Yayınevlerinin karar mekanizmaları neden erkeklerden oluşuyor? Yetenekli, işini iyi yapan kadın editörler, yayıncılar bu kadar mı az? Edebiyat okurunun ağırlıklı olarak kadınlardan oluştuğu dağa taşa yazılmışken, şunu mu iddia ediyoruz: Kadınlar okur ama yazamaz?
04 Temmuz 2019 10:00
Kendine ait oda nasıl bir mekân; neleri içeriyor, neyi temsil ediyor? Oda sadece bir oda mıdır?
Öncelikle başkalarına ait olan tüm yargıların dışarıda kaldığı bir odadır orası. Özgürce düşünebildiğin, yazabildiğin, istediğin hikâyeyi istediğin şekilde anlatabildiğin bir mekândır. Kaybolabildiğin, saklanabildiğin, böylece dış dünyanın tüm gereklerinin seni unutmasını sağlayabildiğin bir yer. Sana ait olmayan şeyleri dışarıda tutabildiğin, kendine ait bir alan.
Yazma eylemi bir başına yapılan bir şeydir. Tıpkı tek başına oynayan çocuk gibi, yazar da bir dünya kurgular ve orada oyun oynar. Çocuk, yetişkinlerin dünyasında fiziksel olarak varlığını korurken, oyun hâline geçtiğinde âdeta görünmezlik zırhına bürünmüş olur. Yazarın kendine ait odası da bir görünmezlik zırhıdır. Ancak bu görünmezlik hâli yanıltmasın, orası fildişi bir kule değildir.
Mekânsal olarak bir odaya sahip olamayabilir de yazar. Bu oda yazarın bağımsızlığının metaforudur. Herhangi bir oda değil, “kendine ait” bir odadır. Bazen gerçek bir oda, bazen mutfak masası, bazen bir kafetarya, bazen bahçe olabilir. Ama asıl olarak “kendine ait oda” yazarın yazarken ihtiyacı olan “tüm kendine aitlikleri,” onu başkalarından ve koşullardan bağımsız kılacak her şeyi temsil eder. Yazarın bağımsızlığının olmazsa olmazı, kendine ait bir ekonomi yaratabilmiş olmasıdır. Kendine ait ekonomi, kendine ait zaman demektir.
Doğduğumuz aile ve toplum cinsiyet eşitsizliğiyle karşılar bizi. Kadın olarak doğan bir insan yavrusu ile erkek olarak doğan bir insan yavrusunun eşit koşullarda büyümediğini, kız çocuklarının çok daha baskıcı bir ortamda var olmaya çalıştığını tartışmaya gerek yok.
Kendine ait bir odanın kurulabilmesi için öncelikle ihtiyacımız olan, psikolojik ve sosyolojik bir zemin. Kadın yazarın kendini, kuşatıldığı toplumsal normlardan sıyırabilmesi; “Babam, kocam, komşu ne der, çocuğum büyüyünce okursa ne düşünür” gibi sorulardan kurtarması gerekir. Bu, kişisel çabayla aşılabilecek bir sorun değildir. Sorunun kaynağı patriyarkanın yarattığı kültürün kendisidir. O yüzden, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin aşılması yönünde atılan her adım, her kültürel ve sosyolojik dönüşüm kadın yazarın kendine ait odasını kurmasında ona yardımcı olacaktır. İçselleştirdiğimiz “Eller ne der?” söylemi tartışıldıkça, aşılmaya çalışıldıkça yazan bir kadının kurduğu her cümlede hissettiği o suçluluk duygusu da hafifleyecektir. Çünkü bizde bu cümleyi içselleştiren, o kültürdür. Kültür değiştikçe, içimizdeki ses de yerini başka seslere bırakabilir. Böylece kendine ait odanın penceresi biraz daha genişleyebilir, içeri biraz daha hava ve ışık girebilir.
Yaratma eylemi sanatçı için bir kaçış gibi görünür. Baskıdan, otoriteden, belirlenmiş zamandan, başkalarının belirlediği bir hayattan kaçış. Fakat bu kaçış verili hayata rağmen yeni bir hayat kurgulamayı hedeflediği için esasında bir kaçış değildir. Geçici bir geri çekiliştir belki. İçe dönen yazarın bu eylemindeki amaç daha güçlü şekilde dışarı yönelmektir. Kurulan her cümle aslında dışa doğru bir hareketi de içinde taşır. Yazar hem kendi kendine hem dışarıya konuşan kişidir. İç dünyasında kurar, irdeler, oyun oynar; sonra da dışarıya seslenir.
Dönelim ekonomik özgürlüğe. Ekonomik yükler insanın zihninde ve ruhunda öyle bir baskı oluşturuyor ki, değil özgürce üretmek, sağlıklı düşünmek bile mümkün olamıyor. Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada; sadece kadın yazar için değil, erkek yazar için de yazarak ayakta kalabilmek, bir ekonomi yaratabilmek, hayatı idame ettirebilmek hemen hemen imkânsız. Hâl böyle olunca, yazarın kendine ait bir odaya sahip olması zorlaşıyor. Kaldı ki bu zorlukta bile erkeklerle koşullarımız eşit değil.
Bir kadının yazmaya karar vermesi ve bunu hayata geçirebilmesinin psikolojik ve sosyolojik bazı engellere takıldığını biliyoruz. Her şeyden önce, kadının yazmaya soyunması aileden başlayarak birtakım engellerle karşılaşıyor. Kadının çalışma hayatına katılmasının bile yeni yeni kabul gördüğü bir toplumda yaşadığımızı unutmayalım. Kadının entelektüel faaliyetlerinin küçümsenmesi, özünde ruhsal bir soyunma olan sanatsal üretiminin ahlakî önyargılarla karşılaşması da cabası.
Bugün dünyanın hiçbir yerinde, eğer çok satar kitapların yazarı değilseniz, yazarak hayatınızı idame ettirmeniz mümkün değil. Kitap telifleriyle geçinen yazar yok denecek kadar az. Yazarlar başka işler de yapmak zorunda kalıyor. Kadın için de böyle, erkek için de böyle bu. Yani yazarlık çok pahalı bir iş. Oysa biz hayattan çaldığımız zamanlarda yazı masasına oturabiliyor, kendimize ait o odaya (varsa) saklanabiliyoruz.
Yayıncılık piyasasının yazarlardan talepleri vardır ve bu talepler her dönem değişir. Bir dönem denir ki, aşk yazın çok satarsınız. Bir zaman konjonktürel politik romanlar ısmarlanır. Başka bir dönem gelir, “öykü satmıyor, roman yaz” vaktidir. Bu, apaçık piyasanın yazar üstündeki sistematik şiddetidir. Yazar bu dayatmalara direnmezse, özgürce ve kendi amacına göre üretmekten feragat etmiş olur. Eseri kendine ait olmaktan çıkar. Piyasa onu sonunda bir yazıhaneye kadar sıkıştırır. Yazar artık üretim bandında çalışıyordur.
Sistem, yazarın özgürce üretmesinin önüne engeller çıkarırken, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı kültür burada da etkisini gösteriyor. Demin sözünü ettiğim engeller cinsiyet farkı tanımaksızın her yazarın önüne çıkıyor olmakla birlikte, kadın yazarın karşılaştığı ekstra engeller de var. Başka sektörlerde kadın ile erkek nasıl eşit koşullarda değilse, yayın dünyasında da durum farklı değil. Herhangi bir sektörde çalışan bir kadın için ekonomik bağımsızlık zaten zorken, söz konusu zorluk kadın yazar için katbekat büyüyor. Kadın yazar her iki alanda da savaş veriyor. Bir yanda ekonomisini kurtamak için farklı işlerde çalışırken, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin pratik meseleleriyle boğuşuyor. Bu boğuşmadan kendini kurtarabildiğinde, ona kalan zamanda yazmaya çalışıyor. Ve bu kez de “edebiyat piyasası”ndaki ayrımcılıklarla baş etmesi gerekiyor. Kadın yazarın odası kuşatma altında.
Yetiştiği ortam ne olursa olsun, bir kadının yazdıklarını ortaya çıkarmasının birtakım zorluklar içerdiğinden söz ettik. Diyelim bunlar aşıldı ve kadın yazar ilk eserini bir yayınevinden içeri sokmaya cesaret etti. Bu aşamadan, kitabının yayınlanması ve sonrasındaki sürecin tamamı kadın yazarın sınavıdır. Zira yayın ve edebiyat dünyası, içine doğduğumuz patriyarkal kültürün etkilerinden kendini kurtarabilmiş değil. Kadının karşılaştığı en hafifinden önyargılar, zihinsel emeğine yönelik burun kıvırmalar, entelektüel yetilerinin küçümsenmesi edebiyat tarihinin tozlu sayfalarında kalmış hikâyeler değil. Bugün rüştünü ispat etmiş dünyaca ünlü kadın yazarların karşılaştığı zorlukları okuyup kederlenen çağdaşımız erkeklerin eskiye gitmelerine gerek yok. Virginia Woolfların, Sylvia Plathlerin, George Sandların yaşadıklarının benzerini bugünün dünyasında bizler de yaşıyoruz hâlâ. Ve pek çok erkeğin (yazarından yayıncısına, eleştirmeninden dergicisine) bu kederde payı var. Söyledikleri söylemedikleri; yaptıkları yapmadıklarıyla…
Erkek ismiyle yazmamız gerekmiyor belki ama eril edebiyat piyasası kadın yazara en basitinden erkekleşmeyi dayatıyor. Metninde, dilinde, üslûbunda, kurgusunda, edasında… Kadın yazar, kimliğinden taviz vermeden, onu koruyarak yazarsa ve var olmaya kalkışırsa, bu piyasanın çarklarında öğütüleyeceği baskısını hissediyor.
Edebiyat dünyasındaki erkek egemenliğinin hissedildiği somut alanlar nedir? Birkaç örnek: Ana akım yayınevlerinin yönetim kurullarına, patronlarına, yayın yönetmeni dağılımına baktığınızda, erkek egemen bir kadrolaşma olduğunu görürsünüz. Oysa yayınevlerinde kitapların hamallığını üstlenen kadınlardır. Hem de her aşamada. Editörlerin, tashihçilerin, dizgicilerin, PR’cıların çoğu kadındır. Baş editörler, yayın yönetmenleri, yayın kurulu başkanları gibi pozisyonları tutanlar ise ağırlıklı olarak erkektir. Bu ne anlama geliyor? Yayın piyasasının proleteri kadınlardır. Karar mekanizmalarını ise erkekler tutmuştur.
Demek ki, kadın yazar dosyasını kolunun altına sıkıştırıp bir yayınevinin kapısını çaldığında, onu karşılayacak ve eserini değerlendirecek olan kişi çoğunlukla bir erkektir. Buradan erkek olmanın o kişiyi eril bir zihniyete mahkûm edeceği sonucu çıkmasın elbette. Kuşkusuz ki içlerinde bu zihniyeti aşmış olanlar ya da aşmaya çalışanlar vardır ama ben egemen kültürden ve psikolojiden söz ediyorum. İstisnaların kaideyi bozamadığını biliyoruz, değil mi?
Belki de şu soruyu sormalıyız: Yayınevlerinin karar mekanizmaları neden erkeklerden oluşuyor? Yetenekli, işini iyi yapan kadın editörler, yayıncılar bu kadar mı az? Edebiyat okurunun ağırlıklı olarak kadınlardan oluştuğu dağa taşa yazılmışken, şunu mu iddia ediyoruz: Kadınlar okur ama yazamaz?
Bir başka örnek: Popüler dergiler. Ağırlıklı olarak edebiyatçıların kalem oynattığı bu dergilerin yazar kadrosuna baktığınızda göreceğiniz manzara hiç de parlak değil. Memlekette kadın yazar kıtlığı varmış gibi dergi sayfalarında erkek yazar resmigeçidi. Pastanın çileği gibi araya serpiştirilmiş birkaç kadın yazar. Onlar ki mizanpajda bile ayrımcılığa maruz kalırlar. Derginin en ücra köşelerine yerleştirilirler. Dergiyi yalayıp yutan okurdan değilseniz, rastlamazsınız bile.
Tabii, dergi yöneticileri buna itiraz edecekler, diyecekler ki “Biz erkekmiş kadınmış diye bakmıyoruz; popülerliğine, tanınırlığına ve edindikleri saygın pozisyona bakarak yapıyoruz sıralamayı.” Tabii haklılar, işleri bu, derginin satması gerek. Tabii canım, iddianız popüler dergi çıkartmak. Ancak zaten piyasadaki o “ünlü” ve “saygın” titrlerinin edinilmesinde de yazarın cinsiyeti önemli bir rol oynadığından, kadın yazar açısından değişen bir şey yok. Popüler dergilerin yayın yönetmenleri belki de şu soruyu sormalılar kendilerine: Piyasa koşuluna tamamen uyumlu bir dergi mi çıkaracak, yoksa konfeksiyon üretmediğini, kültür sanat alanıyla uğraştığını hatırlayıp kadın yazarın önündeki engellerin hiç değilse bir kısmının kaldırılmasına katkıda mı bulunacak?
Dergiler önemlidir. Hepimiz biliyoruz ki en azından telif ödeyen dergiler yazarlar için bir ekonomik kaynak oldu. Yazar, irili ufaklı telifler sayesinde öykü yazarak hiç değilse faturasını ödeyebiliyor. Fakat bu küçük hava deliğinin önü de erkekler tarafından tutulmuş durumda. Ayrıca dergiler yazarların kendini okura tanıtması açısından da hatırı sayılır bir imkân sunuyor. Bu tanıtım kotası ise yine daha çok erkeklere ait.
Hâl böyle olunca, kadın yazarlar piyasada var olabilmek için yazı yazabilecekleri, müstakil kadın dergileri çıkarmak zorunda kalıyorlar. Kadın meselesine odaklanan kuramsal, politik, feminist dergiler olacak elbette, burda bir sorun yok. Sadece kadın edebiyatının konuşulduğu dergilerin çıkarılması da mümkün. Fakat kadın sorunlarını irdeleyen dergi çıkarmak başka şey, kadınların kendilerine yazı yazabilecekleri mecra yaratmak için dergi çıkarmak zorunda hissetmeleri başka. Bir tür tecrittir bu. Kadın yazarları topluca edebiyat dünyasının merkezinden kenarlarına itmektir. Bu mesele yayın dünyasının pembe otobüsüdür.
“Ben sana kendine ait bir odan olmasın demiyorum, olsun tabii, şurda bir sandık odası var, gel oraya küçük bir masa atalım, misler gibi oda olur. Yalnız evin salonu, misafir odası, koridorları, mutfağı, banyosu benim. Kendi odanda dilediğince üretebilirsin. Ürettiklerini benim kamusal alanıma taşımak istersen o zaman bakarız, bunu hak edecek bir şey ürettin mi değerlendiririz. Değerlendiririz derken işte ben, komşumuz filan bey; alt kattaki falan bey; apartman yöneticisi feşmekân bey; muhtar filankes bey…”
Durum budur.
Bu manzaraya bakınca, görüyoruz ki edebiyat dünyası ve yayıncılık piyasası toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı sonuçlardan azade değil. Kuşkusuz ki, bugünden yarına değişmeyecek bunlar. Kadın yazarlar, eleştirmenler, editörler, dergiciler, dizgiciler, PR’cılar olarak sözümüzü söylemeyi, karşılaştığımız her türlü eril dayatmaya taviz vermeden direnmeyi, dayanışma içinde olmayı sürdüreceğiz.
Başka neler yapmamız gerektiğini de konuşmaya ihtiyaç var. “Piyasa”da erkekler tarafından tutulmuş pozisyonlara daha çok talip olmaktan başlayarak, kadının varlığını ısrarla hissettirmemiz gerekiyor. Dergilerin ve yayınevlerinin yönetim ve yazar kadrolarında kadınların daha çok yer alması için iradi bir müdahale şart. Okurların, yazarların ve yayıncıların kadın bakış açısına ihtiyacı var: kadın gözüne, kadın zihnine, kadın algısına.
Kadın ve erkek yazarlar olarak yazma eyleminin ekonomik bir karşılığı olması konusunda birlikte ısrar etmek, burdan taviz vermemek öncelikli işlerden biri. Bitmiyor. Kadın yazarın kendine ait bir odaya sahip olması, kendine ait bir ekonomi ve kendine ait bir zamana sahip olmasına bağlıdır. Bunun sağlanması için kendisinin çabasının yanında erkek meslektaşlarının ve mesleğinin öteki bileşenlerinin değişip dönüşmesine gereksinim var. Okuyan yazan; sanatla, bilimle, felsefeyle uğraşan insanlar olmanın bizi eril zihniyetten kendiliğinden ve büsbütün biçimde koruyamayacağı gerçeğiyle yüzleşmemiz lazım. Bize ihale edilen, üstelik kanıksadığımız rollerden sıyrılmamız lazım. Bizim normalimiz eril aklın normali değildir. Alışkanlıklarımızı sorgulamalı, zamanı, işi, sorumluluğu eşit şekilde paylaşmakla ilgili cümlelerimizi hayata geçirmeliyiz. Toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki feminist ve pro-feminist teorilerin pratik karşılığını görmeye ihtiyacımız var. Hemen şimdi, bugünden başlayarak. Çünkü çok zaman kaybettik.