ilgili yer alan iki yazıdan biri eski 68’liler Birliği Vakfı Başkanı Necla Kuglin’in imzasını taşıyordu. Kuglin yazımı okuduktan sonra bana ulaştı ve yazımda ifade ettiğim eleştirilerle ilgili düşüncelerini paylaştı. Kuglin aslında yazısında 68’li kadınların hakkını veremediğini, buna fırsatı da olmadığını ama söylenecek çok şey olduğunu ifade edince bu söyleşi fikri doğdu. Hem 68’de devrimci kadınların varlığını, hem de var olmaya çalışırlarken karşılarına çıkan engelleri konuşmaya karar verdik.
“Devrimci Portreler” kitabına yazdığınız yazının eksik kaldığında hemfikir olmamız üzerine, 68’deki kadınların var olabildiği ve var olamadığı noktaları konuşmak için yapıyoruz bu söyleşiyi. Ama önce şunu aydınlığa kavuşturalım istiyorum, yazınız neden eksik kaldı?
Kitabın tasarımı, hazırlığı ve ortaya çıkışı sürecinde hiçbir bilgim yoktu. Zaten 2011 başından bu yana Bodrum/Gümüşlük’te yaşıyorum ve büyük şehir karmaşasından olduğu kadar bu tür bilgilerden de uzaktayım. Kaldı ki, Hikmet Çiçek arkadaşımı da yıllardır görmemiş, haberleşmemiştim.
Sakince Çocuk Müzesi işleriyle uğraştığım bir gün Bedri Baykam’dan davet geldi: 68’in 50. yılı dolayısıyla düzenlediği etkinliklerden söz etti, serginin açılışına davet etti ve bir panelde konuşmacı olmamı istediğini iletti. Açılışa gidemedim, ama panele yetiştim. Panelden hemen sonra, o gün mutlaka katılıp beni dinlemek istediği hâlde gelemediği için üzüldüğünü söylemek üzere Sarp Kuray aradı. Konuşmanın bir noktasında da, Hikmet’in kitabından ve bana ulaşmak istediğinden söz etti.
Daha doğrusu şöyle: Hikmet kitap hakkında görüşünü almak üzere birçok arkadaşı aramış ve kitabın fazla erkek dolu olduğu, en azından birkaç kadın arkadaşa da yer vermesinin iyi olacağı yönünde bir eleştiri almış. Hararetle “68’li bir kadın” ararken, Sarp beni önermiş. Ben nazlanmaları sevmem, Hikmet’le görüştük, durumu anlattı, 10 gün içinde benden yazı istedi. Bense İstanbul’dan Ordu’ya, oradan da Ankara’ya geçecek ve rutin sağlık kontrollerimi yaptıracaktım. (Fazla trajediye kaçmadan: meme kanseri ameliyatı ve tedavisi sonrası en az 5 yıl devam edecek olan 6 ayda bir kontroller!) Yani hesapça 2-3 gün zamanım vardı ve yazının da fazla uzun olmaması gerekiyordu. (Hikmet bu konuda kısıtlama getirmedi, ama benim algıladığım buydu.) Başka kadın arkadaşlara ulaşamadığı, ulaştıklarının da onu beklettikten sonra çeşitli nedenlerle yazı vermediklerini de sonradan öğrendim. Bunlar beni rahatsız etmez, böyle olduğu için kendimi istepne gibi hissetmem. Ortada bir iş vardı, katkı yapıp yapamayacağım sorusu vardı, ben de yapmayı seçtim. Hem de hep istediğimi yapıp Ankara’nın kadınlarını yazdım.
Ama yazıyla ilgili şöyle sorunlar vardı: ister istemez adları unutulmaya bırakılmış birçok arkadaşın adı geçecekti, kendilerinden izin istemeden zikrettim. Belki de bana kızacaklar, bunu göze aldım. Bazı bilgiler flulaşmıştı, araştırma ve doğrulama şansım yoktu, dolayısıyla kesin olmayan bilgileri eledim. Amacı anma, yani bir tür güzelleme olan bir kitapta detaylara girmek, eleştirileri araya sıkıştırmak benim yapacağım bir şey değildi. Dolayısıyla epeyce ayıklayarak yazdım.
Sanırım asıl eksik kalan, o kadınların 68-71 öncesi ve sonrasında verdikleri mücadeleyi yansıtabilmektir. Yani devrimci harekete katılabilmek için, evdeki korumacı baskıya karşı verdikleri mücadeleden başlayarak, toplumda, karşı güçler karşısında ve hatta devrimci ilişkilerinde yaşadıklarını yansıtmak mümkün değildi, olamadı. Kadın kimliğini inkâr ederek=erkekleşerek değil, kadınlıklarını kullanmadan kadın olarak var olan öncü kadınlardan söz ediyoruz. Bu tip rol modeli kadınlar Cumhuriyet’le birlikte hayatın her alanında, özellikle de bilim, sanat ve edebiyatta öne çıkmıştı. Ama bizler siyasette, siyasetin de en riskli alanında, sosyalistler olarak bambaşka bir boyutta var olma mücadelesi verdik. Bağırıp-çağırarak değil, belki çok bilincine vararak da değil, ama hayatın her alanında sosyalist ahlakı ve ilişkileri oturtma mücadelesi bizlerin omuzlarına bindi. Bence kadınların devrimci hareketteki varlığını değil, asıl bu mücadelenin sınırlarını ve sonuçlarını konuşmamız gerekiyor.
Biraz da bu söylediğiniz meseleye giriş olması açısından şunu sormak istiyorum. Kitaba kadın devrimcilerin son dakikada yerleştirilmesi 68’li erkeklerin tutumu konusunda bize ne söylüyor? Geçmişte 68 hareketi içinde kadınların karşılaştığı tutumla paralel buluyor musunuz bu tutumu?
Kötü niyetle bakarsan “Vay, bunlar kadınlara hiç önem vermezler zaten. Bak işte yine böyle olmuş birileri eleştirince uyanıp zevahiri kurtarmaya çalışmışlar” diyebilirsin. Ama ben başka türlü görüyorum: ancak bu kadar olabilirdi, olayın özü bu.
O yıllarda henüz çevremizde çokça tartışılmayan konular vardı. Biz önce sloganları tartıştık: “Sosyalist Türkiye” mi, yoksa “Bağımsız Türkiye” mi diye slogan atalım konusu aylarca gündemdeydi. İşçi sınıfının öncü/önder olup olamayacağı, gerilla hareketinin kırlardan mı şehirlere, yoksa tersine mi başlatılması gereektiği daha aktüel konulardı.
Kadın hakları, değinilip geçilen bir konuydu. Elbette hepimiz “dil/din/ırk/cinsiyet ayrımı” olmadan eşitliğe inanıyorduk. Dahası sosyalizmin, kadını gerçekten eşit ve bağımsız kılacağı tek düzen olduğu inancındaydık. Ama inanmakla uygulamak arasında dağlar kadar fark var. Sosyalizmi beklemeden kendi sosyal yaşamımızda o idealleri ne kadar yansıtmaya başlayabildik, işte bu sorgulanmalı.
Sosyalist erkek arkadaşlarımız yüzlerce yıllık geleneklerin bizden daha fazla etkisindeydi. Benim iddiam şu ki: kadın, sosyalizmin açtığı yolu benimseyince gerçek eşitliği hissediyor ve bir daha asla geri dönüşü olmuyor. Bizler de “Kızlar onu yapmaz! Kızlar oğlanlarla laubali olmaz! Kızlar tek başlarına sokakta gezmez, sinemaya, tiyatroya gitmez!” yasaklarıyla büyüdük. Hatta kızlar “öff, canım sıkılıyor” bile diyemezlerdi, koca istedikleri sonucu çıkarılırdı. Biz bunları kırıp atınca nasıl rahatladık, hayatımız ne kadar kolaylaştı ve renklendi!
Aynı zamanda sırf erkek oldukları için ağabeylere-kardeşlere hizmet etmek, sözlerini dinlemek, yasaklarına boyun eğmek de son buldu. Babalarımızla (ve kimi zaman daha da tutucu olabilen annelerimizle) çatır çatır kavga ederek erkek arkadaşlarımız olabileceğini, mitinglere katılacağımızı, birkaç günlük gezilere çıkacağımızı, gece arkadaşlarda veya yurtta kalmayı kabul ettirdik. Her gün başka bir tartışmayı göze alarak sokakta gazete satmaktan gecekondu semtlerinde dolaşmaya kadar bir sürü “hak”kı kazandık.
Erkek arkadaşlar bize karşı öncelikle korumacıydı. (“Kızlar bu mitinge/eyleme gelemez” tavrı gibi) Sonra, eğer örgütsel veya kişisel bir bağ varsa kontrolün kendilerinde olacağını var sayıyorlardı. Gelenekleri kırmak kolay mı? Siyasî bölünme dönemlerinde kendinden farklı düşünen karısına/sevgilisine “Sen nasıl benden başka türlü düşünebilirsin?” diyen arkadaşımı unutmadım. Kimi sevgilisini zulada bir şeyler saklanan eve kapatıp “kapatma” yapmanın, kimi dağlara çıktığımızda omuzdaşı kadın arkadaşının “herkesle (dolayısıyla kendisiyle de!) yatacağını” hayal ederek yolunu bulmaya çalıştı. Daha birçok örnek verebilirim. Özeti şu: yol uzun, erkeklerin vazgeçmek zorunda kaldıkları alışkanlıklar, gelenekler ve haklar o kadar geniş bir alanı kapsıyor ve o kadar köklü ki, onları da anlamak lazım. Her ufak kazançla bizim yaşam alanımız genişlerken onlarınki daralıyor. Behice Boran koğuşta bir gün bana hayatımız en büyük derslerinden birini vermişti: “‘Sosyalist oldum’ demekle olunmaz. Kılcal damarlarına kadar sosyalist gibi düşünebilmeli ve ona göre yaşamalı insan. Hayatındaki her ilişkiyi, her detayı, her davranışı sosyalist ahlaka dayalı duruma getirmek gerekir.”
Öyleyse toplumsal cinsiyet eşitliğinin “sosyalist ahlaka” içkin olduğunu mu düşünüyorsunuz? Ülkemizdeki sosyalistlerin programatik olarak bu konuda yeterince çalıştığına inanıyor musunuz?
Sosyalist ahlak, insanlığın ortak bilgisinin tarih süzgecinden damıtarak çıkardığı en insani ve en ileri sistemin kaçınılmaz temelidir. Bana eğer sosyalizmi uygulamaya geçiren ülkelerde bu ahlakın hâkim olup olmadığını sorarsanız, “Allahın bildiğini kuldan niye saklayalım?” Bin yılların kültürü, yerleşmiş hatta genetik kodlara yansımış davranış biçimleri birkaç on yılda kökten değişebilir mi? Ama yadsınamaz gerçekler de var: öncelikle insanlık varlığını sürdürebilmek için bu ahlakî yapıya kavuşmak zorunda, başka yolu yok. Ve ne kadar eleştirsek de, sosyalist ülkeler de buna doğru adımlar attılar.
Bu ahlak anlayışı her şeyden önce kayıtsız-şartsız eşitliğe inanmakla ölçülür. Hiçbir başka kritere bakmaksızın her canlı aynı temel haklara sahip olarak yaşabilmelidir. Her bireyin yaşamak, insanca beslenmek ve barınmak, temiz havadan-sudan yararlanmak, eğitime ulaşmak, yeteneklerine ve isteklerine uygun iş bulmak, sağlık desteği almak, dini inançlarını ve cinselliğini tercihlerine göre yaşamak, yaşlılığında açıkta kalmamak hakkı var veya olmalı değil mi? Bu ilkeler bütün dinlerde olduğu gibi sosyalizmde de var. Ama yüzyıllarca “kadınların ruhu var mı yok mu” tartışması yapan Hristiyanlıktan, ya da kadını ikinci cins kabul eden İslamiyetten farklı olarak, “cesur yeni dünya dini” kadını ve çocuğu tam haklara sahip bireyler olarak değerlendirir.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi, Çocuk Hakları Beyannamesi vb de bu amaçla hazırlanmadı mı? Peki uygulamada hangi noktadayız? Bir de tabii bizim daha önce şiddetle reddettiğimiz veya görmezden geldiğimiz bir gerçeklik var: bazı “kapitalist” ülkeler bu konuda neredeyse bizim hayal ettiğimiz kadar ileri adımlar atabilmiş durumdalar. Mesela İskandinavya ülkeleri… Ancak oralarda bile gerek devletle ilişkilerde, gerekse birebir ilişkilerde eskinin tam yok olmadığı yolunda emareler görülebiliyor.
Sosyalistlerimiz bu konuda elbette düşünüyor, tartışıyor. Ama hayata geçirmek o kadar zorlu bir adım ki, sabah kalkıp “Bugün böyle davranayım” demekle olmuyor. Kadınlar becerdi-erkekler beceremedi/beceremez diye bir ayırım da yapmıyorum. Hepimiz için zor bir durum: yetmiş yıllık yaşamım bu mücadeleyle belirlendi. Her an, her yerde, iş yerlerimizde, hastanelerde, trafikte, alışverişte, oturduğumuz apartmanlarda, denize girerken, sırada beklerken ters bir olay oldu mu, bizim kuşak fırt! diye ortaya çıkıp hakların ve adaletin savunmasına geçiyor. Huysuz ihtiyarlar kadrosu!
Çünkü bizden sonraki kuşaklarda, hele 90’lardan sonraki kuşaklarda bize hiç aşina ve sempatik gelmeyen bir kayıtsızlık, aldırmazlık, kendi çıkarını ön planda düşünme tavrı var. Toplum aynı bile değil, 1960’lara göre fersah fersah gerilemiş durumda. Bizim kaldırmak için uğraştığımız “babam/kocam bilir”ler, kız istemeler, kına geceleri, çeyizler, ev döşemeler artık hararetle kabul görüyor, hatta isteniyor. Biz öğretmenlerimiz etek boyumuza karışmasına tepki gösterirdik, gepegenç kadınlar “başını örtme hakkından” söz ediyor. Onu da bırak; kumayı, muta nikahını, kadının mirastan hak almamasını, çocuk gelinleri savunuyorlar. Medya artık sadece kontrol etmiyor, belirliyor.
Çocuklarımız büyüdü, yetişkin oldu, torunlarımız bile üniversite çağına geldi. Biz hâlâ aynı ilkeleri yaşama geçirmeye, etrafa yaymaya uğraşıyoruz. Bizler devrimci ilkelere sıkı sıkıya bağlı kalmak diye tepindikçe, etrafı bizi gerici olmakla veya eskiyi aramakla suçluyor.
Yanıtınızın içinde “cinselliğini tercihlerine göre yaşamak” cümlesi geçti ama burayı biraz açalım istiyorum. Toplumsal cinsiyet sorunu bugün sadece kadın ile erkek arasındaki bir sorun değil. LBGTİ+'ların mücadelesinin yolu sık sık feminist haraketle kesişti. 68’de bu konudaki farkındalık ne düzeydeydi? Ülkemizdeki ile dünyadaki 68 hareketlerini bu açıdan karşılaştırabiliyor musunuz?
Bu soruya, bir soruyla cevap vereceğim: bu konudaki farkındalık dünyanın en “ileri” ülkelerinde ne düzeydeydi o yıllarda? 1980’lerde AIDS çıkıp da Rock Hudson gibi ABD’nin gözbebeği bir aktörün eşcinselliği konuşulmaya başlamadan önce kaç kişi konuşabiliyordu bu konularda?
Örneğin, Alman 68’lileriyle konuşurken, bana çok ilginç şeyler anlattılar. Bilindiği gibi Almanya çok geniş ve etkili bir 68 yaşadı. Anne ve babalarının Nazi dönemindeki konumlarını, suçlarını sorgulayıp toplumdaki suskunluğu kırdılar. Ama en büyük başarılarından birinin, o dönemden kalma “ihbar etme zorunluluğu” yasasını tartışıp kaldırmak olduğunu söylediler. Bu yasaya göre Alman kızların, erkek yurtlarına; ya da erkeklerin kız tarafına girmesi kesinlikle yasakmış ve böyle bir şey olursa, bunu görüp ihbar etmeyen suçlu oluyormuş. Böyle bir şey aklımıza mı gelirdi?
1996 yazında İstanbul’da toplanan Habitat sürecinde, biz 68’liler Birliği Vakfı olarak ABD alternative ekibini ağırladık. Daha doğrusu, içlerinde Black Panther ekibinden gelme arkadaşlar da olan bir ekip, vakfı ziyaret edip de 6. Filo’ya karşı direnişlerin fotoğraflarını görünce, ev sahibi olarak bizi istedi. Habitat boyunca hep bir aradaydık. Dünya 68’lilerini davet edip Maçka Parkı’nda yaktığımız ateşin başında Moğollar konseri verdik, Joan Baez ve Bob Dylan şarkıları söyledik.
Onlar bizde 68’in ne kadar yoğun yaşandığına, dünya hakkında ne kadar bilgili olduğumuza hayret ettiler; biz de onların o zaman tartıştıkları konuların ne kadar da bize benzediğine. Bizde nasıl öncüler vardıysa, onlarda da riyakâr ABD ahlak anlayışını yıkmak için kendini ailesinden soyutlayarak ortaya atanlar olmuş. Vietnam’a savaşmaya gitme çağrılarını yakmak kadar; Hippilik, Woodstock, West Side Story, Hair; hepimizi etkilemedi mi?
Bir İsveçli arkadaşım, 1969 yılında bana doğum kontrolünden söz ettiğinde ve bunu yanımdaki arkadaşlara tercüme etmem için ısrarcı olduğunda, utancımdan kıpkırmızı olmuştum. Benzeri bir utancı, o zaman yayınlanan ve aslında hepimizi aydınlatan Eros Cinsel Bilgiler Ansiklopedisi nedeniyle de yaşadım. Fasiküller hâlinde yayınlanan tüm sayılarını yanıma almış, ciltletmeye götürürken bizim fakülteden bir arkadaş gördü ve ödünç almak istedi. Salaklığa varan iyi niyetli saflığıma geldi, verdim. Hem bir daha geri gelmedi, hem de hakkımda gizlenmeye çalışılan tebessümlerle çeşitli yorumlar yapıldı.
Devrimci hareket bu gibi “uç” konularda epeyce mahcup ve tutucuydu. Birçok arkadaşım (erkekler de) “kimsenin cinsel tercihi beni ilgilendirmez, ben onun kafasına, düşüncelerine bakarım” diyor. Ama gerçekten böyle mi, bilemiyorum.
Ben çok genç yaşta gey bir arkadaşımla bu konularda açıkça konuşabildiğim için kendi adıma cevap verebiliyorum: benim içimde en ufak bir fobi yok. Kendim için de “öyle bir eğilimim olsaydı, hiç çekinmeden üstüne giderdim” dediğim çok olmuştur. Daha iyi olurdu; bir kadını, ancak başka bir kadın anlayabilir çünkü. Ama o gey arkadaşımı yukardaki sözlerle “hoş gören” devrimci arkadaşımın, ona kızdığında en ağır küfürlerle cinsiyet kimliğini gündeme getirdiğine bizzat tanığım.
Bu bir yana, aynı devrimci arkadaş, üstelik kendisi de Avrupa’da mülteciyken, benim Alman eşime sünnetsiz oluşunu seslendiren küfürleri savurabildi.
Başka bir arkadaşım da, Alman eşimle evlenirken, nikah törenimize gelmeyişini, yakınların gitmesine de engel oluşunu anlattı. Gerekçesi “bizim kız bir gavurla evleniyor” olmuş! Bunu yıllar sonra kendisi itiraf etti ve özeleştiri yaptı. Şimdi çok farklı düşünüyor ve davranıyor.
Demem o ki: öğreniyoruz. Biz hâlâ öğreniyor ve değişiyoruz. Elli yıllık yaşamımızı belirleyen teknolojik gelişmeleri izliyoruz. Sosyalist ülkelerin yıkımına, kendi ülkemizdeki askerî darbelere, işkencelere, katliamlara tanıklık ederken, her adımda değişiyor ve öğrenmeye devam ediyoruz.
Ve sizin kuşaktan, sizden sonrakilerden ricam bu: bizi yargılarken bu gerçeği unutmayın. Biz bu gün bile toplumun en ileri, en öğrenmeye ve gelişmeye açık grubuyuz. Çünkü gepegençken zihinlerimiz, tarihi ve diyalektik materyalizmle parladı. Tarihe, ekonomiye, sanatın her dalına önem verdik. Yapabildiğimiz kadar eğitim sistemini değiştirmeye çalışırken, asıl okul dışında ve her ortamda (hapiste, sürgünde, kaçaklıkta, işsizlikte, mültecilikte) öğrendik, öğrettik, spor yaptık, sanatsal becerilerimizi geliştirmeye çalıştık.
Kuşkusuz ki niyet yargılamak değil… Ancak geçmişi eleştirel bir gözle değerlendirmeye ihtiyacımız var. Herhangi bir dönemi ya da grubu ne yerden yere vurmak ne de “dokunulmaz” ilan etmekten yanayım. Biliyorum ki siz de öylesiniz, bu röportajın yapılma nedeni bu zaten. Birbirimizi anlamak. Yeri gelmişken sorayım, 68 eleştiriye açık bir hareket miydi? Kendi içinizde genel eğilimler, yanlışlar olsun, kişisel zaaflar olsun eleştiri mekanizmalarını sağlıklı şekilde (kimseyi kırıp dökmeden ama açık yüreklilikle) işletebiliyor muydunuz? Özellikle lider konumundaki kişilerin eleştiriye yaklaşımı nasıldı? Ve örgüt yapıları buna müsaade ediyor muydu? Bu söyleşinin merkezindeki meselemiz olmasından ötürü ayrıca sormak istiyorum; eleştiriyi yapan kişinin cinsiyet kimliği bir önyargı yaratır mıydı?
Zaten bir grup insana toptan değer biçmek, başından yanlış olurdu. Ben de hem harekete, hem kendimize, en çok da kendime eleştirel bakabilmeye çalışıyorum. Ama genç kuşakların, daha önce hiç görülmemiş biçimde, güçte ve yaygınlıkta, yaşanan isyanın, çok özel bir yerinde ve zamanında yaşananları, olayların üzerinden elli yıl geçtikten sonra anlaması çok zor olmalı. Teknik gereçlerden tut da, geleneklere ve günlük ilişkilere dair pek çok şeyi anlatmaya çalışmamızın nedeni de bu zaten. Dünya çok hızlı değişti, teknik gelişmeler açısından olumlu, ama birçok başka açıdan olumsuz bir ivme var.
Tersi de doğru: bilmiyorum 70’lerde doğan sizler (benim kızım da bu kuşağa dahil), 2000 sonrası çocuklarını kolayca izleyebiliyor musunuz? Biz de sizi anlamakta zorlanıyoruz. Çok basit alışkanlıklarda: örneğin buluşmak için sözleşip, sonra yirmi kere birbirinizi cepten arayıp, sonra yine de buluşamadığınızı görünce hemen anlatmaya başlıyoruz: “O zaman cep telefonu mu vardı? Biz birbirimizi 14.57 gibi bir saatte sokağın ortsında bulmak için sözleşirdik de kolayca buluşurduk!” Biraz komiğiz, biliyorum.
Gelelim sorunun cevabına: biz çok şakacı ve neşeli bir kuşaktık, bakma sonra yaşananlara... Onca acının ortasında devamlı şakalaşır, espriler üretir, “mavra” yapardık. Eleştiri ve özeleştirinin sosyalist ilişkilerde çok önemli bir ahlak sorunu olduğunu kavradıktan sonra hızlı bir şekilde yaşama soktuk. Belki de en çabuk ve içten benimsediğimiz ilkelerden biriydi, her toplantıda ve ortamda eleştirmek, “özeleştiri vermek” gündeme gelirdi. Hatta bir ara o kadar abartıldı ki, “Yap bir özeleştiri, çık masanın üstüne, at kendini yerden yere” diye kendimizle dalga geçmeye de başladık. Biri eleştiriye tepkisel yanıt verirse, ayıplanırdı. Kavga çıkmaz mıydı? Bağıra-çağıra, hatta bazen ellerin ayakların da katıldığı kavgalar olurdu. Ama sonu hep sarılmakla, kolkola girip kahkaha atmakla biterdi. Kin gütmezdik, birbirimizin arkasından konuşmazdık. Bu benim hep uygulamaya ve yaygınlaştırmaya çalıştığım ilişki biçimidir.
“Lider”lere gelince: bazıları çok sekterdi, eleştiriye kapalıydı. Ama bu arkadaşlar kitlesel öğrenci hareketinde lider olarak kalamadılar. Kendi küçük gruplarının tartışılmaz lideri oldular ve hareketin büyük kısmı onları “takmamaya” başladı. Ama gerçek liderler, eylemlerin içinde doğal olarak sıyrılıp öne çıkanlar, sadelikle şakacılığın karışımı tavırlarıyla da liderdiler.
Cinsiyet ayrımı? Bak, güzel bir anekdot: Kırmızı-Beyaz Aydınlık ayrışmasında (Kasım 1969) bizim DTCF Sosyalist Fikir Kulubü fena bölündü. Haftalık toplantılarda tartışmalar iç bayıltacak kadar uzun sürüyor, ortaya kitaplar dökülüyor, herkes şehvetle konuşup duruyordu. İşte öyle bir toplantıda ben söz isteyip bir şeyler söyledim. Karşı taraftan bir arkadaşa da soru sordum. Cevap vermedi, bocaladı, kızardı, sinirlendi, panikledi ve ağzından “oportunist”, “sol sapma” benzeri suçlamaların yerine “orospu!” çıktı. Ben yerimden fırladım, ama herkes aynı anda ayağa kalktı, ortalık birbirine girdi ve başkanımız Gün Zileli kendi grubundan olan arkadaşı fena hâlde haşlayıp susturdu. Bununla da yetinmedi: benden arkadaş adına özür dileyerek tüm grubunu toplayıp toplantıyı terk etti. Sonrası daha ilginç: ben bu olayı da, bu küfürü savuran ve sonra utancından bir daha benimle konuşamayan arkadaşı da unutmuş gitmiştim. Kırk yıla yakın bir süre sonra karşılaştığımızda, Gün bu olayı hatırlattı ve dahası, bir kere daha özür diledi.
Kitle örgütünden gizli örgütlere geçilme sürecinde her şey değişmeye başladı. Ben, 1972 yazı başında (Deniz’ler idam edilmiş, Kızıldere katliamı daha yepyeniyken) bombalı eylem yapılmasına karşı çıkıp önerenleri eleştirdiğimde (-ki, öneriyi uzaktan gönderen de benim o zamanki sevgilimdi) tabii ki korkaklıkla, acizlikle, hatta hainlikle bile suçlandım. Ama “sen zaten kadın olduğun için..” şeklinde değil de, “sen zaten işçilerle çalışa çalışa…” diye başlayan cümlelerle pasifistleşmekle suçlandım. Olsun, ben dediğimde direndim. Sonuçta eylem hakkında tereddütler yaşayan arkadaşlar da etkilendi, hatta en keskin savunmacı da vazgeçti ve toplu bir katliam önlenmiş oldu.
68 Hareketi içinde kadınlar öne çıkmak istediğinde, karar mekanizmalarına katılmak için aday olduklarında engelleyici tutumlarla karşılaşırlar mıydı? Bu konuda pozitif ayrımcılık meselesi konuşulur muydu?
Doğrudan bir engellemeye rastlamadım. Yani: “Sen kadınsın, bu görevi/işi sen yürütemezsin” denmedi hiçbir zaman; ama hissettirildi. Bence bölünmelerden sonra gruptan gruba değişen ölçekleri var bunun. En “erkek” denen gerilla hareketlerinin gizli örgütlenmelerinde, “kadınlar daha iyi espiyonaja geliyor” diye birçok önemli görev onlara rahatlıkla verilebildi. Liderlikte sorun vardı, hep oldu. Hatta ben 68’liler Birliği Vakfı başkanı olduğumda da bu konu çok konuşuldu. Oysa önümüzde somut olarak parti başkanlığı yapmış bir Behice Boran örneği vardı. Bence burada insanlara kadın-erkek diye değil, liyakatten bakılmalı. Seyhan=kadın değil, Seyhan=Seyhan Erdoğdu’dur. Söyledikleri, yazdıkları, yaptıkları, yaşantısı, insan ilişkileri vb o insan oluşturur. Seyhan örneğini verdim, çünkü Seyhan’ı hiç kimse “Vahap Erdoğdu’nun karısı” diye tanımaz; adıyla ve işiyle bilir. Önemli olan bu değil mi?
Belki hoşuna gitmeyecek, ama bunu da söylemek zorundayım: ben pozitiif ayrımcılığı da çok doğru bulmuyorum. Biz zamanında “Yahu, şurada bir-iki de kadın olsun” diye bir fikre sahip olmadık. Tabii ki Meclis’e, Belediye Meclisine, hele “Kadın ve Aile” konularıyla ilgilenecek olan bakanlıklara, komisyonlara mutlaka yarıdan da fazla kadın girmesi için çalışılmalı. Ama o bakanlığa gelip de ettikleri laflara bakınca, kadınlıklarından ve kadın olmaktan utandığım kadınlar gelse ne olur, gelmese ne olur?
Açık söyleyeyim: ben şahsen bir göreve ya da sorumluluığun başına kadın olduğum için değil, becerilerim, yeteneklerim, vizyonum, kapasitem ve yapabileceklerimle gelmek isterim.
60-68 arasında dünyada feminist hareketin ikinci dalgası yaşandı. Türk solu içerisinde bu hareket nasıl değerlendirildi? Buna karşı nasıl bir tavır alındı? Yok mu sayıldı, tartışıldı mı?
Elbette hepimiz Angela Davis’i izliyorduk. Leyla Halid uçak kaçırdığında, sokakta oyununu oynayanlar bile oldu. (Tıpkı “Deniz Gezmişçilik” oynandığı gibi.) Bader-Meinnhoff grubunun kaderini adım adım izledik gazetelerden, dergilerden. Ama bizde “kürtaja özgürlük”, “sütyenler fora”, “bedenim benimdir, ister doğururum, ister doğurmam” gibi bir hava olamazdı, olmadı da. Aynı şekilde, bizde yargılananlardan hiçbiri hâkimlerin önünde, yere kakasını yapıp “Sıçarım sizin adaletinize!” de demedi. Toplumdan topluma değişen direniş biçimleri vardır.
Kadın hareketini biz de ilgiyle izliyor ve sosyalist hareketteki kadın konulu kitapları, yazıları tırım tırım tarıyor, öğrenmeye çalışıyorduk. August Bebel’i kızlar bir grup olarak okuyup tartıştık. Belki pek sözü edilmez, ama Taylan Cemgil’in öldürülmesinden az bir zaman sonra “Devrimci Kadınlar Derneği” kuruldu, başkanlığını da çok yanılmıyorsan annesi Necla Özgür yürüttü. Unutmamak lazım ki, 70 sonlarındaki “İlerici Kadınlar Derneği”nin de, 80’lerde başlayan feminist hareketlenmenin de ön saflarında 68 kuşağından kadınlar vardı. Mor Çatı’nın kurucularına bir bak, kaç 68 kuşağı kadını göreceksin.
Tartışmaz olur muyuz? Biz her türlü fikir alışverişini ve tartışmayı aşkla seven bir kuşağız. Erkeklerle de, kendi aramızda da tartıştık. Hatta bir arkadaşla İstanbul Gayrettepe 1. Şube hücrelerinde 2-3 gece başbaşa kaldık ve orada da tartıştık. Uzak Doğulu bir kadın lideri bilemedim diye bana çok kızmıştı. Kadınsam bilmek zorundaydım, o da kendince haklı; ben de..
Beni kadın hareketinin en çok hangi yönü ilgilendiriyor, biliyor musun? Şiddete maruz kalan kadın ve çocuklara korumak için neler yapıldığı. Sözle aşağılamaktan tacize, tecavüze ve sistematik işkenceye kadar uzanan bir şiddet tablosunda, failler hep erkek-hedeflerse erkek/kadın/eşcinsel/çocuk ve hatta hayvan olabiliyor. Bence bunu konuşmalıyız. Cesaretimizi toplayıp soralım bakalım: sosyalist erkekler bu konuda bizimle birlikte mi, değil mi?
Kadının katılmadığı bir devrim olmayacağı gibi, erkeğin anlamadığı, katılmadığı ve savunmadığı bir eşitlik de olamaz. Bizim eşitlik mücadelemizin ön safında erkekler de yer almayı becermelidir.
Biliyorum, artık erkeklerin biyolojik varlık nedenlerinin bittiğini, onlarsız her şey yapılabildiği gibi artık sperme gerek kalmadan çocuk da üretildiğini söyleyip “erkeklere son” hareketi başladı. Ama işte hâlâ birlikte yaşıyoruz ve daha da yaşayacağız, en az birkaç kuşak daha. Demek ki, onları da eğitmek de bize düşüyor.