İpek Hüner Cora: Kadının görünürlüğü çok sınıfsal bir mesele...
28 Mart 2019 11:00
Kadınların mekânla kurdukları ilişki ve değişen mekânlara göre farklı görünürlükler kazanmaları, günlük yaşantılarımızda olduğu kadar akademi dünyasında da sıkça üzerine düşünülen meselelerden biri.
Doktorasını 2018’de Chicago Üniversitesi Yakın Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü’nde Osmanlı edebiyat tarihinde hikâyeler, toplumsal cinsiyet ve cinsellik üzerine tamamlayan, 2018-2019 döneminden beri de Boğaziçi Üniversitesi’nde yarı zamanlı olarak ders veren İpek Hüner Cora, çalışmalarını erken Osmanlı edebiyatında farklı aktörlerin mekânla ilişkisi üzerine sürdürüyor. Cora, kadınların edebî metinlerdeki görünürlüklerini sorgularken siyah ve beyaz arasında kalan griliklere odaklanmanın önemini hatırlatıyor ve metinlere geçmişe dair atfettiğimiz doğrulardan sıyrılarak bakınca doğacak yeni yorumların zenginliğine dikkat çekiyor.
Cora ile kadınların mekânla ilişkisinin Osmanlı edebiyat tarihindeki izlerinden günümüzde bu ilişkinin değişen dinamiklerine uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik.
Çalışma konularınız neler? Özellikle üzerinde durduğunuz bir metin türü var mı?
El yazmalarındaki hikâyelerle çalışıyorum ve benim çalıştığım hikâyeler genelde kadınların hileleri üzerine kurulu “mekr-i zenan” denilen bir grup hikâye. Bunların yanında hilekâr tüccarlar, doktorlar gibi rollerle erkeklerin hilekâr oldukları hikâyeler de var. Bu hikâyeler ahlakî oldukları addedilen ama ahlakî olmaktan ziyade eğlencelik olan ya da farklı okurlar ve yazarlar hayal ettiğimizde farklı yorumlar çıkarabileceğimiz hikâyeler. Yapmaya çalıştığım şey, geçmişin hikâyelerini sadece geçmişe dair bilgi almak için eşelemenin ötesine geçerek, dönemin okurlarının bu hikâyeleri aynı zamanda keyif almak, iyi zaman geçirmek ve hayatla iletişim kurmak için okuduklarını kabul etmek; çünkü bu gözle baktığımızda biz de dönemin zihniyetine dair farklı yorumlar çıkarabiliriz. Bu noktada toplumsal cinsiyet çok iyi bir çerçeve sunuyor, bu hikâyeleri okuyarak “Dönemin kadınları şöyle yapardı, dönemin erkekleri böyle yapardı,” demek anakronik olur ancak “Dönemin kadınları ve erkekleri hikâyeleştirilirken hep bu örneklerle öne çıkıyorlardı,” dediğimiz zaman dönemin kadınlık ve erkeklik üzerine neler düşündüğü konusunda çok daha fazla şey söyleyebiliyoruz.
Bu dönem vermeye başladığınız “Eski Edebiyatta Anlatı, Kadın ve Mekân” başlıklı dersin çıkış noktasının da bu çaba olduğunu söyleyebilir miyiz? Çok geniş bir kapsam ama çalıştığınız dönemde kadınların mekânla ilişkisini kabaca nasıl tarif edebilirsiniz?
İlk olarak, bu ilişkinin düşündüğümüzden daha karmaşık olduğunu ve farklı açılardan baktığımızda kadını aynı mekânda bile çok farklı yerlerde görebileceğimizi kabul etmek lazım. Bu konuda bana en vurucu gelen örnek kadının hep evde olmasıdır, kadının evde olması söylemde iki şekilde anlatılır: “Kadın eve kapatılıyor, dışarı çıkamıyor, hayatın dışında kalıyor” ya da “Kadın çok kıymetli, bu nedenle onu korumamız gerekir, ev de kadın için çok güzel bir hayat sunuyor.” Aslında bu iki söylem arasında çok sayıda grilik var.
Osmanlı döneminde düzyazı hikâyeleri okuduğumuzda, sıklıkla eve kapanmış bir kadın görüyoruz. Bir yandan da bir hikâyede bir kapıyı kilitli görüyorsanız, o kapı kadınlar tarafından metaforik anlamda mutlaka açılıyor, yani kadınların istedikleri oluyor. Bu ders de, örneğin eve bakarken ve evin “kadının mekânı” olmasını sorgularken, kadın eve kapatıldığı için evi kadının mekânı olarak görmek yerine, hikayelerde “evdeki” kahramanların davranışlarına odaklanmakta. Bu sayede evde kapalı olsa bile, evi kontrol eden ve evi kendi mekânı olarak tanımlayan kadınları görebilmekteyiz. Tabii bir de erkekler var... Aslında erkekler yok da... Örneğin, eve baktığımızda, erkekler yok, hele gündüz vakti kesinlikle evde yoklar. Kadınların varlığına bakarken, bir yandan da kimlerle olduklarına ya da olmadıklarına bakıyoruz.
Batılı kadın seyyahlardan da Osmanlı kadınlarının dışarıda hep bir erkeğin refakatiyle ya da peçeyle dolaşmak zorunda olmalarını bir özgürlük biçimi olarak görenler var, bunu nasıl yorumlayabiliriz?
Örneğin, Lady Mary Montagu’nun metinlerinde kadının özgürlüğü görünmez olmasıyla bağdaştırılıyor; Montagu “Kadın tanınmazsa istediğini yapabilir,” der. Aslında Lady Mary Montagu’nun Osmanlı’ya ilişkin söylediklerinin çoğunu İngiliz toplumuna ilişkin okumak da lazım, kendi toplumunun cemiyet hayatından sıkılmış bir kadının bakışı var. Montagu’nun belirttiği anonimlik aslında mümkün değil, bunun için toplumun tamamen eşit görünen bireylerden oluşması lazım. Oysa Osmanlı’da “muhaddere” denilen bir kavram var ve bu kavram bir kadının saygıdeğer olması için tek başına dışarı çıkmaması gerektiğini söylüyor. Bu kapsamda, kendi işini yapmak zorunda kalan ve tek başına dışarı çıkan bir kadın muhaddere değil. Çeşmeden suyunuzu taşımanız gerekiyorsa, muhaddere olamazsınız. Peki, kim suyunu kendisi taşımak zorunda değil? Evde bunu yapacak bir kölesi ya da cariyesi olan biri, o yüzden kadının görünürlüğü çok sınıfsal bir mesele; çünkü kadınların çoğu zaten tarlada ya da başka bir yerde çalışmak için evden çıkmak zorunda. Eve kapanmış kadın toplumun sadece bir kısmında görülebilir, zaten Montagu da geldiğinde çok üst sınıflarla beraber oluyor, gezdiği haremler genellikle vezir ya da sarayda çalışan kişilerin haremleri.
Bununla birlikte, Lady Mary Montagu’nun “Çarşaf kadınları özgür kılar,” söylemi hikâyelerde karşımıza çıkabiliyor; örneğin, bir kadın sevgilisini çarşafına giydirip kocasından kaçırabiliyor. Dikkat edilmesi gereken bir nokta da şu ki görünürlükle beraber her zaman bir kaygı da geliyor, bu daha çok da erkeklerin kaygısı: Kim görünüyor, karısını kim görüyor, evde yokken neler oluyor? Görünürlük meselesi hep bir kaygıyla iç içe. Bazen de komşuların komşuları takip etmesi gibi başka kadınların diğer kadınlara yönelik kaygısını görüyoruz. Modernite öncesi görünürlük meselesi hep kaygıyla iç içe olmuş ve kadınların dışarıda neler yaptığı da çok büyük oranda bir görünürlük ve kaygı meselesi hâline geliyor.
Dönemin ev mimarisini düşününce de bir kaygının olduğunu anlayabiliriz aslında…
Aslında evin içi bizim zannettiğimizden çok daha farklı, biz hep harem ve selamlık diye evde fiziksel bir ayrım olduğunu düşünüyoruz ama hikâyeler ya da mahkeme kayıtları üzerinden insanların nasıl evlerde oturduklarına dair detaylara bakınca, farklı şeyler görebiliyoruz. Özellikle İstanbul, Ankara ve Kayseri üzerine yapılmış akademik çalışmalara bakıldığında, çok az evde fiziksel bir haremlik/selamlık ayrımı olduğu görülüyor, çünkü insanlar küçük evlerde oturuyor. Bir ayrım var ama bu zamansal bir ayrım, erkeğin evde olduğu zamana göre şekillenen bir ev kullanımı var. Erkek gündüzleri kesinlikle eve ait bir birey değil. Örneğin, hikâyelerde bir erkek gündüz eve geliyorsa, karısından şüpheleniyor olsa bile bir şeyi bahane etmek zorunda, yani asıl ayrım mekânın zamana göre kullanımıyla ortaya çıkıyor. Fiziksel bir ayrıma hikâyelerde çok az denk geliyoruz, örneğin ancak çok yüksek bir valinin ya da kadının evinde böyle bir ayrım görebiliyoruz, çünkü fiziksel ayrımı yaratabilmek için zengin olmak lazım.
Peki, örneğin Divan edebiyatında kadın nerede duruyor? O dönemde kadın şairler de var ama isimlerini çok bilmiyoruz. Sizce kadın şairlerin edebiyat tarihlerinde isimleri neden çok geçmiyor?
Bu çok katmanlı bir soru; çünkü bu durumun tek suçlusu da bugünden bakan bizler değiliz. Osmanlı edebiyat tarihini tarih boyunca yazanların da tarihin kurumsal olarak yapılaşmasının da bu işte bir payı var. Kadın şairler sayıca daha az, çünkü şairlik bizim bugün düşündüğümüz gibi “İlham geldi, şiir yazıyorum” diye yapılan bir aktivite değil, neredeyse bir zanaat gibi yapılıyor. Arap ve Fars edebiyatının bütün geleneğini bilmek ve eğitimli olmak temel şartlar.
Eğitim de kadınlara ancak sınırlı olarak açık—yüksek eğitim zaten kurumsal olarak kadınlara kapalı ve bu seviye eğitime evde erişebilenler üst ve eğitimli sınıflara mensup, örneğin bir ulema ailesinden gelen kadınların böyle imkânları var. Dolayısıyla kadınlar bütün o camianın dışında kalıyorlar. Misal, derste de okuduğumuz bir kadın şair, Mihri Hatun. Bizim onunla ilgili tartıştığımız meselelerden biri, Mihri Hatun’un bir kadın şair olarak sesini duymanın mümkün olup olmadığı. Bana sorarsanız mümkün, ama daha önce Mihri Hatun hakkında yapılan çalışmaların bir kısmı onun aslında erkek söylemini tekrar ettiğini iddia eder. Ettiği de söylenebilir, çünkü edebiyat belirli kalıplarla ilerliyor; ama kendi sesini duymak da kesinlikle mümkün. Örneğin, şu anlama gelen beyitleri var: Zihni ve idrakı açık bir kadın, böyle olmayan bin erkekten yeğdir... Kendisi kadın olarak şair olduğunun ve buranın bir “er meydanı” olduğunun, bu da kendi ifadelerinden biri, çok farkında. Bilmediğimiz bir şey de şu ki, şu an elimizde sadece divanlar ve şair biyografileri var ama kadınlar arasında sözlü edebiyat çok daha ilerlemiş olabilir. Aksi kanıtlanmadıkça da neden olmasın! Özellikle de şiir, çoğunlukla sözlü icra edilen bir şey, kadınların meclisleri ve dünyaları hakkında bilgimiz o kadar kısıtlı ki bu bilgilere erişmek çok daha zor.
Sözlü edebiyat demişken, cinsiyet rollerinin varoluş biçimleri açısından yazılı edebiyatla sözlü edebiyat arasında bir fark olduğunu söylemek mümkün mü?
Halk edebiyatı ve Divan edebiyatı arasındaki cinsiyet rolleri hep çok kesin ayrılır ama bir yandan her şeyde olduğu gibi belirli örneklerde çok kesin sınırlar görürken, başka örneklerde bu edebiyatların birbirlerinden çok beslendiklerini ve iç içe olduklarını görüyoruz. Örneğin, Yusuf ve Züleyha gibi bir hikâye en yüksek kaliteli addedilen beyitlere benzetme olarak girebilirken, herkesin anlayabileceği dilde bir halk hikâyesi olarak da anlatılabiliyor. “Divan edebiyatında kadın hiç yoktur, halk edebiyatında kadın hep kocasının çok iyi arkadaşıdır,” diye bir genelleme yaparken, karşımıza bir metin çıkıyor ve kadın orada Divan edebiyatında ya da halk edebiyatında hiç beklemediğimiz bir şekilde görünür hâle geliyor. Burada kadının yaşı, sınıfsal konumu, nasıl bir çevrede yetiştiği gibi çeşitlemeleri dikkate alınca, yapılan okumalar da çeşitleniyor. Divan edebiyatı ve halk edebiyatındaki kadınlarda farklılıklar var, ama bütün edebiyatların içinde de var, yani kadınları çoğul hâle getirmek bence birinci motivasyonlarımızdan biri olmalı.
Yayıncılık anlamında dönemin iklimi nasıl, kadınların seslerini duyurabildikleri dergiler vs. var mı?
El yazması kültüründe mecmua denen derlemeler var, hatta bazı akademisyenler mecmuaları bugünün sosyal medyasına benzetiyorlar ki ben de bu yoruma katılıyorum. Mecmua kelimesinin Türkçe karşılığı “Kırkambar”, yani bu yayınlarda yemek tarifleri de bulmak mümkün, şiirler de… Böylece mecmualar her şeyin toplandığı derlemeler hâline geliyor, ama elimizde imzalı ya da “Bu bir kadına ait” diyeceğimiz eserlerin sayısı yine de az. Örneğin, hikâye külliyatları var, ama hikâyelerin ne yazarlarını ne bunları kimlerin okuduğunu ne de bunların kimler arasında dolaştığını biliyoruz. Yine de bazı hikâyeleri okuduğunuzda, bunu ilk anlatanın bir kadın olması gerektiğini seziyorsunuz. Feminist tarihçiler de okur ve yazar olarak her zaman erkeklerin verili bir şekilde düşünüldüğünü ama kadınların da hep orada olabileceği gerçeğinin hatırlanması gerektiğini vurgularlar.
Örneğin, Avrupa’daki çok yeni araştırmalardan birinde bir kadın cesedinin dişinde mavi bir renk bulundu ve bu izin çok kıymetli bir mürekkep olduğu anlaşıldı. Bir kadının o mürekkebe ulaşabilmesi için ancak çok yüksek kalitede el yazması üreten bir manastırda kâtibe olması lazım, ama 10. ve 11. yüzyıllarda manastırlarda kadınların o kalitede yazmalar yapabildiklerine dair araştırmalarda kesin bir veri olmadığı söyleniyor. Bu meseleyi böyle bir araştırma mı aydınlatır yoksa farklı mecmua ve eserler mi bulunur çok bilmiyoruz, ama neden olmasın…
Bu dönemde ilginç bir noktada duran bir tür de şehrengizler; bu tür nedir ve cinsiyet rollerinin mekânla ilişkisini yorumlamada ne vadediyor?
Şehrengiz türünde bir şehri överken o şehrin güzellikleri ve güzelleri övülür ve güzeller de klişeleşmiş olarak berberin çırağı ya da hamamda çalışan biri gibi herkesin gördüğü kişilerdir. Aslında bu tür, istisnalar dışında, erkeklere özgü bir tür olarak geçer çünkü bahsedilen erkekler herkesin gördüğü ve güzelliğini takdir ettiği erkeklerdir. Belirli bir toplumsal saygınlığı olan kadınlar ise türe ait değildir, zaten bu kadınlar şehir yaşamında görünür değildir.
Burada şunu hatırlamak da gerekir, her tür kendi karakter ve tiplerini beraberinde getiriyor. Örneğin, gazellere baktığınızda kadın daha objeleşmiştir, hikâyelere baktığınızda çok daha kanlı canlı ve aktiftir, çoğu kararı kendisi verir, şehrengizlere baktığınızda ise yok olur. Türü yorumlarken, türün dikte ettiği formları da dikkate almak lazım ve şehrengiz bu açıdan ilginç bir tür. Erkekleri göstermesi de bu türü pek çok açıdan problemli hâle getiriyor, yapılan çalışmalarda eşcinselliğinin ve farklı arzuların açıkça tartışıldığı olur, tartışılmadığı olur, bunlarla yüzleşilir ya da eserler kısaltılır... Ama yakından bakıldığında, şehrengiz türündeki metinler toplumsal cinsiyet ilişkilerinin sadece kadın ve erkek ikiliğinden değil, yaşa ve cinselliğe göre farklı renklerden oluşabildiğini ve toplumda bu şekilde de yansıtılabildiğini çok iyi gösteren metinler.
Dönemine göre ilerici bir tür diyebilir miyiz o zaman?
Bizim geçmişe addettiğimiz muhafazakârlık aslında sorgulamamız gereken bir kavram. 19. yüzyılda birçok alanda müthiş bir ilerleme kaydediliyor, insanların yaşamları ve gündelik hayatları külliyen değişiyor ve bu yüzyıl kendi ilerlemesini öyle bir vurguluyor ki kendinden önceki her şeyin karanlık olduğu izlenimini yaratıyor. On dokuzuncu yüzyıl özellikle ahlak ve cinsiyetin görünürlüğü konularında belli açılardan muhafazakârlaşan bir yüzyıl ve bu sadece İslam toplumlarıyla ilgili değil, Batı ahlakını da kapsıyor. Bir bakıma “Batı’nın ahlakını almak” aynı zamanda Batı’nın ahlakî kaygılarını ve tartışmalarını da almak anlamına geliyor. O yüzden, örneğin önceden eşcinsellik gibi konular belli bağlamlarda göreceli rahat konuşulabilirken, “Batı’nın ahlakıyla—bir başka deyişle, modernite ile kadın erkek ilişkileri ve aile ile ilgili kimi değerlerin idealize edilmesi ile—farklı konu ve görünürlükler tabu hâline geliyor. Bir de, herkes her şeyin yerinin ve vaktinin çok farkında, nasıl bugün derste anlatacağım şeyle arkadaşlarımın yanında anlatacağım şeyin dili ya da içeriği birbirinden farklıdır, edebî üretimde de böyle. İnsanların yüksek bir edebiyat meclisinde söyleyecekleri beyitlerle arkadaşlarıyla otururken söyleyecekleri beyitler ya da hikâyeler farklıdır ve bu da farklı farklı türlerin ve üslûpların ortaya çıkmasını sağlıyor. Böylece hem ton, içerik hem de aktörler değişiyor; farklı aktörlerin nasıl tasvir edildiği de değişiyor.
Muhafazakârlık da böyle, insanların daha muhafazakâr olması ya da muhafazakâr görünmesi gereken yerler ve türler oluyor ya da çok daha özgür kaldıkları yerler ve edebî türler oluyor. Edebiyatların kanonlaşmasında ise beklentilere uyan, “yüksek” türler biraz daha öne çıkıyor.
Kadının yaşamı 19. yüzyılda sadece görünürlük açısından değil, ev hayatı açısından da çok değişiyor. Çekirdek aile ortaya çıkıyor, dolayısıyla bir bakıma daha özel bir aile hayatı başlarken, bir açıdan da kadının sorumluluğu daha çok artıyor; çünkü daha büyük bir evde kadınlar arasında paylaşılan bir iş bölümü varken, birden bir kadının bir evi ve büyütmek zorunda olduğu çocukları oluyor. İkinci olarak da çocuk büyütme meselesinin bilimselleşmesi gerektiğini fark ediyorlar, kadın eğitimi birden çok önemli oluyor çünkü kadınlar erkek çocukları eğitiyor. Bugünkü kadının annelik rolü nasıl olmalı tartışmasının kaynağı aslında 19. yüzyılda bulunabilir. Kadın eğitiminin tartışmaları “Onlar geleceğimizin anneleri” noktasına dönüyor, yoksa özne olarak kadının eğitimi uzun bir süre yerleşmiş bir söylem hâline gelmiyor. Kadınların görünürlüğünün değişmesiyle beraber sorumlulukları da değişiyor, zaten evin dışındaki iş yükü evin içindeki iş yükünü kesinlikle azaltmıyor. Bir yandan da mekân kullanımıyla beraber zaman kullanımı da değişiyor; örneğin artık kocaların zaman anlayışı değişiyor; trenler geliyor, vardiyalı çalışmaya başlıyorlar; ama adamın trene yetişmesi demek kadının önceden kalkıp kahvaltıyı hazırlaması demek. Bütün bu değişim hem evin içinde hem de dışında kadınların hayatını çok içeriden değiştiriyor.
Bugün kadınların mekânla ilişkisi nasıl sizce?
Bunu yine bildiğim yerden örnek vererek açıklayayım. Mekân kullanımıyla ilgili bizim neye kamusal ve neye özel dediğimizin önemi var. Bir mekânı sadece erkekler kullanıyorsa, biz genelde oraya kamusal diyoruz. Osmanlı’ya ilişkin araştırmalar da böyle, örneğin kahvehane hep kamusal alan olarak örnek verilir; ama aslında sadece erkek alanıdır.
Bugün de öyle, semtine göre değişse de İstanbul’da birçok semtte bir kahvehanede kadın oturamaz ve bu yazılı bir kod değildir, kültürel kodlar kahvehaneyi erkek mekânı yapmıştır ama erkek mekânı olması onu daha çok kamusal yapmaz. Örneğin, Elif Ekin Akşit’in kadınlar hamamı üzerine bir çalışması var, mekân kadınlar hamamı olunca ona rahatlıkla yarı-kamusal diyoruz. Neden? Çünkü kadınların! Mekân kullanımında hâlâ çoğu şeyi ezberden düşünüyoruz. Sokakları düşünelim, sokaklar kamusal alanlar ama Osmanlı’da olduğu gibi sokakların da gecesi ve gündüzü aynı değil. 19. yüzyılın yarattığı çok büyük farklılıklardan biri de sokakların ışıklandırılmasıydı, sokak ışıklandırılınca gece ve gündüz arasındaki fark azalmaya başlıyor ama hâlâ gece... Bugün de öyle, sokağa herkes çıkabiliyor ama kadınlar ve erkekler sokağı aynı şekilde yaşamıyor. Bir erkeğin yürüme deneyimiyle bir kadının yürüme deneyimi saate ve yere göre değişiyor. Şehrin içinde böyle yazılı olmayan çok fazla kod var.
Günümüzün metinleri bu ilişkileri ne kadar yansıtıyor peki?
Bana göre görünürlük meselesini çok iyi ele alan bir metin örneği Seray Şahiner’in Kul romanı. Seray Şahiner kitapta merdiven silen bir kadını görünür kılıyor ve o kadını bütün kırılganlığıyla şehrin tamamında dolaştırıyor ve böylece şehirle nasıl bir ilişki kurduğunu gösteriyor. Metnin bence en vurucu yerleri karakterin merdivenlerde yaşadıkları, çünkü merdivenlerdeki sensörlü ışıklar onun işini inanılmaz zorlaştırıyor ve onu görünmez yapıyor. Karanlık ve aydınlık, gündüz ve gece, özel alan ve kamusal alan ilişkisini aslında kadının merdiven silme deneyiminde okuyabiliyoruz. Bugünün dünyasındaki benzer okumalar için bence çok güzel bir metin.