Yazarlar, ilham perilerinin ilk mesajlarını nasıl duyup, yazmaya adım atıyorlar? Bu, çocukluklarından beri hissettikleri bir durum mu, yoksa onları hayatın başka başka yollarında yürürlerken beklenmedik bir şekilde mi yakalıyor?
07 Aralık 2017 14:52
Derler ki Homer’in İlyada ve Odysseia’yı yazmasına, Zeus’un dokuz ilham perisi kızından en büyüğü ve en akıllısı olan Kalliope ilham vermiş. Kalliope ve diğer kardeşleri, o zamandan bu yana binlerce yıldır yazarlara ilham vermeyi, dünya dönmeyi sürdürdükçe gözlerine kestirdikleri yeni yazar adaylarının kulaklarına fısıldamayı sürdürürlermiş.
Peki, o yazarlar, ilham perilerinin ilk mesajlarını nasıl duyup, yazmaya adım atıyorlar acaba? Bu, çocukluklarından beri hissettikleri bir durum mu, yoksa onları hayatın başka başka yollarında yürürlerken beklenmedik bir şekilde mi yakalıyor? Ve en önemlisi sihir bunun neresinde?
Soruların cevabını aramaya belki de “Bizim Homeros’umuz” Yaşar Kemal’den başlamalıyız. 2012 yılında vermiş olduğu bir söyleşi, Yaşar Kemal’in yazıyla olan ilişkisinin nasıl başladığını daha iyi anlamamızı sağlıyor. “Ben edebiyata çocukken başladım. Çocukluğumda bizim köye çok âşıklar, destancılar gelirdi. Onlara çok meraklıydım. Köye her destancı geldiğinde ben onun yanındaydım, sonra onlar gibi şiir söylemeye başladım. Köyün kayalık dağına çıkar dağ üstüne, çiçekler üstüne türküler söylerdim kendi kendime. Epopenin kırıntıları bile olsa hâlâ yaşadığı böyle bir dünyada büyüdüm. Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım, -ki karşılaşmam tesadüftür- bir destancı olurdum. On altı- on yedi yaşlarımda folklor denemelerine başladım. Bir de tekerlemeler, destanlar, masallar derledim. Okulu bırakınca Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde çalışmaya başladım, ha bire okudum. Biz Cumhuriyet sanatçıları Tercüme Bürosu’nun çevirdiği dünya klasikleriyle büyüdük. Tercüme Bürosu’ndan gelen kitapları okuyordum, klasikleri, dünya romanlarını, tarih kitaplarını okuyordum. Benim ustalarım, benim toprağımın sözlü edebiyatıdır. Stendhal, Tolstoy, Gogol, Dickens de benim kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i, Kafka’yı, klasikleri, hem Batı hem de Doğu ustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir? Bana hep sordular, sen romanı niçin yazıyorsun? Bilemem dedim. Bilsem de söyleyemem…” İnsan Yaşar Kemal’in söylediklerini okurken, hem Kalliope’nin nefesini hem de Homeros’un sözcüklerini duyar gibi oluyor, değil mi? Âdeta aynı sihir devam ediyor…
Belki de şimdi iz sürmeye Kemal’in işaret ettiği isimlerden Tolstoy ve Faulkner’dan devam etmeliyiz. Tolstoy gençliğinde, beklentilerin aksine bir hayli başarısız bir öğrenciymiş. Ne üniversitedeki ilk branşı olan Doğu dillerinde, ne de bir sonraki tercihi olan hukukta başarılı olunca, mecburen ailesinin çiftliğine dönmüş. Burada da “ideal bir çiftçi” olma azmini fazla sürdürememiş. Ancak tuhaftır işte, o yıllarda eline kalemi kâğıdı alarak ilk günlüklerini tutmaya başlamış ve bundan hiç de sıkılmadığını fark etmiş. Ancak Kalliope ile kardeşlerinin fısıltılarını asıl olarak birkaç yıl sonra kardeşinin peşinde katıldığı askerlik yıllarında, Kafkas dağlarının mor sihirli atmosferinde ve ardından katıldığı Kırım Savaşı’nda duymaya başlamış ve ilk öyküsü olan otobiyografik “Çocukluk”u kaleme almış.
William Faulkner ise yazmaya nasıl başladığını The Paris Review için verdiği bir söyleşide kendi sözleriyle şöyle anlatıyor: “New Orleans’ta yaşıyordum, üç beş kuruş kazanmak için orada burada ne iş varsa yapıyordum. Sherwood Anderson’la tanıştım. Öğleden sonraları şehirde dolaşıp insanlarla konuşurduk. Akşamları da yine buluşur, bir iki şişe içki eşliğinde o konuşurdu, ben dinlerdim. Öğleden önce onu hiç görmezdim. Eve kapanır çalışırdı, eğer yazarın yaptığı buysa tam bana göre bir iş diye düşündüm. Böylece ilk kitabımı yazmaya başladım. Başlarda yazmayı eğlenceli buldum. Ta ki Bay Anderson kapıma dayanıp, ‘Ne oldu? Bana mı kızdın’ diyene kadar, onu üç haftadır görmemiş olmadığımı fark etmemiştim. ‘Bir kitap yazıyorum’ dedim; ‘Aman Allahım,’ deyip çıkıp gitti. Kitabı bitirdikten sonra – Aşk ve Ölüm’dü – Bayan Anderson’la yolda karşılaştık. Kitabın nasıl gittiğini sordu, ben de bitirdiğimi söyledim. Bana Sherwood’un benimle bir anlaşma yapacağını söyledi. ‘Müsveddesini okumak zorunda değilse kendi yayıncısına kabul etmesini söyleyecek’ dedi. ‘Anlaştık’ dedim ve işte böylelikle yazar oluverdim.”
Edebiyat perileriyle Yaşar Kemal gibi çocukluğunun sihirli doğasında farkında olmadan karşılaşmalar yaşayan, dağların mor renkli rüzgârlarından Tolstoy gibi esinlenen bir diğer isim ise edebiyatımızın büyük ustalarından Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. “Siirt’te uzak dağlara akşam saatlerinde çöken yalnızlığı ve yıldızlı geceleri tanıdım” diye anlatır o ilk yılları Tanpınar. “Yazları çok sıcak olan bu memlekette damlarda yatardık. Yıldızlı gece beni büyülerdi sanki. Sonsuzluk dalga dalga vücudumu ve ruhumu doldururdu. Bir Sümer rahibi gibi muhayyilem hep yıldızlarla meşguldü. Sırrın içinde yüzüyordum. Buna akşam saatlerinde uzak dağların aldığı o korkunç yalnızlığı, o ezici morluğu ilave edin.” Sinop’ta ve burada okuduğu kitaplar arasında Namık Kemal’in Cezmi’si, Celâleddin Harzemşah’ı, Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiyâ’sı da vardır. 1913-14 arası aile Erzurum-Trabzon yoluyla İstanbul’a döner. Ahmet Hamdi, yol boyunca büyük annesinden yıldızların efsanelerini, eski Anadolu masallarını ve Yunus şiirlerini dinler. Bunları, okuduğu kitaplarla birleştirir. Babaanne, öykücülüğe yatkınlığının yanı sıra taşıdığı nostalji duygusu ve melankolisiyle daha sonra Tanpınar’ın üstünde önemli bir etki bırakacaktır. İstanbul’da bir süre Vefa Lisesi’ne devam eder. 1914 Temmuz’u başlarında aile Kerkük’tedir. Okuduğu kitaplar arasına Bin bir Gece Masalları eklenmiştir, bu arada kendi kendine Fransızcasını geliştirme çabasındadır. Kerkük yıllarında en iyi “arkadaşı” ve hayal gücü üstünde en büyük tesiri olacak kişi ise yine babaannesi olacaktır. “Bu ev muhayyilemde büyükannemin evidir. Onun korkuları, vehimleri, unutkanlıkları, memleket hasreti ve Yunus ilahileri ile doludur.” Tanpınar hatıralarında daha sonra yalnızlıkları nedeniyle babaannesiyle geliştirdikleri oyunlardan bahseder ve oradan da babasıyla ilgili hatıralarına geçer. Babasının imajı o dönem okuduğu Bin bir Gece Masalları’nın karakterleriyle karışır. Yine Kerkük’teki evin hizmetlileri de çeşitli eserlerinde karşımıza çıkacaktır. Yerel inanışlar da kafasını meşgul etmektedir. “Kerkük’de üçüncü evimizde biz de bir yılan öldürdük. O sene içinde annem Musul’da tifüsten öldü.”
Savaş yıllarının doğurduğu olumsuz şartların üstüne bir de anne ölümü eklenince, hayatı yalnızca derin bir ıstırap olarak algılamaya başlayan genç Ahmet Hamdi, Antalya sırtlarında, güneşle parıldayan, dalgasız açık denizi ilk gördüğünde ise kelimenin tam anlamıyla büyülenir. Bütün hayatında izleri devam edecek olan güneşin açık tabiatta yarattığı vuzuh ile aynı ışığın Güvercinlik mağarası arasındaki su oyunları pek çok şiirine girer ve Huzur’da çocuk Mümtaz’ın yaşamıyla birleşir. Liseden mezun olan Ahmet Hamdi, 1918 yılında yüksek tahsil için İstanbul’a gelir. Yüksek öğrenim, dolayısıyla seçeceği alanda kararsızdır. Tanpınar, okumaya ve edebiyata bağlanışını âdeta bir kader gibi karşılamıştır. Yaşar Nabi’ye yazdığı bir mektubunda şöyle der: “Hayatımın hangi devrinde edebiyatçı olmağa karar verdim? Bunu pek söyleyemeyeceğim. Hatta böyle bir karar verdiğimi hatırlamıyorum. Benim şartlarım beni edebiyata götürdü.” 1919 yılında Darülfunun Edebiyat Fakültesi’ne, Yahya Kemal’in de ders verdiğini öğrendiği Edebiyat şubesine kaydını yaptırır. Böylece Tanpınar’ın tüm hayatını etkileyecek olan büyük karşılaşma gerçekleşir ve Yahya Kemal’le tanışır. Orhan Okay o yılları şöyle anlatıyor: “Bütün hayatı boyunca öğrencisi, daha sonra yakın dostu olmakla öğündüğü Yahya Kemal’in verdiği ilk dersi ayrıntılarıyla hatırlayan Tanpınar bir süre sonra, birer akademi hüviyeti gösteren devrin kıraathanelerinde birkaç arkadaşıyla beraber onun etrafında yer almakta gecikmez. Yahya Kemal’in gerek dersleri gerekse sohbetleri bir taraftan Türk ve Batı edebiyatına açılırken diğer taraftan mütareke ve işgal acılarını yaşayan heyecanlı gençleri vatan sevgisi ve tarih duygusu etrafında birleştiriyordu.” Gençler bir süre sonra bu kıraathanelerden birinde Dergâh dergisini çıkarmaya başlarlar ve Tanpınar’ın ilk şiirleri de bu dergide yayınlanır.
Tanpınar’dan, sanat anlayışları, düşünce ve estetik anlayışları açısından onunla pek çok benzerlik taşıyan ve bazılarınca aynı çizgi üstünde gösterilen Oğuz Atay’a geçelim. Çocukluğundan itibaren en iyi dostu kitaplar olan Atay, liseyi 9.61 not ortalamasıyla bitirdiğinde Shakespeare’in Hırçın Kız isimli oyununda oynamış, Turgut Zaim ve Eşref Üren’den resim dersleri almıştır. Ama babası güzel sanatlarla uğraşmasına karşıdır. Mecburen İTÜ İnşaat Fakültesi’ne girer. Derslere ilgisizdir ancak o yıllarda Marksizm ile tanışıp, Marks’ın, Hegel’in, Lenin’in kitaplarını okumaya başlar. Tanpınar’ın Yahya Kemal’le kadersel tanışması benzeri, Oğuz Atay da 1957’de üniversiteden sonra Ankara’da askerliğini yaparken Cevat Çapan ve Vüs’at O. Bener ile tanışır. Bu ikiliyle dostluğu Atay’ın yolunu edebiyatla kesiştirecek ve sosyalist/Marksist eğilimli Pazar Postası’na dâhil olmasını sağlayacaktır. Dergide imzasız yazıları ve çevirileri yayımlanırken, Turgut Uyar, İlhan Berk, Cemal Süreya, Ceyhun Atıf Kansu, Ülkü Tamer, Ece Ayhan ve Attilâ İlhan gibi isimlerle arkadaş olur. 1959’da askerliğini bitirip İstanbul’a döndüğünde, şimdiki Yıldız Teknik Üniversitesi’nin İnşaat Bölümü’nde öğretim üyeliğine başlar. Bir yandan akademide ders verir, diğer yandan yine gönlündeki yazı-çizi işlerine devam eder. Pazar Postası kapanana kadar pek çok yazısı yayımlanır. 1960’larda yazı hâlâ hobidir onun için. Atay, büyük aşkı Sevin Seydi’ye ithaf edeceği ilk romanı Tutunamayanlar’a 1968’de başlar. Taslağını ise iki sene sonra dostu, ustası Vüs’at O. Bener’e okutur. Zaten O’Bener, Süleyman Kargı karakteriyle yer alacaktır romanda da. “Tutunamayanlar ile çok basit bir iş yapmak istedim; insanı anlatmayı düşündüm. Kapalı dünyalar içinde yaşayan yazarların bile bu cümleye hemen isyan edeceğini, ‘Peki herkes ne yapıyor’ diye öfkeleneceğini bildiğim hâlde, bu basit gerçeği söylemekten kendimi alamıyorum” der romanı için Atay. Tutunamayanlar’ı 1970’de bitirir ve aynı sene TRT Roman Ödülü’nü de kazanır. Ama asıl olarak bu roman zamanla kendisinden sonra gelecek yepyeni bir dönemi başlatacaktır.
O yıllarda bu yeni çıkan romanı defalarca okuyup, çok etkilenecek olan 23 yaşındaki genç bir yazar adayı ise, yıllar sonra ülkesine ilk Nobel Edebiyat Ödülü’nü getirecek ve bir anlamda kendinden önceki ustaları sayılan Tanpınar ve Atay’ın kulağına ilham perileri tarafından üflenen hikâyeleri kaldıkları yerden anlatmayı sürdürecektir. Orhan Pamuk’tur bu genç. Ve aynı Oğuz Atay gibi o da ilk olarak aslında ressam olmanın hayallerini kurmuştur. Pamuk, The Paris Review’a verdiği bir söyleşide, resme duyduğu aşkın ne zaman yerini yazmaya bıraktığını şöyle anlatır: “Yirmi iki–yimi üç yaşındayken… Yedi yaşından beri ressam olmak istiyordum, ailem de bunu kabul etmişti. Hepsi benim ünlü bir ressam olacağımı düşünüyordu. Ama sonra kafamın içinde bir şey oldu –bir vidanın gevşediğini fark ettim- ve resim yapmayı bırakıp hemen ilk romanımı yazmaya başladım. Resmi bırakmamın sebeplerini açıklayamam. Yakın zamanda İstanbul adında bir kitabım yayımlandı. Bu kitabın yarısı o âna kadarki hayat hikâyem, diğer yarısı ise İstanbul hakkında bir deneme veya daha kesin söylemek gerekirse bir çocuğun İstanbul’u görüşü. Manzaralar ve bir şehrin kimyası üzerine düşünmekle bir çocuğun şehri algılayışının ve o çocuğun otobiyografisinin birleşimidir İstanbul. Kitabın son cümlesi şöyle: ‘Ressam olmayacağım’ dedim. ‘Yazar olacağım ben.’ Ama niye böyle dediğim açıklanmıyor. Ama kitabın tamamını okumak bir açıklama getirebilir.” Ve ardından da ilk romanına nasıl başladığını anlatıyor. “Hatırladığım kadarıyla, ne yazacağımı bilmeden önce romancı olmak istemiştim. Hatta yazmaya başlayınca iki veya üç yanlış başlangıç da yaptım. Defterlerim hâlâ durur. Ama altı ay kadar sonra, sonunda Cevdet Bey ve Oğulları adıyla yayımlanacak olan büyük bir roman projesine başladım.” Bir başka söyleşisinde ise şunları söyleyecektir: “Yedi yaşımdan beri resim yapmak bana hayatta şu terbiyeyi verdi: Bir odada tek başına oturup hayal gücünle ve elle çalışmak... İleride ressam olacağım düşüncesiyle çocukluğumda kendimi sanatçı olmaya hazırladım. Sonunda ressam olmadım, yazar oldum. Ama resim yapmak bana sanatçı disiplinini, hayal gücüne saygı duymayı, sanat, edebiyat gibi şeyleri lüzumsuz görmemeyi, bilakis varoluşumun temel unsuru olarak kabul etmeyi öğretti.”
Oğuz Atay ve Orhan Pamuk gibi, hayatı görüntüler ve resimler üzerinden algılayıp sonra kelimelerle ifade sanatına rotasını çeviren iki yazar daha vardır. Belki biraz şaşıracaksınız ama büyülü gerçekçiliğin ustası Gabriel García Márquez ile gerilim hikâyelerinin dâhisi Stephen King’den başkası değildir onlar. Márquez, bir söyleşisinde yazmaya nasıl başladığını “Çizerek, karikatür çizerek...” diyerek anlatmaya başlar. “Daha okuma yazma öğrenmeden önce hem okulda hem evde karikatür çizerdim. İşin komik yanı, lisedeyken yazar olarak namım vardı ama henüz hiçbir şey yazmamıştım. Bir broşür veya bir dilekçe yazılacağı zaman bana yazdırırlardı çünkü yazar olarak görülüyordum. Üniversiteye girdiğimde genelde arkadaşlarımdan daha iyi bir edebî geçmişim vardı. Bogota’da üniversitede bana dönemin yazarlarını tanıştıran yeni arkadaşlar, dostlar edindim. Bir arkadaşım bana Franz Kafka’nın öykülerini ödünç verdi. Kaldığım pansiyona gidip Dönüşüm’ü okumaya başladım. İlk satırı neredeyse beni yataktan fırlatıyordu. Çok şaşırmıştım. İlk satır şöyleydi: ‘Bir sabah George Samsa sıkıntılı bir rüyadan uyandığında kendini bir böceğe dönüşmüş hâlde buldu…’ Bunu okuyunca kendi kendime böyle şeyler yazmasına izin verilen kimseyi tanımadığımı düşündüm. Eğer tanımış olsaydım, yazmaya çoktan başlamış olurdum. Böylece öykü yazmaya başladım. Hepsi tamamıyla hayal ürünü olan öykülerdi çünkü sadece edebî deneyimlerime dayanarak yazdım onları. Henüz edebiyatla hayat arasındaki bağı bulabilmiş değildim. Öyküler Bogota’da El Espectator’un edebiyat ekinde yayımlandı, o zaman başarılı da bulundu– belki de Kolombiyalı kimsenin öykü yazmıyor olmasından dolayı. O zamanlar çoğunlukla şehir dışı yaşam ve sosyal yaşam üzerine yazılıyordu. Yazdığım ilk öykülerde Joyce’un etkisi görüldüğü söylendi bana.” Stephen King de çok benzer bir öykü anlatacaktır, yazmaya nasıl başladığına dair. “İster inanın ister inanmayın, beş altı yaşımdaydım, çizgi romanlardan resim kopyalayıp kendi öykülerimi yazardım. Bademcik iltihabı yüzünden okuldan eve gelip, vakit geçirmek için yatağın içinde öykü yazdığım günleri hatırlıyorum. Sinemanın da büyük etkisi oldu. İlk günden beri filmlere hep bayıldım. Annemin beni Bambi’yi seyretmek için Radio City Music Salonu’na götürdüğü günleri hatırlıyorum. Kocaman bir yerdi, filmdeki orman yangını sahnesi üzerimde büyük bir etki bıraktı. O yüzden yazmaya başladığımda görüntüleri yazma eğilimim vardı, çünkü tek bildiğim buydu.”
Öte yandan bazıları ise daha çok gençken ya da çocukken doğrudan kelimelerin büyüsüyle tanışmış ve yazma arzusuyla çoktan yanmaya başlamıştır bile. Örneğin, çoğu dev yazar için bile en büyük ilham kaynaklarından biri olan Kafka, profesyonel olarak yazmaya ancak üniversite yıllarında başlamış olsa bile belli ki çocukluğundan itibaren yazma tutkusuna sahipti ve ilk eserleri de ebevynlerinin doğum günleri için yazdığı küçük tiyatro oyunları olacaktı. Bu oyunlar kız kardeşleri tarafından oynanırken, kendisi de sahne yöneticiliğini üstleniyordu.
Yazar olmak her şeyden önce biraz da yalnızlıktır. Daha doğrusu kendi yalnızlığını sevebilmek… Bunu da en iyi çocukluğunu yalnızlık içinde geçirenler bilebilir. Bir tek kitaplar eşlik edebilir o özel yalnızlığa. Elif Şafak da bu tür bir çocukluğa sahip yazarlardan… Şafak bir söyleşisinde o yıllarını şöyle anlatır: "Annem ve babam ben küçükken ayrıldılar. Anneannem büyüttü beni ve ben çok yalnız kaldım. Bu yalnızlıkta en büyük arkadaşım kitaplar oldu. O zaman kitaplara olan sevgim artmaya başladı ve hiçbir zaman azalmadı. İnanıyorum ki yazar olmak isteyen, yaratıcı işler yapmak isteyen herkesin kitapları sevmesi gerekiyor. Çünkü kitaplar bize ayrı bir dünya açıyor. Gündelik hayatta yaşadığımız hayat çok sınırlı. Her gün yaptığımız işler sıradan. Ama kitaplar bize bambaşka dünyanın kapılarını açıyor, bilmediğimiz yerlere seyahat etmemizi sağlıyor. Kitapların dünyası çok engin, sınırsız. Ben o sınırsızlığı sevdim." O sevginin sonucu ise yazarlık olarak gelişecektir. “Diyebilirim ki ben, yazmaya çocuk yaşta başladım. Ama o zamanlar romancı olmak gibi bir hayalim yoktu. Yalnız ve içine kapanık bir çocukluk geçirdim. Kitaplar hayatımdaki en renkli şeylerdi. Devamlı okur, bol bol hayal kurardım. Böyle başladım yazmaya. Profesyonel anlamda yazar olmayı istemem ise daha sonra zamanla oldu. Ancak yirmili yaşlarımın başında.”
Jorge Luis Borges, ailesi sayesinde zaten doğar doğmaz kitaplarla çevrili bir dünyaya adım atmıştı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ailesiyle birlikte İspanya'ya taşındığında ise Borges artık çoktan yazar olmaya karar vermişti bile ve aynı zamanda da babasına 1870'lerde geçen bir roman yazmaya yardım ediyordu. Birkaç edebî gruba girme çalışmasından sonra, kendine bir akıl hocası buldu: Endülüslü şair Rafael Cansinos-Asséns… Onun etkisiyle kendisini “ultraistler” grubundan saymaya başladı ama kısa zamanda aidiyet hissinden sıkılarak kimseye bağlı olmadan bir şeyler yapmaya çalıştı. Denemelerle ve şiirle pasifizm, anarşi, Rus devrimi gibi bazı şeyleri övdüğü, genel düşüncelerini dile getirdiği iki kitap yazdı. Ama sonra yazdıklarından utanarak, her iki kitabı da İspanya'dan ayrılmadan önce imha etti. 1921'de ailesiyle Buenos Aires'e geri dönmesinden sonra, babasının arkadaşı Macedonio Fernandéz'in düşüncelerinden etkilenmesi, düşüncenin yeni yollarına yönelmesine neden oldu. Fernandéz'in düşünceleri Schopenhauer, Berkeley ve Hume'un bir yansıması idi. Edebî stili eksantrik ve düşünce tarzı karmaşıktı. Borges'e en büyük etkisi her şeye kuşkuculukla bakmasını sağlamasıdır. Hayatı boyunca edebiyata ve kitaplara karşı büyük bir tutku duyan Borges, şöyle diyecektir: “Henüz tek bir satır dahi yazmadan önce gizemli ve dolayısıyla da su götürmez bir biçimde kaderimin edebiyatla yazıldığını biliyordum. İlk başta fark etmediğim ise bir okur olmak kadar bir yazar olmaya da yazgılıydım ve ikisinin de birbirinden daha az önemli olduğunu düşünmüyorum.”
Yine de kitaplarla çevrili bir dünyaya doğan Borges’in kaderinin edebiyatla çizilmesinde çok fazla şaşılacak bir şey yok. Asıl ilginç olanlar ise edebiyatla uzaktan yakından ilgisi olmayan çevrelerde büyüyüp de kendini yazma tutkusuyla yanarken bulanlar… Tıpkı Italo Calvino gibi! Calvino, ömrünün ilk 25 yılını San Remo’da, o zamanlar Deneysel Çiçekçilik Merkezi’nin bulunduğu Villa Meridiana’da ve atalarından kalma, babasının greyfurt ve avokado yetiştirdiği San Giovanni Battista arazisinde, özgür bir şekilde geçiririr. O dönem erkek kardeşiyle birlikte ağaçların tepesinde geçen o ışıltılı günler daha sonra “Ağaca Tüneyen Baron” öyküsüne de yansıyacaktır. O yılları anlatırken “Yazı yazmaya çocukken başladım, ama edebiyattan çok uzaktım: annemle babam San Remo’da egzotik bitkiler, çiçek ve meyve yetiştiriciliğiyle, genetikle uğraşıyorlardı. Anne-babamın her ikisinin de çok güçlü kişilikleri vardı. Daha çok resimli gazetelere, radyodan dinlediğim skeçlere, sinemaya sığınıyordum: özetle, fantastik türden bir duyarlık geliştiriyordum” diye söz eder. Yine de aile geleneğini takip edip Torino Üniversitesi’nin Tarım Fakültesi’ne kaydolur, ancak ilk sınavları vermekten öteye geçemez. Çünkü II. Dünya Savaşı başlamıştır! Yirmi aylık Alman işgalinin ardından önce partizanlara katılıp, ardından da henüz 16 yaşındaki erkek kardeşiyle birlikte son derece şiddetli çarpışmalarda, Garibaldi tugaylarında savaşır ve bu arada annesiyle babası da birkaç ay süreyle Almanlarca rehin tutulur. Kurtuluşun hemen ardından başlayan dönemde Komünist Parti’ye katılır ve aynı dönemde bu siyasal etkinliklerden esinlenen ilk öykülerini kaleme alır. Ve en önemlisi kendi kişisel savaşını verip gönlündeki asıl yer olan Torino Edebiyat Fakültesi’ne geçer. Yazdığı ilk öyküyü ise ona “kalem sincabı” adını takan Cesare Pavese okumuştur; zaten onunla çok iyi iki dost olacak, bütün ilk öykülerini o dönem Einaudi Yayınevi’nin bürolarını kurmakta olan Pavese ve Natalia Ginsburg’a okutacaktır. İlk romanını yazması için onu teşvik eden kişi de yine Pavese olacaktır. Örümceklerin Yuvalandığı Patika, 1947’de çıkar. Partizan savaşı deneyimine dayanan bu ilk romanıyla küçük bir başarıya hemen imza atar; aynı dönem Edebiyat Fakültesi’nden de mezun olur ve Einaudi Yayınevi’nde reklam ve basın bürosu görevleriyle çalışmaya başlar. Burası onu tarihçiler, filozoflar, edebiyatçılar ve yazarlarla dolu bir dünyaya sokup, besler.
Italo Calvino, edebiyatçılarla dolu bir çevrede doğup büyümemiş de olsa, içindeki yazma tutkusu onu “gerçek ailesi” olan bu tür çevrelere yöneltmiştir. Tıpkı Sevgi Soysal gibi… Şair bir anne, sıra dışı bir bürokrat baba ve beş kardeşiyle birlikte mutlu bir çocukluğa sahiptir Soysal. Ankara Kız Lisesi’nde derslerde biraz vasat bir gidişat sergilese de zekâsı, muzipliği ve güzelliğiyle arkadaşları arasında her zaman dikkat çeker. Lise mezuniyetinden kısa bir süre önce bir danslı partide ileride kocası olacak Özdemir Nutku ile tanışır. Nutku, ondan beş yaş büyük, yakışıklı ve son derece kültürlü bir gençtir. Çok sayıda ortak noktaları vardır ve birbirlerinden çok etkilenirler. Sevgi, biraz da ona yakın olabilmek için Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde arkeoloji okumayı tercih eder. Artık neredeyse ayrılmamacasına beraberlerdir. Özdemir’in arkadaşları Güner Sümer, Bekir Çiftçi, Orhan Duru, Ferit Edgü, Demir Özlü, Ahmet Oktay, Erdal Öz gibi isimler, artık Sevgi’nin de arkadaşlarıdır. Dostlarla birlikte Ankara’nın dönemin önde gelen mekânlarında geçirilen günler daha sonra Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde belirecektir. Ailelerinin karşı çıkmalarına rağmen, Sevgi ve Özdemir üniversitedeyken evlenirler. Çift, Nutku’nun kazandığı bir burs sonucu bir süre Almanya Göttingen’de yaşar. Soysal, 17 Mart 1958’de oğlu Korkut’u doğurur Ankara’da. Öte yandan Özdemir Nutku’nun da Ankara’ya dönüşüyle, çift şehrin sosyal yaşamına kısa zamanda ayak uydurur, sanat ve edebiyat çevrelerine katılırlar. Ve sonunda bir gün genç hikâyeci Erdal Öz ve birkaç dostu Özdemir Nutku ile birlikte Değişim dergisini çıkarmaya karar verirler. Sevgi Nutku da 1961’de “Ne güzel suçluyuz biz hepimiz” adlı öyküsüyle Değişim dergisinin yazarlarından biridir. Bu öykü daha sonra Tutkulu Perçem’de de yer alacaktır. Soysal, o ilk dönemlerinde zamanın en sıcak konusu olan varoluşçuluktan etkilenir. Zaten yoğun olarak Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gibi yazarları okumaktadır. Onu etkileyen diğer iki yazar ise özellikle ruh çözümlemeleri konusunda Kafka ve Dostoyevski’dir. Soysal, yazdıklarını yayımlatmadan önce yakın dostu Erdal Öz’e okutur. O dönemler Türk Dil Kurumu’nda çalışmakta olan Öz, bu yazılanları “biraz gerçeküstü boyutları olan birtakım duygusal izlenimler” olarak değerlendirir. Temmuz 1962’de Sevgi Nutku’nun ilk kitabı olan Tutkulu Perçem, kendi olanaklarıyla, kısıtlı sayıda basılır.
Aynı dönemlerde aynı çevrelerden beslenen bir diğer yazar ise Tezer Özlü olacaktır. Hayat çok da parlak başlamamıştır aslında onun için. Özgürlüğe tutkun, her türlü baskıdan sıkılan bu genç kız için o ilk yıllar gerçek bir bunaltıdır. “O sonbahar, kış, ilkbahar ve yazlarda henüz çocuğuz. Ama içimizde çocuksu bir sevinç yerine, garip bir hoşnutsuzluk, bir sıkıntı…” Tüm bu sıkıntılar içinde dışarıya, öteki dünyalara karşı neredeyse ümitsizce bir özlem duyar: “Yaşam yalnızca sokaklarda. Bir canlılık var sokaklarda. Güzel olan, gerçek olan, kentin insanları, kalabalık, dış dünya...” Aynı yıllarda kentin bohem çevresiyle, Taksim ve çevresindeki hayatla, hayatında önemli bir yer tutacak olan Hayalet Oğuz’la ve ilk erkek arkadaşlarla tanışır Özlü. 1963 kışında, okul bitirmenin hiç de önemli olmadığına karar verir ve aynı yılın nisan ayında Almanya’ya, ablası Sezer Duru’nun yanına gider. İki ay sonra Sezer Duru ile birlikte Paris’e giderler. Paris’te Yüksel Arslan, Mübin Orhon, Nejad Devrim, Remzi, Selim, Hakkı Anlı gibi ressamlarla arkadaş olurlar. 1963 sonbaharında İstanbul’a döner. Yeni İnsan, Yeni Ufuklar, Yeni Dergi adlı dergilerde öyküler yayımlamaya başlayacaktır.
Kimileri ise daha okul yıllarından başlayarak kendisine edebiyatla dolu, yazarlık yolunda bir dünya kurmaya başlayacaktır. Tıpkı Adalet Ağaoğlu ve Leylâ Erbil gibi…
23 Ekim 1929’da Ankara’nın Nallıhan kazasında doğar Adalet Ağaoğlu ve kitap okuma tutkusunu ilk olarak annesinden kapar. Cumhuriyetin ilk kuşağından olan aile, aydınlanma yanlısıdır. Kısa bir süre sonra Ankara’ya taşınılır ve Adalet Ağaoğlu liseyi Ankara Kız Lisesi’nde okur. İlk roman denemelerini ve şiirlerini o yıllarda yazmaya başlayacak, Orhan Veli ile dahi yazışacaktır. Liseyi bitirdikten sonra Ulus gazetesinde tiyatro eleştirileri yazmaya başlayan Ağaoğlu, Ankara DTCF Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girer.
Okumak ve yazmak en büyük tutkusudur genç Adalet Ağaoğlu’nun. Yaşıtları genç kızlar gibi havai merakları yoktur, aksine ciddi ve mesafeli kişiliğiyle tanınır. Öte yandan, her ne kadar aydın bir ailesi olsa da üç erkek kardeşin arasındaki tek kız olarak, ailesinin kendisinden beklediği, üstlenmesi gereken kimi görevlerden sıkılır, özellikle ailenin yaşlı fertleri tarafından yakıştırılan gelecekteki ev kadını beklentisinden rahatsızlık duyar. Okumaya, öğrenmeye, üretmeye, aydın bir dünya vatandaşı olmaya kararlıdır o. Yine de ailesinden pek bir baskı görmez ve yürümeyi dilediği yolda başarıyla ilk adımlarını atar. Roman denemeleri, dergilerde yayımlanan şiirler birbirini izler. Bu arada ilk ödülünü de üniversitenin öğrenci derneğinin düzenlediği şiir yarışmasından alır. Üniversitenin ardından açılan bir sınavla Ankara Radyosu'na girer. Profesyonel olarak yazmaya ise ilk olarak 1946'da Ulus gazetesinde yayımlanan tiyatro eleştirileriyle başlayacaktır. 1948-1950 arasında Kaynak dergisinde şiirleri yayımlanır. Sevim Uzgören'le birlikte yazdığı Bir Oyun Yazalım adlı oyun 1953'te Ankara Küçük Tiyatro'da sahnelenir. İlk romanının yayımlandığı 1973'e kadar sadece tiyatro yazarlığıyla ilgilenecektir.
Leylâ Erbil ise romanı Mektup Aşkları’nın kahramanları gibi daha okul yıllarındayken edebiyatla ilgilenir, şiirler ve öyküler yazmaya başlar. Ancak onu edebiyat dünyasıyla tanıştıracak asıl dönüm noktası, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okumaya başlaması, asıl önemli kişi ise yine aynı üniversitenin coğrafya bölümünde okumakta olan ve onu ünlü ressam ve şair Metin Eloğlu, felsefeci ve denemeci Selahattin Hilav gibi isimlerle tanıştıracak olan ablası Mürvet Bilgin olacaktır. O yıllarda genç Leylâ Erbil çoktan kendini yeniden üniversiteye ve her geçen gün zenginleştirdiği edebiyat çevrelerine vermiştir bile. Üstelik ufkunda, tanışır tanışmaz hayatına damgasını vuracak bir dev isim de belirmiştir! Sait Faik Abasıyanık’tan başkası değildir o isim… Öykülerine hayranlık duyduğu Sait Faik’le tanışmasının ardından kurulan dostlukları, Faik’in 1954’teki ölümüne dek sürer. Onunla tanışmasını ve yazarlığının üstündeki etkileri bir söyleşisinde şöyle anlatacaktır: “Ben onunla tanıştığımda (1953 sonu– 1954 başı olmalı) hayranlığım doruktaydı. Utana sıkıla kendi şiir ve hikâyelerimi okudum. Şiirlerimi eleştirdi, hikâyelerimi övdü. Alıngan, sinirli, dürüst, utangaç, alabildiğince alçakgönüllü bir adam… Yüreklendirdi beni; ben de kararımı düzyazıdan yana koydum. Oysa aynı yıllarda Ahmed Arif şair olduğumda ısrar ediyordu…”
Adalet Ağaoğlu ve Leylâ Erbil, daha çocukken bile yazmak istediklerini biliyorlardı. Oysa bugün edebiyatın en önemli isimlerinden bazılarının o yıllarda yazarlık aklının ucundan bile geçmiyordu. Günümüzün en değerli yazarlarından Füruzan örneğin bir söyleşisinde “Tiyatrocu ya da operacı olurum diye düşünmüştüm” diyerek anlatıyor. “İstanbul Konservatuarı’na da girebildim ama devam edemedim. Orada bir ara şan çalışmayı çok istedim. Onu kazandım, devam edemedim. Ressamlık yaptım, iyi sayılırdı ama tiyatro için uğraştım. Dünya edebiyatının en büyük adamlarını çok sevinçle okudum. Yani öyle bir şey kurabilmeyi hiç düşünmedim. Diğer sanat dallarında yapabilirim diye düşündüm. Fakat 60'lar biliyorsunuz dünyanın en geç olduğu yıllardır. Nedense birdenbire yazmaya karar verdim ve yazmaya başladım. Çünkü yazmam gerekiyordu. ‘Bu ülkeye ait insanların hikâyelerini anlatmalıyım’ diye düşündüm. Onların çoğunu tanıdığımı söyleyemem. Zaten birilerini tanıyarak yazar olmak gibi bir durum yok, o da olur ama kurgulayabilmeniz lazım. Sevgili Mehmet Doğan ve Fethi Naci ve diğerleri, gerçekten artık şans mı diyeyim ne diyeyim bilmiyorum, çok özel bir dünyam olduğunu ve çok özel bir insan olduğumu söylediler. Ankara’da Bilgi Yayınevi Parasız Yatılı kitabımı basmak istedi. ‘Daha bitmedi’ dedim. ‘Ne yazarsanız yazın, kabulümüzdür’ dediler. Karlı bir gün kalktık, Ankara’ya kitabı götürdük. Kitabın adı tartışma konusu oldu. ‘Kitabı böyle basarsanız tamam ama bu sizin için mümkün değilse ben kitabımı alır geri dönerim’ dedim. ‘O zaman basarız’ dediler. Çok tuhaf bir şekilde Parasız Yatılı benim kartvizitim gibi oldu.”
Günümüzün en önemli polisiye yazarlarından Ahmet Ümit de aklında hiç yokken, kaderin tesadüfleri sonucu kendini yazar olarak bulanlardan… Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitiren ve ardından da Moskova’da Sosyal Bilimler Akademisi’nde siyaset eğitimi gören Ümit’in 12 Eylül döneminde yaşadığı aktif eylemcilik yaşamı; onu daha sonra eserlerinde kullanacağı şiddetle tanıştırmanın yanı sıra, hem kendi kimliği hem de ilginç bir şekilde gelecekte seçeceği meslek üzerinde önemli bir etkisi olur. Aklında hiç yazarlık düşüncesi yokken, işkence gören bir arkadaşları için istenen bir rapor yazma eyleminin giderek uzun bir hikâyeye dönüşmesi hem onu hem de çevresindekileri etkiler. Bu hikâyenin daha sonra 40 dilde çıkan bir dergide yayımlanması ise mesleğe ilk adımını oluşturur şüphesiz. Kendisine söylenene kadar, polisiye yazdığının farkına dahi varmaz. Yeni yeni hikâyeler yazmaya başlamış olan 25 yaşındaki Ahmet Ümit’in Moskova’yı ziyareti ise kafasındaki ideolojinin gerçek hayattaki cisimleşmiş politika hâliyle karşılaşmasına ve sonuçta da büyük bir hayal kırıklığına uğramasına neden olur. Bu hayal kırıklığının sonucu ise kaçışı sanatta aramaya ve yazarlığa kesin olarak adım atmasına yol açar.
Söz polisiyeden açılmışken, tüm zamanların en iyi polisiye yazarlarından Arthur Conan Doyle da ilk başlarda yazarlığı bir meslek olarak seçeceğini aklının ucundan bile geçirmez. Evet, çeşitli yerlere yazılar yazmaktadır, edebiyat konusundaki yeteneğinin farkındadır ama onun asıl tutkusu okumakta olduğu tıp mesleğidir. Hatta annesine yazdığı bir mektupta “Planım net” der, “Kendimi mesleğimde (tıp) geliştirmek, tüm vakaları dikkatle incelemek, tanışabileceğim tüm önemli kişilerle tanışmak, ‘yan gelirimi edebiyattan sağlamak(!)’ ve birkaç yıl bekledikten sonra onurlu bir cerrah olma yolunda ilerlemek.” Geleceğinin tıp mesleğinde olacağı konusunda son derece emin olan Doyle, herhalde karakteri Sherlock Holmes sayesinde ölümsüz bir yazara dönüştüğünde herkesten fazla şaşırmıştır!
Dracula’nın ölümsüz yazarı Bram Stoker da neredeyse yazar olarak tanıyamayacağımız isimlerdenmiş. Pek çok işte çalışıp, hatta bir tiyatro oyuncusunun asistanlığını da yapan Stoker, bir yandan da kendi kendine bir şeyler yazmaya devam etmiş. Ve hatta Dracula’nın ilk taslaklarını da asistanlığını yaptığı oyuncuya göstermiş. Adamın Dracula’yı “korkunç!” bulması ve sahnede oynamayı reddetmesi bile neyse ki ümitlerini kırmamış. Yirmili ve otuzlu yaşları boyunca tiyatro eleştirilerinden küçük öykülere, çok çeşitli konularda yazmış. Ancak o yıllarda uzun eserlere adamamış kendini. Ta ki 43 yaşındayken günümüzde unutulmuş olan ilk eseri The Snake’s Pass’i yayımlayana dek… Bu belki çok ses getirmez ama ardından gelecek olan Dracula’nın yolunu açar ve Bram Stoker, tam 50 yaşındayken başyapıtıyla büyük bir patlama yaşar. 64 yaşında ölene dek yedi roman daha yazacaktır.
William S. Burroughs da nispeten geç açılanlardan… Ama onun için yazmak daha çok hayat kurtarıcı bir rol üstlenmiş âdeta! İlk gençliği büyük bir karmaşa içinde geçen, her tür şiddetten karmaşık ve tehlikeli cinsel serüvenlere, çok ciddi uyuşturucu bağımlılığından polisten kaçarak geçirdiği, ölümün kıyılarına dek uzanan, son derece çılgın bir yaşam süren Burroughs; çocuğunun annesi olan Joan’u kazayla (William Tell’cilik oynuyorlarmış!) öldürdükten sonra duruşmasını beklerken yazmaya başlamış. O zamana dek yazar olacağına pek de inanmayan Burroughs için bu korkunç hadisenin üstünde sağaltıcı bir etkisi olmuş ve onu yazarlık konusunda motive etmiş. Aradığı tek ruhsal kaçışı ve tedaviyi yazıya konsantre olmakta bulan Burroughs da kendisini mahkemeden kurtardıktan sonra tamamen yazmaya adamış ve 39 yaşındayken ilk kitabı Junky’yi yayımlamış.
Bir de akıllarında hiç yokken tamamen tesadüfler sonucu kendilerini yazar olarak bulanlar var. Örneğin Toni Morrison, 35 yaşında Harvard Üniversitesi’nde öğretim görevlisiyken sadece eğlence amaçlı katıldığı bir yazarlık kursunda, gruptan atılmamak için mecburen yazmaya, ilkokuldayken tanıdığı, hep mavi gözleri olmasını isteyen siyahi bir küçük kıza dair bir hikâye üstünde oynamaya başlamış. Bir süre sonra boşanan ve şehir değiştiren Morrison, burada zaman geçirmek için başlayıp yarım bıraktığı bu hikayesinin üstünde çalıştıkça, beş yıl içinde giderek bir romana dönüştürmüş. Hikâyenin sonrasını ise biliyorsunuz! Ona tüm dünyada büyük bir ün kazandıran En Mavi Göz işte böyle doğmuş.
Çağdaş edebiyatın dâhilerinden gösterilen müteveffa yazar David Foster Wallace ise üniversiteden bir kız arkadaşının bir gün ona “gerçek bir insan olmaktansa bir roman karakteri olmayı yeğlediğini” söylemesi üstüne, bu fikri kafasında döndürüp durdurmaktan kendini alamadığını ve kızın aslında tam olarak ne demek istediğini düşünmeye başladığını fark etmiş. Giderek gerçek bir insanla, kurgu bir karakter arasındaki farkı biçimlendirmede dilin ne kadar önemli bir rol oynadığını anlamaya başlayan Wallace, bu fikir üstüne kurup geliştirdiği, kendi gerçekliğine inanmayan bir kadına dair olan ilk romanını yazmış.
İşte böyle bazen küçücük bir tesadüf, beklenmedik bir söz ya da karşılaşma koskocaman bir yazarlık kariyerine yol açabilir. Ya da belki de tüm bunların ardında yine Kalliope vardır. Bazen bir arkadaş kılığına girip vermek istediği ilhamı hiç beklenmedik yollardan dahi veriyor, “gerçek insan-kurgu karakter” fikriyle kim bilir belki de bizzat kendi hikâyesini anlatmaya çalışıyordur. İlham perilerinin en beceriklisi olan Kalliope’nin yöntemlerinin çeşitliliğinden, yaratıcılığının sınırsızlığından ise sual edilmez! Örneğin Haruki Murakami’nin yazarlığa başlama hikâyesi gerçekten de biraz peri masallarını andırıyor.
Haruki Murakami 1949 yılında, Budist bir rahibin oğlu ile Osakalı bir tüccarın kızının evliliğinden dünyaya gelir. Babası da dedesi gibi Budist bir din adamı olan Murakami, gençliğinin büyük bir bölümünü Kobe'de geçirir. Üniversite öğrenimini Tokyo’daki Vaseda Üniversitesi'nde tamamlayıp 1975’te mezun olur. Okulda okuduğu sırada eşi Yoko ile tanışıp evlenir. Mezuniyetinin ardından hayattaki en büyük iki tutkusunun peşinden gidecektir. Caz müziğine olan tutkusu onu, eşiyle birlikte birkaç yıl boyunca caz çalınan bir barı işletmeye sürükleyecek, Batı edebiyatına olan tutkusu ise âdeta bilinçaltında o fark etmeden büyüyüp, bir gün bir beyzbol maçı izlerken, aniden nedensiz bir biçimde, adeta “vahiy” gibi gelen bir yazma isteğiyle dolduracaktır onu. İlk romanı olan Hear the Wind Sing, 1979 yılında yayımlandıktan sonra ise hayatı geri dönülmez bir biçimde değişir.
Bir de tabii o vahyi neredeyse doğar doğmaz duyup, yazar olacaklarını bir kâhin gibi bilenler var. Mesela George Orwell… “Çok erken yaşlarda, belki de beş-altı yaşlarındayken dahi büyüyünce yazar olmam gerektiğini biliyordum” diye anlatır Orwell. “17 ve 24 yaş arasında bu fikirden vazgeçmeye çalışsam da bilincimin derinlerinde gerçek doğama karşı koymaya çalıştığımı ve er ya da geç oturup, kitaplar yazmaya başlamam gerektiğini biliyordum.”
Tüm bu isimlerin içinde belki de kendinden en emin cevap veren ise tüm zamanların “kendine en çok güven sahibi, sert erkek yazar” sembolü olan Ernest Hemingway’dir. “Hafızanızda yazar olmaya karar verdiğiniz ana ait bir resim var mı” diye soran The Paris Review muhabirini şu kısa ve net sözlerle cevaplar: “Hayır. Anlık bir karar değil, yazar olmayı hep istemiştim.”