Kafkasya dağlarında çiçekler açtıran Kaptanzade Ali Rıza Bey

"Kaptanzade Ali Rıza Bey, Osmanlı Devleti’nin yıkıldığı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu süreçte büyük değişimler, dönüşümler yaşayan bir toplumun kendisine bir kimlik, bir ses arayan müziğini tanımak, anlamak için kulak vermemiz gereken bir isim."

10 Haziran 2020 18:44

Gazete ve dergi arşivlerinin en güzel tarafı bir konuda araştırma yaparken karşınıza bambaşka mevzular çıkartması, size yepyeni bilgiler sunması. Pek çok yazıyla, çiziyle, fotoğrafla dolu bu yayınların her biri. Bir haber başlığı, bir reklam görseli, fotoğrafların birinde dikkatinizi çeken bir detay yepyeni maceralara sürükleyebiliyor sizi.

Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemlerinin ünlü bestekârı Kaptanzade Ali Rıza Bey’in Yarın gazetesindeki röportajı da Suat Derviş’in hediyesi oldu. Suat Hanım, Arif Oruç’un Yarın’ında, özellikle Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın siyasi arenada boy gösterdiği sıralarda, zira Arif Bey gibi o da bu yeni fırkanın destekçilerinden ve yerel seçim adaylarındanmış, iki roman tefrika ettirmiş, kadın hakları ve Türk Kadın Birliği hakkındaki fikirlerini yazmış. İşte bu metinleri derlerken buldum bu yazının sonuna ekleyeceğim röportajı.

Kaptanzade Ali Rıza, hakkında çok az şey bildiğimiz bir bestekârmış, bunu anladım. Genç yaşında, 1934 yılında konser vermek için gittiği Edremit’te kalp krizi geçirip öldüğü için olabilir. Ama ölmese ne değişirdi diye sormadan da edemiyor insan. Aynı dönemin Kaptanzade kadar popüler bestekârlarından Dramalı Hasan 1984’e kadar yaşamış da ne olmuş? Onun hakkında ne kadar detaylı bilgiye sahibiz?[1]

Aslında Kaptanzade Ali Rıza, Dramalı Hasan ve Muhlis Sabahattin başta olmak üzere dönemin bestekârları oldukça dikkate değer. Yeni bir devlet kurulmuş, yüzünü batıya dönmüş, Osmanlı’dan tevarüs eden müzikal gelenek sorgulanır hale gelmiş. Operetler yazılıyor ardı ardına; bestekârları onlar. Barlarda, dans salonlarında rumbalar, tangolar, çarlistonlar çalınıyor. Bir süre sonra yerli örnekleri çıkıyor bu sözlü dans şarkılarının. Bestekârlara bakıyorsunuz, yine onlar. Anadolu’ya açılıyor yeni devlet. İstanbul artık merkez değil. Edebiyatta olduğu gibi müzikte de yerele bir göz kırpış; taşrayı, yani İstanbul’dan ötesini tanıma, anlama çabası... Yapılan şarkıların önemli bir kısmı yine onlara ait.

Bu insanlar olanı biteni, bu jet hızındaki dönüşümü idrak etmeye çalışmış. Bu kaygan zeminde oldukça yaratıcı işlere imza atmışlar. Hem kendilerini var etmiş, bu işten para kazanmış hem de bugün dönüp baktığımızda, dinlediğimizde dönemin ruhunu ve enerjisini kavramamız için sesten izler bırakmışlar.

Kaptanzade’nin bestelerinden birkaçı bugün de çalınıp söyleniyor. “Benim gönlüm sarhoştur yıldızların altında”, “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” yahut “Eğilmez başın gibi gökler bulutlu efem” şarkılarına az çok aşinayızdır. 

Ancak Yarın’daki röportajında Kaptanzade bugün bunlardan da popüler olan, hepimizin bildiği, hep bir ağızdan söylediği bir eserinden bahsediyor ki bu marşın kimin tarafından bestelendiği bugüne kadar netleşmemişti.[2]

Röportajı yapan ve ne yazık ki gazetede ismi verilmeyen kişinin “İlk bestelediğiniz eser nedir?” sorusuna şu cevabı veriyor bestekâr:

“Meşrutiyet bidayetinde bes­telediğim ‘Kardeş Türküsü’ Chanson Fraternel’dir. Bu eser çok rağbet gördü. Bütün mek­tep ve müsamere programların­da kabul edildi. Bundan sonra Halit Fahri Bey’in ‘Çiftçi Türküsü’nü[3] besteledim. Bu da beğenildi. Harb-i Umumi iptidalarında “Kafkasya Dağlarında Çiçekler Açar” marşını bestele­dim. Zannederim bu marş sizin meçhulünüz değildir. O zaman ya askerdiniz, ya talebe. Her iki takdirde de bu marşı dinle­miş ve söylemiş olacaksınız.”

Evet, bu marş hiçbirimizin meçhulü değil.

Bugün ‘İzmir Marşı’ adıyla bildiğimiz, sözleri “İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar” olarak değiştirilmiş olan ve dilden dile gezen marşı kendisinin bestelediğini söylüyor Kaptanzade. Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında, Kafkas Cephesinde yaşananların ilhamıyla bestelemiş olmalı bu marşı. Sözleri farklı tabii. Mesela nakaratında “Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa, adın yazılacak mücevher taşa!” yerine “Kader böyle imiş ey garip ana, kanım helal olsun güzel vatana,” deniliyormuş.[4]

Marşın sözleri de Kaptanzade Ali Rıza Bey’e mi ait, bunu bilmiyoruz. Ancak eldeki bestelerine bakarsak hiç söz yazmamış, genelde dönemin ünlü şairlerinin eserlerinden faydalanmış. Yani bu marşın sözleri de ünlü bir şairimize ait olabilir. Belki bir gün bu bilgiye de erişiriz.  

Böylece, bu röportaj sayesinde, Kafkasya ya da şimdilerde bilinen adıyla “İzmir Marşı”nın günümüze kadar meçhul kalmış bestekârı ortaya çıkmış oluyor.

Yüzyıl önce bestelenmiş, hem döneminde beğenilmiş, hem bugün popüler olan bir marşın bile bestekârını bilmiyor oluşumuz şaşırtıcı. Kaptanzade Ali Rıza Bey’in ilk bestelerinden olduğu için mi acaba? Belki tanınmıyordu; isminin, imzasının bir değeri yoktu o zaman desek bile, çok değil, beş on yıl sonra eserleri rağbet gören, plaklara okunan bir bestekâr haline geliyor. Neden kayıt altına alınmadı, alınmadı mı ya da?

Bu röportajı okuduktan sonra Kaptanzade hakkında bir araştırma yaptım ve yukarıda da söylediğim gibi hakkında bildiklerimizin ne kadar az olduğunu gördüm.

Örneğin TRT Nota Arşivi’nde elli eseri kayıtlı. Oysa Milli Kütüphane’de adını arattığınızda dahi kaydı olmayan, notası bugüne ulaşmamış, ancak o dönem plaklara okunmuş çok sayıda bestesi olduğunu görüyorsunuz.

Numune Matbaası’nda “Türk Musikisi Nota Neşriyat Yurdu” tarafından otuzların başında yayınlanan notalarda[5]“Ankara Türküsü”, “Şu İstanbul Kızları”, “Gece Kuşları”, “Aşkın Bana Yadigâr”, “Altın Kum”, “Uzun Etekler”, “Bel! Rumba Oryantal” ve “Billur Pınar” eserleri var. Yani bu eserlerin notalarına erişilebilir de. Hem de armonize edilmiş, çift porteli notalar bunlar. Bu yüzden ayrı bir yerde ‘alafranga eserler’ olarak listelenmişler. Dahası Pan Yayıncılık’ın büyük kültür hizmeti, online Taş Plak Kataloğu’nda görüyoruz ki tüm bu şarkılar dönemin ses sanatkârları tarafından söylenmiş, kayıt altına alınmış. Hatta birkaç tanesi Youtube’a bile yüklenmiş. Ancak Kaptanzade’ye ait oldukları bilinmiyor. 

Yine araştırırken karşıma çıkan plak reklamları, tanıtım yahut haber metinlerinden “Akşam Garipliği”, “Zavallı Aşk”, “Şehit Kızı”, “Hicran”, “Çapkın Kız”, “Can Vermede”, “İpek Saçlar”, “Yandım Aşkınla, Vuruldum Sana”, “Bir Görmede Ah”, “Sevda Bilerek Kandığımız Tatlı Yalandır”, “Aşkmış Adı”, “Komşu Kızı”, “Yürü Şanlı Topçu Yürü”, “Fatma’nın Al Cepkeni”, “Anadolu Zeynosu”, “Boğaziçi Tangosu”, “Aşkına Kandım, Sana İnandım”, “Moda Yıldızı”, “O Kadar Ağlattın ki” adlı besteleri olduğunu da saptadım Kaptanzade’nin.[6]

Tam yirmi yedi şarkı!

Yani TRT Nota Arşivi’nde kayıtlı olanların yarısından fazla.

Tüm bu bilgilere evden, birkaç online kaynaktan faydalanarak ulaşmıştım. Bu listelerden ibaret değildi hem de bulduklarım.

Daha önce de söylediğim gibi bir operet bestekârıydı Kaptanzade. İstanbul Operet Heyeti tarafından sahneye konmuş, Musahipzade Celal’in Macun Hokkası ve İstanbul Efendisi oyunlarının bestelerini yapmıştı. Bunlar dışında Fettan Kız, Çapkın Süleyman ve Kayseri Gülleri operetlerinde de imzası olduğu yazıyordu. Üstelik Vecdi Seyhun Türk Musikisi Mecmuası’ndaki yazısında “Müziği kendinin olan Macun Hokkası ope­retindeki Abdal Akif’i ve üçüncü perdesini bestelediği İs­tanbul Efendisi operetindeki Karamanlı Bakkalı mu­vaffakiyetle oynamıştır,” diyor.[7] Yani oyunculuğu da varmış Kaptanzade’nin.[8]  

Taş plak katalogları arasında bu operetlere ait ona yakın plak da bulunuyor. Bunların arasından bazıları, “Sivas Gülleri”, “Karaman Havası”, “Kayseri Asrileri”, “Canana Gönül Verdim”, “Ayva Çiçek Açmış” ve “Ruhumda Bir Yetim Gülüşü Var” yine YouTube üzerinden dinleyebileceğiniz eserler. Zeki Müren’in ellili yıllarda plağa okuduğu “Kaşık Havası” adlı şarkının da Kaptanzade’ye ait olduğu yazıyor. Belki bu operetlerden biri için bestelenmiştir o da.

Kaptanzade’nin ilk bestesi olan “Kardeş Türküsü” de 2018’da yayınlanan Bir Çiçeğim Adım Lale adlı albümde, Seyit Töre’nin icrasıyla “Kardeş Şarkısı” olarak yer almaktadır.

Kaptanzade Ali Rıza Bey, Osmanlı Devleti’nin yıkıldığı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu süreçte büyük değişimler, dönüşümler yaşayan bir toplumun kendisine bir kimlik, bir ses arayan müziğini tanımak, anlamak için kulak vermemiz gereken bir isim.

Ayrıca daha sonra Sadettin Kaynak-Vecdi Bingöl, Avni Anıl-Ümit Yaşar Oğuzcan örneklerinde de göreceğimiz besteci-söz yazarı ortaklıklarının ilki Ömer Bedrettin Uşaklı ve Kaptanzade arasında kurulmuş. Şimdiye kadar saptayabildiğim kadarıyla Ömer Bedrettin’in on bir şiirini bestelemiş. Hem de en ünlü eserleri bunlar. El ele vererek bir dünya kurmuş, bir musiki yaratmış bu iki ismin ortak çalışmalarının müstakil bir albümde toplanmasını hayal ediyorum bir süredir. Ne güzel olur.

Mümtaz Arıkan'ın "Tarihte Bugün" adlı köşesinden.

Son olarak acıklı bir hikâye… Aslında tüm yazıyı anlamlandıran bütünleyen bir hikâye bu. Kaptanzade Ali Rıza Bey nerede ihmal edildi, unutuldu sorusuna bir cevap belki de.

Kaptanzade Ali Rıza konser vermek için gittiği Edremit’te 16 Şubat 1934 tarihinde kalp krizi geçirerek ölür. Ölümünden iki buçuk yıl sonra Edremit Asliye Hukuk Mahkemesi şöyle bir ilan verir.

“Teşkil ettiği bir heyetle konser vermek üzere Edremit kazasına gelen bestekâr İstanbul, Boğaziçi, Kanlıcalı Kaptanzade Ali Rıza 16/2/934 tarihinde sekte-i kalpten ölmüş, terekesinde beş yüz yetmiş beş kuruş nakdi ve bir altın saat ve elbisesi ve bir bavul ve evrakı zuhur eden müteveffa-yı mumaileyhin şimdiye kadar veresesi zuhur etmemiş olduğu, işe el koyan C. Müddeiumumiliğinin keyfiyeti mahkemeye devri münasebetiyle işarından anlaşılmış, kanunu medeninin 534 üncü maddesi mucibince istihkak iddiasında bulunanların ilan tarihinden itibaren üç ay içinde Edremit Sulh Hukuk Hâkimliğine müracaat etmeleri ilan olunur.”

Yani öldükten sonra evrakı metrukesini almaya giden bile olmamış.

Taha Toros Arşivi’nde yer alan 1970 tarihli bir yazıda İzzet Halkacı “El yazısını taşıyan notaları talebesi Melahat Kâzım Hanım tarafından İstanbul Belediyesi Konservatuarı İcra Heyeti Üyesi Göksel Hanım’a verilmiştir,” diyor. Bu notalar ne oldu? Günümüze gelebildiler mi acaba? Umarım.

Kaptanzade Ali Rıza Bey’in bestelerinin izini sürmeye devam edeceğim. Bir gün tüm külliyatının ortaya çıkmasını, eserlerinin ve musiki tarihimizdeki, hatta kültür tarihimizdeki öneminin anlaşılmasını dilerim. Sizleri bestekârın saptayabildiğim tek röportajıyla baş başa bırakıyorum.

Çok sevilen, çok takdir edilen bir sanatkâr
Kaptanzade Ali Rıza Bey[9]

Kaptanzade Ali Rıza… Munis, güler yüzlü, kır saçlı, mütevazi bir sanatkâr. Bize operet sahasın­da şen, kıvrak, neşeli eserler vermiş olan bestekârla Haliç kıyılarına bakan yazıhanesinde ka­rşılıklı birer dondurma yiyerek konuşuyoruz.

“Musikiye nasıl intisap et­tiğinizi [girdiğinizi] anlatır mısınız?”

“Çok tuhaf beyefendi… Yedi sekiz yaşında idim. Tahtadan bir alet yontarak üzerine teller ger­dim. Bununla oynamaya başla­dım. Çocuk ruhumun bütün saf­fetini bu iptidai alet üzerinde gezindiriyordum. Bunu gören ba­bam ki –hür fikirli bir adamdı– musikiye düşkünlüğümü anladı ve beni biraz da okumaya teşvik için “Sınıfını geç, sana bir armo­nik alayım,” dedi. Bu vaatle o seneki imtihan pek parlak oldu. Ben de armoniğe kavuştum.

Seneler geçti. Artık musiki ile ciddi surette uğraşmak zamanı gelmişti. O zaman Servelli İtaliano namında hocayı Tophane Musikisine muallim tayin ettiler. Babam Servelli ile görüşerek bana ders vermesini temin etti. Tam yedi sene Servelli’den mu­siki, nazariyat ve armoni dersi aldım ve sonra bestekârlığa başla­dım. Belli başlı bir sazla iştigalim yok. Yalnız kompozisyonları yapacak kadar piyano karıştırırım.”

“İlk bestelediğiniz eser nedir?”

“Meşrutiyet bidayetinde [başlangıcında] bes­telediğim “Kardeş Türküsü” Chanson Fraternel’dir. Bu eser çok rağbet gördü. Bütün mek­tep ve müsamere programların­da kabul edildi. Bundan sonra Halit Fahri Bey’in “Çiftçi Türküsü”nü besteledim. Bu da beğenildi. Harbi Umumi iptidalarında [Birinci Dünya Savaşı başlarında] “Kafkasya Dağlarında Çiçekler Açar” marşını bestele­dim. Zannederim bu marş sizin meçhulünüz değildir. O zaman ya askerdiniz, ya talebe. Her iki takdirde de bu marşı dinle­miş ve söylemiş olacaksınız. Bu musiki programlarının mektep­lerde tatbikine başlandığı sırada Maarif müdürü Saffet ve müfettiş Nazım Beylerin teşvikiyle mekteplerde nazariyat-ı musiki [müzik kuramı] hocalığını kabul ettim.

Yetiştirdiğim gençler arasında bilhassa bugün Avrupa’da musiki tahsil eden Nurullah Bey’i zikredebilirim.”

“Musikideki fikriniz nedir? Alaturka musiki hakkında ne düşünüyorsunuz?”

“Ben musikide alaturka, alafranga diye bir tasnif [sınıflandırma] kabul etmiyorum. Musiki, edebiyat gibi, resim gibi, heykeltıraşî gibi insani bir heyecanın ifadesidir. Rengi, bayrağı, milleti yoktur. Yalnız tenevvüleri [çeşitleri], hususiyetleri vardır. Alafranga musiki deyince, alelıtlak [genellikle] ne anlarız? Bu tavsif [niteleme] faraza Alman, İtalyan, Fransız, Rus, İspanyol musikilerini bir kalemde ifade edebilir mi?

Şüphesiz hayır. Çünkü bütün bu isimlerini saydığım musikilerin mensup oldukları memleket halkına, iklimine, seviyesine gö­re, hususiyetleri, tenevvüleri var­dır. Faraza, Alman musikisi sert, haşin, gulguleli [gürültülü, şamatalı] bir heye­canı haizdir. İtalyan musikisi liriktir. Fransız musikisi tıpkı Fransız halkı gibi şuh ve ince­dir. Bunlar başka başka yaradı­lışlarda, başka başka tonlardadır. Fakat menşeleri ve esasları bir olan sanattır. Bina­enaleyh alaturka musiki diye ayırdıkları ve haddi zatında menşe ve esasları aynı ve alafranga musiki tasnife dahil et­mek istedikleri esasların bize gö­re hususiyet ve tenevvü arz etmiş şeklinden başka bir şey olmayan musikimize, fuzuli bir lakap ta­karak infirada [ayırmaya] sevk etmekte mana yoktur.”

“O halde musikimize nasıl bir veçhe [yöne] vermeli?”

“Musikimize verilecek veç­he beynelmilel musiki kavaidini [kurallarını] tecezzi kabul etmez [ayrılmaz, bölünmez] bir fen halinde aynen almak ve yeni musikimizi bu esaslara göre hazırlamak­tır. Size bunu daha fenni suretle anlatmak isterdim. Ama bu mü­lakatın kadrosu müsait değil. Bir de armoniyi behemehal [mutlaka] kabul etmeliyiz. Musikiyi musiki ya­pan işte bu armonidir. Ar­moni monoton dedikleri musikimizi kurtaracak yegâne çare­dir. Garp kavaidini kabul et­mekle ruhumuzdan bir şey kaybedeceğimizi zannetmeyiniz. Ha­yır… Biz ne isek gene oyuz. Bes­tekâr ne duyarsa gene onu yazacaktır. Ruh aynı ruhtur. Yalnız malzeme değişir. Fakat bina, üslup itibarıyla gene aynı bina olur. İlave etmek isterim ki güfte taksimatında [bölümlemede] kekeleme tarzından kurtulmalıyız. Garp eserlerinin hiçbirinde bu yok­tur. Kekemelik eseri öldürür. Güfteyi kaybeder. Dinleyen ne söylendiğini anlamaz. Unutulma­malı ki, güfte sahibinin de bir hakkı vardır. Bestekârın asıl yaşatmak istediği şey güftenin mealidir [anlamıdır].”

“Eserinizden en çok beğendi­ğiniz hangisidir?”

“Cevabı müşkül bir sual. Ma­mafih [bununla birlikte] samimiyeti severim. En çok beğendiğim eser Columbia plaklarından çıkacak olan “Za­vallı Aşk” namındaki bir parçadır. Bu eserde heyecanımı zapt edemediğimi zannediyorum. Kim bilir belki de öyle değil. Bu benim kanaatim.”

“Columbia plaklarından çıkmış olan eserlerinizi zikreder misiniz?”

“Akşam Garipliği, Son Dilek, Efemin Bayramı.”


[1] Ölmeden önce verdiği bir röportajda bine yakın bestesi olduğunu söylüyor Dramalı Hasan. Oysa TRT Nota Arşivi’nde kaydı olan bestelerinin hepi topu altmış altı adet. 

[2] Bu konu hakkında Murat Bardakçı’nın HaberTürk’teki köşesinde 6 Şubat 2017 tarihinde yazdığı yazısına bakılabilir.

[3] Halit Fahri Ozansoy’un eserleri arasında bu isimde bir şiir bulamadım. Acaba Cenk Duyguları kitabındaki ‘Asker Türküsü’nden bahsediyor olabilir mi Kaptanzade? Belki de gazete ya da dergi ciltleri arasında kalmış, henüz bulanamamış bir ‘Çiftçi Türküsü’ de vardır. 

[4] Bu marşın sözlerinin ne zaman değiştirilmiş olduğu da bilinmiyor. Ancak bu röportajdan yola çıkarak, Kaptanzade böyle bir bilgi vermediği için bunun 1930’dan sonra olduğunu düşünebiliriz. 

[5] O dönem iki yapraklık kitapçıklar halinde popüler şarkıların notları neşrediliyormuş.

[6] Bunlar içinden “Çapkın Kız”, “Zavallı Aşk” ve “Yandım Aşkına, Vuruldum Sana” isimli eserler geçmiş yıllarda yayınlanan bazı albümler içinde yer almış, bir anlamda kefeni yırtmış.

[7] Türk Musikisi Mecmuası, sayı: 16, Şubat 1949

[8] Bir de Karagöz oynatıcılığı varmış. Hatta 1933 yılında kurulan Karagözü Sevenler Ce­miyetine başkan seçilmiş ve bu görev ölümüne kadar devam etmiş.

[9] Yarın, 23 Temmuz 1930 (Röportajda günümüz okuyucusuna yabancı gelebilecek kelimelerin yanına köşeli parantez içinde karşılıklarını yazdım.)