Temelleri folklor ve mitlerle atılan vampirin ilk örnekleri çoğunlukla dişi yaratıklardır. Mesela Lilitu; farklı anlatıları olsa da çoklukla hastalık taşıyan, ayartan ve zarar veren dişi ruh– iblis olarak tasvir edilir...
01 Kasım 2018 14:07
Hiç kuşkusuz en sevdiğimiz canavar vampir olsa gerek. İnsan doğasının limitlerini aşarak besin zincirinin en üstüne yerleşen bu korkunç ama karizmatik ölümsüzden daha çok anlattığımız başka bir canavar hikâyesi yoktur herhalde. Kan kadar mahrem, ölüm kadar korkutucu, ölümsüzlük kadar ulaşılmazdır bizim için. Söylence ve mitlerin başlangıcından beri her dönemin vazgeçilmezi, kurgusal dehşetimizin en önemli besin kaynağıdır. O ölümsüzlüğünü sağlamak için bizden beslenirken, biz de korkumuzu canlı tutmak için ondan besleniriz. O, gücü ve devamlılığı ile insanın ulaşmak istediği ama ulaşamadığı her şey, ama kana olan açlığı ve acımasızlığı ile olmaktan korktuğu tek şeydir. Dehşete düşüren bir canavar olduğu kadar hayranlık uyandıran, büyülü bir varlıktır. Tam da bu yüzden eşsiz bir korku temasıdır.
Söylenceler, folklor, mitler ve en önemlisi de edebiyat, pek çok fantastik yaratık ve canavar yaratmıştır. Bugün saymaya kalksanız, sayılarının bir iki bini bulma olasılığı yüksektir. Ancak, hiçbiri vampir denilen kan emici kadar içimize işlememiştir. Özellikle edebiyata adım attığı günden beri, vampiri tekrar tekrar, bıkmadan usanmadan anlatıyor, doğasını, tarihini, mitolojisini yeniden şekillendiriyor, kimi zaman başka türlerle karıştırarak kimi zaman tamamen yalnız bırakarak yeniden yaratıyoruz. Kısaca, eğer vampir olmasaydı, korku türü kesinlikle açlık çekerdi diye düşünüyorum. Ne de olsa sadece edebiyat değil, sanatın her dalı bir obur iştahı ile işliyor bu eşsiz temayı.
Bir korku yazarı olarak tahmin edeceğiniz gibi vampir benim de en sevdiğim konulardan biridir. Vampir kitapları okumaktaki doymak bilmez iştahımın yanı sıra, yazarlık haricinde edindiğim başka ilgi alanları sayesinde araştırmayı, geliştirmeyi, kullanmayı ve konuşmayı sürdürdüğüm bir konudur. Bu sebeple bu dosya için vampiri hangi yönünden ele alabileceğimi düşünürken az değinilen bir konudan bahsetmek istediğimi fark ettim. Aklıma son günlerde kafamı kurcalayan iki konuyu sizlerle paylaşmak geldi. İlki vampir edebiyatında dişi vampirin ele alınış şekliydi. İkincisi ise ilintili sayılabilecek ama tek başına neredeyse bir tez konusu olabilecek “Paranormal Romans – Erotik Romans” gibi son yıllarda hızla yükselen romantik edebiyatın bu alt türlerinde vampirin varlığıydı. Bu iki konudan birini seçebilirdim ama sonradan ilginizi çekeceğini umarak mümkün olduğunca yumuşak bir geçişle iki konuyu bu yazıya sığdırmaya karar verdim.
Fazla uzatmadan başlayalım o hâlde. Önce ufak bir özet geçelim:
Vampir dediğimiz zaman aklımıza ilk gelen çoğunlukla Bram Stocker’ın Drakula’sı olur. Bu hiç de yanlış bir refleks değil aslında, ne de olsa vampir efsanesinin pek çok öğesini sağlamlaştırarak edebiyat temeline oturtan bu romandır. Fakat bu şahane eser vampir hikâyelerini başlatan ilk eser değildir. Önce mitoloji ile başlar yolculuğu. Sümer’in Lilitu’su, Yunan’ın Lamia’sı, Strix’i, Yahudi mitinin Lilith’i gibi başka başka adlarla bütün dünya mitolojilerinde benzerlerini bulacağınız yaratıklarıdır ilk çentikleri atanlar. Obur, Vetala, Izcacuz, Raksasha, Leyak, Bhoot, Mandurugo bunlardan yalnızca bazılarıdır.
Mitlerin ve folklorun hemen ardından şiirlerle edebiyata sızmaya başlar, Heinrich August Ossenfelder’in “Der Vampir”i (1748) August Bürger’in “Lenore”u (1773), Goethe’nin “The Bride of Corinth”i (1797) Samuel Taylor Coleridge’in “Christabel”i (1797) işlediği satırlarla yerini alır. Bu şiirlerin çoğunda göze çarpan en önemli nokta, ölen sevgili ardından tutulan yastır. Sevgili ile tekrar kavuşmak için arzulanan ölüm ve sevgilinin mezardan geri dönüşü ise, korkunç olmakla birlikte romantizmi canlı tutar. Bu şiirler, her ne kadar bazıları tam anlamıyla vampir tanımı içermese de daha sonra hem gotik edebiyatın hem de edebiyatta vampir temasının altın basamakları olarak kabul görürler.
John William Polidori’nin The Vampyre’ı (1819) ile şiirden sıyrılır, hikâyeye, romana bırakır kendini. Theophile Gautier’in La Morte Amoureuse’u (1836) ile serpilir, Sheridan Le Fanu Carmilla’sı (1872) ile gelişir. Bram Stocker’ın Drakula’sı (1897) onu vazgeçilmez kılacak son hamleyi yapar ve ona bir kimlik verir. Polidori’nin neşriyata kattığı en önemli şey vampire bir kimlik vermesidir. Sonrasında Stocker’da aynı yolu takip ederek sonrasında gelecek eserlerde vampirin toplum içine karışıp, birey olmasını sağlar.
Elbette saydıklarımın haricinde aynı dönemlerde vampir temasını işleyen pek çok eser var, fakat bunları özellikle vampir edebiyatının birer kilometre taşı olarak saymak yanlış olmaz. Bir anlamda temanın ana hatlarını çizen önemli örneklerdir.
İlk konumuz dişi vampir demiştik; temelleri folklor ve mitlerle atılan vampirin ilk örnekleri çoğunlukla dişi yaratıklardır. Mesela Lilitu; farklı anlatıları olsa da çoklukla hastalık taşıyan, ayartan ve zarar veren dişi ruh– iblis olarak tasvir edilir. Sonrasında Yahudi mitolojisinde dönüşeceği Lilith, Adem’in ilk karısı olmakla kalmayacak, erkeğe boyun eğmek istemeyip eşitliği savunarak itaatsiz, isyankâr dişi şeytan rolüne bürünecektir. Anlatıya göre bir mağaraya kaçar, iblislerle beraber olur ve onlardan sayısız çocuk edinir. En önemlisi de insan kanı içtiği anlatılır. Burada bize çizilen itaatsiz, cinsel iştahı sınır tanımayan, kötücül ve kana susamış bir dişi canavardır. Bu günahkâr karaktere dikkatle bakarsak; inanç sistemlerinin çoğunda ataerkil toplumların kadına yönelttiği dayatmaları ve kurallara uymadığı takdirde bir canavara dönüşeceği uyarısını görmek çok kolay. Buradan anlıyoruz ki kadının erkeğin eşiti olması yerine; itaat etmesi gereken bir eksik tür olarak görülmesi oldukça eski bir düşünce şeklidir. Kadının eşitlik iddiası, bu tür toplumlar için onu kan içen, insan eti yiyen bir yaratığa dönüştürecek kadar korkutucudur.
Lamia’ya baktığımızda, güzelliği ve Zeus’un dikkatini çekmesi (Tanrıça Hera’ya göre ayartması) yüzünden kıskanç eş tarafından cezalandırılarak canavara dönüştürülen talihsiz bir kadın görürüz. Her ne kadar Yunan mitolojisinde Zeus söz konusu olunca sıkça rastlanan bir durum olsa da Lamia yaşadığı gizli aşkın ve tutkunun bedelini çocuklarının kaybı ve insanlıktan çıkmasıyla ödemiştir. Lamia, çocuk kaçıran, yamyam bir canavar olarak betimlenmesi ile dünya mitolojisinde benzerleri olan Alkarısı motifine uyduğu gibi, kan içmesi ve gece yaratığı olarak nitelendirilmesi de onu ayrıca vampir temasındaki yerini almasını sağlar ve sonrasında takip edecek dişi vampir profiline güzel bir örnek oluşturur.
Mitlerde karşılaşacağımız diğer dişi vampir örneklerine baktığımız zaman çok belirgin ortak bir özellik görmek mümkündür. Erkekleri (bazen kadınları da) baştan çıkararak avlayan, cinselliğini ve büründüğü güzel görünümü kullanarak ayartan kana susamış dişi canavar. Erken örneklerde eril canavarlar doğrudan güç kullanırken, dişi canavar ayartmaktadır. Bu bana sorarsanız tamamen kadının fiziksel gücünün erkek kurbana yetmeyeceği teorisinden doğmuş bir meseledir. Mesela Minatour’un o çirkinlikle avını baştan çıkarması pek mümkün görünmüyor. Eğer labirentteki bir dişi canavar olsaydı, avını yakalamak için fiziksel güçten ziyade ya büyü kullanacaktı ya da dişiliğini. Her halükârda avını ayartması gerekecekti.
Baştan çıkaran eril canavar yok mu? Var tabii ki. Mesela incubus (kâbus olarak da bilinir) bir düş iblisidir ve gücü cinsellikten gelir. Dişisi ise Succubus’tur. Çoğu söylencede her ikisinin de rüyadaki avlarıyla cinsel ilişkiye girerek yaşam güçlerini çektikleri ve bir süre sonra ölüme yol açtıkları anlatılır. Nihayetinde bu iki yaratık da yaşam enerjisi ile beslenmeleri yüzünden farklı bir çeşit vampir kabul edilir ve özellikle günümüz anlatılarında sıklıkla kullanılırlar. Modernleşme ve bilim çok sonraları çekici bir eril canavar daha çıkacaktır ortaya. Soylu erkek vampir, fiziksel güç kullandığı kadar avını yakalamak için çekiciliğini de kullanacaktır.
Dişi vampirlerle devam edelim. Bunun edebiyattaki ilk örneklerinden biri şüphesiz Theophile Gautier’in - La Morte Amoureuse’u yani diğer adıyla Clarimonde’sidir. Polidori’nin vampiri soylu ve toplum içinde bir birey olarak tanımlamasının ardından, artık işin içine insan gelenekleri ve inanç sistemlerinin dikte ettiği kurallar giriyor. Bu doğrultuda, vampirimiz de dişi olunca, hele ki söz konusu bir rahibin kurtarılması gereken ruhu ise, elbette vampirimizin toplumca ayıplanan, kural tanımaz bir ayartıcı olması kaçınılmaz hâle geliyor. Clarimonde’un bana göre en ilgi çekici özelliği kadının toplumdaki yerine dair eleştirisi. Kadın eğer ataerkil toplumun içinde değer bulmak istiyorsa kurallara uymak zorundadır. Aksi takdirde yoldan çıkmış, hastalıklı, tekinsiz kabul edilir… Clarimonde ayrıca vampir temasına romantizmi taşıyan önemli örneklerden biri sayılabilir. Vampir – insan arasında aşk ve şehveti işlemesi açısından da paranormal romans için basamak olmuştur.
Turgenyev’in Prizraki (1863) adlı eserinde yine bir dişi vampire rastlıyoruz; yine baştan çıkarıcı ve yine gizemli. Avını güzelliği ve rüya illüzyonuyla kandırıyor. Fakat Clarimonde’den farklı olarak bir kimliği olduğu söylenemez. Dudaklarındaki kan onun vampir olduğuna dair bir işaret olmakla birlikte sonrasında bir hayalet gibi kaybolması illüzyonu pekiştiriyor. Benim düşüncem bunun tamamen yok edilmeye karşı bir önlem olması. Yine de bu masum görünen fettan güzelimizin kan içtiği gerçeğini değiştirmiyor. Bu hikâyede romantizmden çok şehvet öne çıkıyor.
Paul Feval’ın The Vampire Countess (1856-Vampir Kontes) adlı eserinde, oldukça karizmatik gerçek bir canavar görüyoruz; büyüleyici, fettan, şehvetli ve kesinlikle acımasız. Sonsuz gençlik ve ölümsüzlük için yapmayacağı şey yok. Diğer dişi vampirlerden farklı olarak kan içmek yerine bir succubus gibi kurbanlarının yaşam enerjisini çalması, vampir temasına eklenen ve yukarıda belirttiğim gibi sonradan epey kullanılacak olan mühim bir alternatif vampirizm örneği. Bu özelliği, kontesimizi hemcinslerinden hemen ayırıyor. Ancak ne yazık ki şehvetle yetinmeyip aşk istemesi her şeyi değiştiriyor. Bu ayrıca canavarın bir insan duygusu olan aşka ihtiyaç duymasına dair öncülerden biri. Romantizmi pekiştiriyor.
Mary Elizabeth Braddon’un Good Lady Ducayne’si (1869)... Bu eserde ölümden korktuğu için ömrünü kan transferi ile uzatmaya çalışan bir ölümlü dişi vampirimiz var. Zenginliği en büyük silahı. Kendine sağlıklı gürbüz eşlikçiler tutuyor ve doktorunun da yardımıyla eşlikçilerinin kanlarını sömürüyor. Bilim ve vampirizmin harmanlamasının yanı sıra, dişi vampirin ölümlü olması, avını yakalamak için güzelliğini ve şehvetini konuşturmak yerine parasını konuşturuyor olması açısından kesinlikle oldukça yenilikçi. Bilim fantezi ve korkunun bir arada olduğu bu eser diğerlerinin arasından hemen ayrılıyor. Bir de alt metinde sınıf farkına, zenginin fakirin kanı ile beslenmesi gibi çarpıcı noktalara değinmesini atlamamak lazım.
Sıradaki dişi vampirimiz Sheridan Le Fanu’nun Carmilla’sı (1872). Şu âna kadar yukarıda saydığım çok da popüler olmayan örneklere nazaran Carmilla için dişi vampire dair yazılmış hikâyelerin en sevileni ve en ünlüsü diyebiliriz. Carmilla dişi vampirin ana profilini kusursuzca oturtmuş eşsiz bir eserdir. Sinsi, baştan çıkarıcı, manipülatör ve şehvetli… Kendini saklamasını iyi bilir. Avına ürkütmeden yaklaşır ve acele etmeden avucunun içine alır. Carmilla’nın eşcinselliği işleyen bir eser olduğu pek çok kez ifade edilmiştir. Bu yönden bakacak olursak, dişi vampirimize yeni bir özellik katıyor eser. Ancak düşünceme göre vampirimizin cinsiyet tercihi olduğunu sanmıyorum. Hikâyeyi her okuduğumda aynı hissi veriyor bana; nasıl ki biz yediğimiz etin dişi mi erkek mi olduğunu pek sorgulamayız, avcı doğası gereği vampirimiz de sadece yemeğinin peşinde. En önemli silahı baştan çıkarmak olduğuna göre, bunu kimin üzerinde kullandığının pek de önemi yok aslında. Her halükârda bu bakış açısıyla bile temayı tamamen farklı bir boyuta taşıdığı kesin.
For The Blood Is The Life (1911). Francis Marion Crawford’un dişi vampirinin daha çok intikamcı bir hayalete benzediğini söylemem lazım. Ancak ceset olarak dirilmesi ve kan içmesi onu hayalet olmaktan çıkarıp bir canavara dönüştürüyor. Bu hikâyede dikkat çekici iki önemli nokta var. İlki, öldürüldükten sonra vampire dönüşmesi; buradaki ghoul dokunuşunu göz ardı edemeyiz. İkincisi ise platonik aşkını av olarak seçmesi; vampirlerin duygusal olarak bağlanabileceklerinin göstergesi. Trajik, atmosferik ve tekinsiz arka planıyla vampir anlatısına farklı bir bakış açısı getirdiği tartışılmaz.
Hemen çığır açan bir başka esere geçiyorum. Anne Rice’ın The Vampire Chronicles serisi. 1976’da Inerview With The Vampire (1976 - Vampirle Görüşme) adlı ilk kitabın basımıyla başlayan seriye ait bugün on küsur kitap var. Paranormal romans, hatta vampir romans olarak da adlandırılan serilere yolu açması ile birlikte, bir vampir toplumu yaratması; vampirin doğasını, yaşamını ve kendi toplumu içindeki yerini incelemesi; sempatik vampir- canavar vampir karşılaştırması, ölümsüzlüğün yalnızlığı gibi öğelerle vampir temasına kattığı yenilikler saymakla bitmez. Bu seride göze çarpan önemli iki dişi vampir karakteri var. Biri çocuk bedenine sıkışıp kalan Claudia, diğeri ise antik canavar Akasha; çocuk-kadın vampir ve tanrıça vampir. Bu iki uç örnek, dişi vampir profiline taze nefes getiriyor.
Bana göre çığır açan bir diğer seri ise Laurell K. Hamilton’ın Anita Blake: Vampire Hunter serisi. 1993’te Guilty Pleasures (Suçlu Zevkler) adlı ilk kitapla başlayan seri otuz kitaba yaklaştı. Bu serinin vampir külliyatında seyri değiştirmek açısından önemli bir yeri var. Öncelikle Paranormal Erotik Romans alt türüne ön ayak olduğu su götürmez. Esprili diyalogları ile, insanı ürpertirken eğlendirmesi, her ne kadar bazıları vampir temasının ciddiyetini zedelediğini söylese de, eşsiz bir deneyim sunuyor. Mitolojiyi ve yaratık efsanelerini iyi kullanması, paranormal elementleri korkmadan deneyimlemesi, gizem ve korkuyu ustalıkla esere yedirmesi açısından bence türünü en iyilerinden. Seride pek çok dişi vampir karakteri çıkıyor karşımıza ama bunlardan en önemlisi aslında baş karakterimiz Anita Blake. Her ne kadar serinin başında bir nekromensır olarak görünse de, seri ilerledikçe aslında onun da bir çeşit vampir olduğunu anlıyoruz. Succubus – Vampir profiline eşsiz bir ekleme.
Son olarak saydıklarımın haricinde Whitley Strieber’in The Hunger’ına (1981) ve Octavia E. Butler’ın Yavru Kuş (2005) adlı eserine de bir bakın derim. Bunlar da dişi vampir denince es geçilmemesi gereken eserlerdir.
Toparlayacak olursak, vampirin toplum içine girip insani duyguları deneyimlemesi ile, ister istemez dişi vampir de baştan çıkaran isimsiz bir canavar olmaktan çıkıp duygusal, albenili, yeni bir kimlik kazanıyor.
Gelelim Paranormal romans, Paranormal Erotik Romans konusuna. Anne Rice’ın Vampire Chronicles serisinin empati kurabileceğimiz canavarlar yaratması, öncülerin vampire verdiği kimliği geliştirerek onlara toplum, kültür ve en mühimi bir ruh verdi. Hikâyeyi vampirin ağzından dinlemek tüm dengeleri alt üst ettiği gibi, canavarımızı da bambaşka bir dünyaya sürükledi.
Öncelikle söylemeliyim ki bu iki alt türde çıkan eser sayısı akıl alır gibi değil. Okuduklarım haricinde tavsiye edilen iyi eserleri araştırırken kimi yazarların yüz kitabı geçtiğini görünce kendimi bir güzel azarladığımı saklamayacağım. Fakat şunu da gözden kaçırmamak lazım, bambaşka bir edebiyat camiasından bahsediyoruz. Bilim Kurgu, Fantastik, Polisiye ve korku gibi geniş okur kitlelerine sahip edebiyat türleriyle yarıştığını hatta bazı noktalarda alıp başını gittiğini görmek şaşırtıcı olsa da anlaşılır bir durum. Çünkü talep çok…
Romantik edebiyat hep vardı, çünkü şüphesiz aşk insan için en önemli duygulardan biri. Erotik edebiyat ve edebiyatta erotizm de yeni bir şey değil, nihayetinde cinsellik eski çağlardan beri yazılıp çiziliyor. Peki paranormal öğeler ne zaman girdi işin içine? Ne zaman kendine ait bir dünya yarattı? Bunun cevabı da Fantezi Edebiyatında. Fantastik kurgu hayal gücü kadar eski. Folklor, masallar ve mitlerin uzantısı olan büyülü bir dünya. Bu dünyanın diğer türleri beslemesi de son derece doğal; korku türü kadar beslediği diğer iki tür ise kesinlikle romantik ve erotik edebiyat; fantastik unsurların neredeyse iliğini kemiğini sömürdüklerini söylemek de yanlış olmaz. Tanrılar, iblisler, ejderhalar; yaratıklar, uzaylılar, mutasyonlar, canavarlar; aklınıza ne gelirse her şey sınırsız kullanılıyor. Elbette hayal gücünün sınırı yok, neden romantik edebiyatta sınır olsun ki. İşte bu sınırsız kaynak ve eşsiz esneklik, kısıtlamaları ortadan kaldırarak yazarına olağanüstü bir üretim imkânı sağlamakla beraber, sayıları gittikçe artan iştahlı okuyucunun talebini karşılamak üzere, durmaksızın eser çıkarıyor.
Mills & Boon, Harlequin gibi romantik edebiyatın devlerini bilmeyen yoktur herhalde. Bilmiyor olsanız da Beyaz Dizi dediğimde hatırlayacağınıza eminim. Bugünün usta yazarlarının çoğu bu iki devin çarklarından geçmiştir. Bu cep boy romantik edebiyat kitapları ilk önce tek tip çıkarken bir süre sonra alt türlere ayrıldılar. Tarihî, erotik ve saf romantizm gibi. Beyaz diziye kırmızı ve mor diziler eklendi. İlk birkaç paranormal bu serilerde yer aldı. Sonrasında Anita Blake serisinin de çevresine özel bir tip okuyucu kitlesi toplamasıyla paranormal romans bir anda patlayıverdi. Elbette bunun en önemli sebeplerinden biri internet ve e-kitap furyası. Yayınlanmak, okura ulaşmak kolaylaştı. Çok geçmeden Paranormal Romans ve Paranormal Erotik Romans olarak ikiye ayrıldı. Sonrasında bunun bir de Young Adult – Genç Yetişkin kolu türedi.
Ayrımlarının nasıl yapıldığına gelince; öncelikle bu türdeki eserlerin çoğunun üçleme veya seri olduğunu belirtmek lazım. Tek çıkanlar da var fakat okuyucu çoklukla serileri tercih ediyor. Ben bunu fantastik kurgu türünün bir uzantısı olduğu kadar, okuyucunun bir eserdeki yan karakterlerin hikâyesini bilmek istemesinden kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Tıpkı yolda bir tanıdıkla karşılaşmak ve yeni haberler almak gibi.
Genç Yetişkin eserlerde paranormal romans alt yapısı üzerine büyüme sancısı teması da yükleniyor. Cinsellik var ama baskın değil. İlk aşk, ilk cinsel deneyim, aile sorunları, seçilmiş kişi, ayrık otu, toplum dışı gibi öğeler içerirken, bu bir vampir veya kurt adam toplumu olsa dahi, insan ilişkileri ve genç yetişkinin yaşama, topluma uyum sağlamasındaki zorluklar öne çıkıyor. Stephenie Meyer’in Twilight (2005– Alacakaranlık) serisi, Richelle Mead’in Vampire Academy (2009– Vampir Akademisi) ve P.C. Cast – Kristin Cast’ın House of Night (2007 – Gece Evi) serisi bu türe verilebilecek örnekler. Özellikle bu türün okur kitlesinin büyük kısmını genç kızlar oluşturuyor.
Dosya konumuz vampir olduğuna göre Paranormal Romans – Erotik Romans türünün vampir serileriyle devam edelim. L. J. Smith, Vampire Diaries. Genç Yetişkin olarak da nitelendirilen bu seri, özellikle de televizyon dizisinden sonra epey bir hayran kitlesi topladı. Bana genç (görünüşte) vampirlerin duygusal çatışması dışında pek bir şey verdiğini söyleyemem. Yine de seveni var tabii.
Sanırım Anita Blake serisinden sonra ciddiye aldığım ilk seri, Charlaine Harris’in yazdığı Sookie Stackhouse serisiydi. Vampir toplumundaki dengeleri, vampirin insan toplumundaki yerini, türler arasındaki aşkı ve cinselliği leziz bir kurgu ve acımasız olduğu kadar esprili bir dille ortaya koyan bu eser kesinlikle ciddiye alınması gereken bir örnek.
Biraz daha işin Erotik romans kısmına kayacak olursak; hemen uyarmalıyım, bu türde çıkan eserlerin kimi sağlam bir paranormal romans kurgusu üzerine kuruluyken, kimi işin sadece erotizm kısmına odaklanıyor. Yani, bazı eserlerde paranormal öğeler ve kurgu sadece ana yemeğin üzerine dökülen sos görevi görüyor. O yüzden ben daha çok sağlam kurguya sahip, iyi yazılmış, eğlenceli olduğu kadar vampir dünyasına yeni bir şeyler katan bir iki seriden bahsedeceğim.
İlk seri J.R Ward’ın Black Dagger Brotherhood (2005– Karahançer Kardeşliği) serisi. Erotizm ve romantizm bir yana, seride en sevdiğim şey, vampirlerin farklı bir anatomiye, inanç sistemine, tarihe ve düşmana sahip, bambaşka bir tür olarak ele alınmasıydı. Aşk, erotizm, gizem, korku ve aksiyonun iyi bir karışımı olan seri meraklıları için bir mücevher.
Bu işin erbaplarından biri de Christine Feehan. Dark Serisi (2005) şüphesiz benim en sevdiklerimden biri. Bu seride vampirler alışılmışın dışında, Carpathian adlı kan içici ölümsüz ırkın kötü tarafa geçmiş, vahşileşmiş türü olarak ele alınmış. Soyu tükenmek üzere olan bu ölümsüzler, eşleşmezlerse duygularını kaybettikleri için vahşileşip vampire dönüşmemek için eş arayışına çıkıyorlar. Zevkli bir okuma olduğunu söylemeliyim. Paranormal öğeler, aşk ve erotizm gayet yerinde kullanılmış.
Kresley Cole’un Immortals After Dark Serisi (2011); Jeaniene Frost’un Night Huntress (2007) serisi; Sherrilyn Kenyon’un Dark Hunter serisi (2009) ve Lara Adrian’ın Midnight Breed serisi (2007) türün meraklıları için okumaya değer olanlardan. Daha pek çok tek veya seri kitap sayabilirim ancak bahsettiğim gibi sayıları çok fazla ve eğer bu dünyanın içine adım atacaksanız, zaten gerisi kendiliğinden gelecektir.
Son olarak; vampirin hayal gücümüzdeki yerini layıkıyla devralabilecek başka bir canavar olduğunu sanmam. Bundan yüz iki yüz yıl sonra da hâlâ vampir hikâyeleri anlatıyor olacağız. İster korku ister bilim kurgu ister romantik kurgu; nerede, nasıl karşımıza çıkarsa çıksın, o hep en sevdiğimiz canavar olarak kalacak.