14. İstanbul Bienali yazılarımız devam ediyor... Nilüfer Kuyaş, kadınların izinden Bienal’i geziyor ve diyor ki: Kadınlar sessizliğini bozup da hikâyelerini anlatmaya başlayınca, farklı ve daha umut verici bir yer oluyor dünya...
15 Ekim 2015 15:00
14. İstanbul Bienali’nin küratörü Carolyn Christov-Bakargiev için feminist bir simyacı diyebiliriz, bizim için bolca tuzlu su kattığı bir iksir kaynatmış. Başka deyişle, Carolyn Abla’nın Tuhafiye Pazarı. Siyasi aktivist tavırdan derinlikli felsefi düşünceye kadar, ne isterseniz var.
Maddi ve manevi, ruhsal ve bilimsel, duygusal ve entelektüel birçok karşıt ögeyi bir araya getirip, farklı bir karışım ortaya çıkartmayı seven birisi. İstanbul’un doğu ile batıyı birleştirdiği klişesi de gözünü hiç korkutmamış. Kendisini “küratör” olarak değil “tasarımcı/çizimci” olarak tanımlamayı tercih ediyor.
Kassel’de 2012 Documenta sergisini yönettiği zaman, çağdaş sanat gösterilerini bambaşka bir boyuta taşıdığı söylenmişti. Sadece insanların değil, nesnelerin de düşündüğü ve hissettiği görüşünü savunan, gene çok geniş kapsamlı ve felsefi düşünceye dayalı bir sanat şöleni düzenlediği kanısı hâkimdi. Sanırım aynı şeyi İstanbul’da tekrar etmeye çalışmış.
Ne kadar başarılı olduğu kararını uzmanlara bırakıyorum. Benim Bienal’e kişisel bakışım, Bienal’in kendisi kadar “karışık.” Ama kadın sanatçılara verdiği yeri önemli buluyorum. Bu renkli pazarda kadınların açtığı tezgâhlar en ilginç olanlarıydı.
İstanbul Bienali’ni gezerken, insan harikalar diyarına girdiğini sanabilir, çağdaş sanat dünyasında kadın-erkek eşitliğinin başarıldığını düşünebilir, böyle bir ütopya gerçekleştiğine inanabilir, hatta kadınların çağdaş sanatta baskın olduğu izlenimine kapılabilir. Hepsi yanlış tabii. Ama bu izlenimi edinmek bile kendi başına mini bir ütopya yaşatıyor insana.
Yanlış anlaşılmak istemem, Christov-Bakargiev “kadın kotası” uygulamış demiyorum, uyguladığını sanmam, parmak hesabıyla sayarsanız erkek ve kadın sanatçı sayısı aşağı yukarı eşit çıkar büyük olasılıkla. Kadın sanatçıları görünür kılmış demek daha doğru olur. Zaten bu ölçekte büyük uluslararası sergi düzenleyebilen kadın küratör de çok az dünyada, ama biz İstanbul’da şanslıyız, Bienal’i bir kadın küratör dünyaya getirmişti ve Bienal hâlen kadın eli değerek gelişiyor.
Bienal’in Beyoğlu ayağını gezdiğimde, en çok kadın sanatçıların yapıtlarından etkilendim. Üstelik rehberlerim de kadındı. Evet, Beyoğlu-1 ve Beyoğlu-2 diye gayet akıllıca ikiye ayrılan büyük Galata-Pera-Şişhane halkasını rehberli turla gezdim ve çok rahat ettim. Gencecik iki öğrenciye, Gamze ve Zeynep’e buradan sevgiler.
Arter binasında İsrail asıllı Bracha Ettinger “Ve Kalbim, İçimdeki Yara Yeri” adlı çalışmasında, psikanaliz bilgisini resimlere ve defterlere dökmüş. Psikanaliz faslı, size de benim gibi fazla şey ifade etmeyebilir ama resimlerdeki gerçeklik ve hayal oynaşmasından büyülendim, figürleri renkle soyutlama tekniği, fotoğrafın negatifi gibi bir gizem katmış görüntüye, resimler hologram gibi, sanki nefes alıyorlar. Bir ruhlar dünyasındayız. Kendi sesiyle bütünleştirdiği bu enstalasyonu, mitoloji figürleri Euridike’ye ve Medusa’ya adamış sanatçı.
Birisi, tam sevdiği adama kavuşurken ölüler ülkesine geri sürüklenen, diğeri, baktığı herkesi taşa çeviren, iki lanetli ve acılı kadın. Hâlen ülkemizde süren silahlı çatışmalarda evlatlarını kaybeden kadınları ve şu sıra bütün dünyayı sarsan göçmen akınlarını düşündürttü bana.
Ettinger, hissetmek ve bilmek arasında bir ilişki kuruyor. “Trans-öznellik” dediği şey bu. Doğrudan iletişimde olmasak bile biz insanların arasında gidip gelen algılama ve bilme biçimlerini irdeliyor. Bir bakıma sanat tam da bu değil mi? Birbirimizi hissederek bilmenin en güzel yolu. Bienal’in belki en derinlikli işlerinden birisi. Arkasındaki muazzam teorik çalışmayı anlamak şart değil. Bakmak ve hissetmek yeterli.
Pera Müzesi’nde Polonya asıllı Ania Soliman ise, “Şeyin İçinde Hiçbir Şey Yok” adlı çalışmasında, müzenin bütün bir katını düşünce ve oyun alanına çevirmiş.
Osmanlı İmparatorluğu’nun padişah fermanıyla dirhem ölçüsünü terk edip metrik ölçüye geçişini temsil eden nesneler üretmiş. Okunamayan bir ferman, havan topu, gülle, ölçü ve tartı aletleri, değer biçme araçları, bizi “değer” dediğimiz şeyi sorgulamaya itiyor ve giderek kültürel değerlerin yaratılışı ve silinişi üzerine düşünmeye başlıyoruz.
Galiba hepimiz her birimizle “sızma” yöntemiyle sürekli alışveriş halindeyiz, alttan alta her şeyi biliyor, hissediyoruz, sanat bu alttan alta sessiz konuşmanın en büyük kanalı, internetin fiberoptik kablolarından daha etkili ve biz bunu sürekli unutuyoruz, ta ki bir bienal hatırlatana ve bizi uyandırana kadar.
Hele bir de, dünya kadınları sessizliğini bozup da, hikâyelerini anlatmaya başlayınca, dünya farklı bir yer oluyor gerçekten; daha umut verici demeye dilim varmıyor şu sıra, ama gene de diyeceğim, daha umut verici oluyor dünya, sesi çıkmayanlar sessizliğini bozduğu zaman.
Kadınların izinden devam edelim Bienal’i gezmeye.
Asmalımescit’e doğru gidip Adahan Oteli’ne varınca – eski Kamondo evi – benim çok sevdiğim bir iş daha çıkacak karşınıza, otelin süitli odalarından birinde.
Meriç Algün Ringborg, yerleri incir yapraklarıyla döşemiş, alçıdan incirler üretmiş, bir tabakta sahici incirler var, videoda ise erkek arıların, çiçeği meyvede gizlenmiş inciri nasıl döllediği anlatılıyor, doğadaki en ilginç polen transferi işlemi olsa gerek. Leonardo’nun David heykeli, Adem ile Havva’nın cennetten kovuluşu, edep yerlerimizi inci yaprağıyla kapatma geleneği, Kraliçe Victoria bile giriyor işin içine. Bir zamanlar Galata’nın incir ağaçlarıyla dolu olduğunu öğrenmek benim için yeterliydi.
Sanatçının Beyoğlu’ndaki incir ağaçlarını fotoğraflarken İstanbul halkından kişilerle karşılaşmalarını not ettiği defter iyice ilginç; bir amcamız Meriç Hanım’ı faaliyette görünce “tövbe estağfurullah” çekmiş. Genellikle erkek egemen bir toplumu antropolog gibi dışarıdan gözlüyor bu notlar. Kadınları yabancılayan erkek bakışları, incir dölleyen erkek arılar ve edep yerlerini örten incir yaprakları! İrkiltici bir şölen. Dedim ya, kadınlar sessizliğini bozunca, dünya daha umut verici bir yer oluyor diye. “Siz Hiç Çiçek Açan İncir Ağacı Gördünüz Mü?” adlı çalışma bunun somut bir kanıtı.
Çukurcuma Caddesi’nde eski bir benzin istasyonu olan garajda, Kristina Buch daha da çarpıcı bir iş sergiliyor. “Muz Kabuklarına Yazdığımız Cinsten Kehanetler” adını vermiş. Alt başlık: Kriminal Zarafetin Nirengi Noktası.
Taktığınız kulaklıklarda yıkım sesleri var. Karşınızda iki ekran duruyor. Birisi New York’taki ünlü Guggenheim Müzesi, diğeri Everest Dağı. İnsan ürünü ile doğa ürünü arasında garip bir koşutluk var. Birisi doğanın yarattığı şaheserlerin doruğu; diğeri insan yapısı kültürden, bir mimarlık zirvesi. Muhteşem ve kırılgan iki nirengi noktası, ikisi de kolaylıkla yıkılabilirler. Kristina Buch bize insanlığın en önemli döngüsünü hatırlatıyor: Yapmak ve yıkmak. Kültürel mirası tahrip eden teröristleri düşünün. Doğayı nasıl tahrip ettiğimizi düşünün. Bu çelişkilerle yaşıyoruz.
Adahan Sarnıcı’nda, Pelin Tan ve Anton Vidokle “Bir Bilimkurgu Gösterisi” adlı video dizisinin ikinci bölümünü sergiliyorlar: Sanatçılar Cumhuriyeti’nin Çöküşü. Esprili bir distopya bu. Dünyayı sanatçılar yönetiyor olsaydı ne olurdu? Gene birbirimizi yer miydik? Büyük olasılıkla, evet. Asıl mesele, hiç yönetilmemek herhalde.
Vault-Karaköy The House Hotel’de Janet Cardiff ve George Bures Miller, dokunaklı bir kukla gösterisi sergiliyor: “Hüzünlü Vals ve Dans Edemeyen Dansçı.” Başlık her şeyi anlatıyor zaten, bundan daha hazin bir durum olabilir mi? Belki insanlığın şu anki durumu. Bienal’in en dingin, en duygusal beş dakikası.
Tasarımcı küratörümüz Christov-Bakargiev, kadın- erkek birlikte çalışan sanatçı çiftlere bol miktarda yer vermiş bu Bienal’de, benzer ikili işbirliği örnekleri İstanbul Modern’deki çalışmalar arasında da göze çarpıyor. Karşıtları birleştirme hevesinin zirvesi mi diyeceğiz buna? Dünyada kadın-erkek birlikte çalışan bu kadar çok sanatçı çift olduğunu bilmiyordum. Benim için aydınlatıcı oldu.
Ben gene kadınların izine düşeyim.
Firuzağa Mahallesi’nde yıkılmaya aday bir eski ev de Bienal mekânı olmuş. Böylece definecileri unutmuyoruz. Sürgün yahut göç sonucu evlerini terk etmek zorunda kalanların, geride bıraktıkları mirası ve hatıraları canlı tutmak için taşa toprağa oydukları sembolleri, bizim defineciler hakiki hazine işareti olarak yorumluyormuş. Allah akıl fikir versin. Sanatçı Deniz Gül, bu sembolleri ahşap parçalarına oymuş, tavan döşemesi üretmiş, buyurun şiltelere yatın, tavanı seyredin diyor biz izleyicilere. “Taş. (El Yazmaları Yanmaz)” adını vermiş işine. Yoruma gerek yok sanırım.
Zeyno Pekünlü, dünyanın dört bir köşesinde sınavlarda kopya çeken öğrencilerin göz nuru dökerek kâğıtlara oyduğu karınca duası gibi notları toplamış, SALT Galata’da sergiliyor. “Minima Akademika” adıyla topladığı kopya notları arasında, “Pop Art: Genel olarak kitle kültürünün örneklerini ele alır” veya “Mühendislik Etiği” gibi başlıklara rastlamak, sizi de gülümsetecek. İnsanların tuhaflıkları ve yaşantımızdaki kara mizah, kadın sanatçıların (ve Bienal’in) gözünden kolay kaçmıyor.
Fazla uzatmayacağım, Bienal’in Beyoğlu ayağı, çok sayıda mekânı kapsayan, çok yorucu fakat bir o kadar da zevkli bir gezinti ama iki ayrı ziyarette bile bitirilemeyecek boyutlarda. Son olarak İtalyan Lisesi’ne girelim, çünkü orası kadın sanatçılar açısından tam anlamıyla bir zafer mekânı olmuş.
Bir politik eylemden, bu kadar mı zarif sanat işleri çıkar? Karadeniz bölgesinde hidroelektrik santrallere karşı kadınların düzenlediği protesto eylemlerini, İz Öztat ve Fatma Belkıs, neredeyse efsaneye dönüştürmüşler, “Suyu Kim Taşır” adını verdikleri sanat eylemi bir peri masalı gibi, hem güçlü, hem narin.
Protesto bildirilerinin elektriksiz teksir makinalarında basılıp çoğaltılması ile, blok baskı tekniği kullanılarak üretilmiş tülbentlerin, yazmaların arasındaki sembolik bağlantı, yazmalardaki desenlerin inceliği, tarih öncesi mağara resimlerini andıran suluboya desenler, fındık değnekleri ve örgü sepetler, beni bambaşka bir dünyaya götürdü. Tıpkı Francis Alys’ün Depo’daki Ani harabeleri filmi gibi, bu çalışma da ideolojik ve politik amacının çok ötesine geçen bir güzellik yaratmış.
Elena Mazzi’nin video çalışması da öyle. Venedik’te, o nefis lagun iç denizinde doğanın yarattığı kendine özgü güzelliği, yüzyıllara dayanan birikimle cama ve aynaya dönüştüren Murano atölyelerini, cam ve ayna işçiliğini izliyoruz bu filmde. Doğa ile insan arasındaki bu ayna ilişkisi, izleyicinin de gönül aynasını berraklaştırıyor.
Buna karşın, İrena Haiduk, karanlıkta bir söyleşi şeklinde tasarladığı ses çalışmasına “Baştan Çıkarıcı Zahmet Verici Gerçekçilik” adını vermiş. Sanatla aktivizm arasında kurduğu bu ilişki, bana gerçekten dört merdiven çıkartarak çok zahmet verdiği gibi, pek de ilginç gelmedi doğrusu.
Aynı şekilde, 15 lira ödeyip girdiğim Masumiyet Müzesi’nin en üst katına çıkmak zahmetine karşılık, Arshile Gorky’nin sıradan iki çizimini görmek de pek aydınlatıcı olmadı, üstelik Masumiyet Müzesi’yle kurulan bağlantıyı fazla zorlama buldum.
Ama bu kadar zengin bir tuhafiye pazarında, insanın karşısına sevmediği şeylerin çıkması da doğal. Genelde çok zengin ve renkli bir fuar yeri gibi olmuş Bienal.
Üstelik daha bitmedi. İlk defa sanat mekânı olarak seçilen Büyükada, ayrıca Balat ve Pangaltı var sırada, görmem gereken. Araya Kurban Bayramı ve fırtınalı hava girdiği için, onları daha sonraya bıraktım.
Bir tek notla kapatayım. Bienal 1 Kasım’da bitiyor. Tesadüf bu ya, genel seçimlerin yapılacağı gün, Bienal kapanıyor olacak. Hayat bazen böyle ilginç ve manalı rastlantılar yarattığı için güzel zaten. Seçimlere uygun bir çalışmayla bitireyim ben de.
İstanbul Modern’deki sergide, Brezilyalı sanatçı Cildo Meireles’in ilginç yağlıboya tablosu, sanki Bienal’in politik ve aktivist boyutunu vurgulamak için yerleştirilmiş. Tablonun adını okumak yeterli: Sahtekar Politikacıları Atmak İçin Proje Deliği.
Yeryüzü kabuğunu temsil edebilecek incelikte zar gibi iki tuval gerilmiş ve yerin dibinde hayatını yitiren binlerce madencinin anısını acı bir mizahla canlandırıyor.
Böyle ilginç sürprizlerle dolu bir Bienal’i mümkünse kaçırmayın derim. Başka şehirlerden İstanbul’a gelme zahmetine değecek bir şölen. İstanbullu olsanız bile, İstanbul’la ve sanatla bol bol kucaklaşmak için bulunmaz bir fırsat.
Ve kadınlar sessizliğini bozduğu ölçüde, daha da akılda kalıcı bence.