Nina Auerbach'ın dediği gibi, "Her çağ kendi ihtiyaç duyduğu vampiri benimser." Bu yüzyılın vampiri, şüphesiz insan toplumuna entegre olmanın yollarını arayan bir vampir...
01 Kasım 2018 14:26
Balkan Kasabı Slobodan Miloseviç 2006 yılında, aralarında soykırımın da bulunduğu suçlarından ötürü Lahey’de tutuklu olarak yargılanmasının beşinci yılında kalp krizi geçirerek öldü, doğduğu Pozarevac kasabasında defnedildi. Bir süre sonra, bir grup genç, mezarı başına gidip, toprağın üzerinden ölen eski devlet başkanının kalbine bir metre uzunluğunda bir kazık çaktılar ve polise teslim oldular. Miloseviç’in ölümden geri dönüp ülkeye tekrar musallat olmasını engellemek için.[1] Balkanlarda folklorik inanış, suçluların, toprağın bile kabul etmediği, “yatacak yeri olmayan” lanetli ruhların ölümden vampir olarak geri döneceğini söyler. Ortaçağ’ın tiran “vampir”i, zalim Kazıklı Voyvoda ise Nazi işgali altındaki bir kasabada 1941 yılında doğan Miloşeviç de 21’inci yüzyılın vampirlerinden biriydi şüphesiz ve ölümden geri dönüp dönmeyeceği konusu şansa bırakılamazdı. Ne var ki, temsil ettiği, hayata geçirdiği düşünceler onunla birlikte yok oldular mı, konusu muğlak. Korkuyla ve kanla beslenen ideolojiler ve rejimler nerede ortaya çıksalar, “hortladıklarından” bahsedilmiyor mu?
Bugün dünyada yaşam tarzı ya da giyim kuşam itibariyle veya “cool” olduğundan değil de, kimlik olarak vampirizmi benimsemiş olan kendini vampir olarak tanımlayan binlerce kişiden oluşan bir kitle var. [2]İnternetin sunduğu iletişim ve örgütlenme olanaklarından çoğunlukla anonim biçimde faydalanıyor, “donör”lerle çevrimiçi mecralarda tanışarak tercihen taze kan içme fırsatı buluyorlar. Haftada birkaç çay kaşığı kanla idare ediyorlar, bulamadıkları zaman hayvan kanı veya çok az pişmiş et ile de kan iştahlarını bastırabiliyorlar. Kesin ve son derece ciddiye alınan kurallar çerçevesinde yaşıyorlar; donörün yalnızca rızasını değil, kan ile bulaşan bir hastalığı olmadığını da belgelemesi gerekiyor. Kan fetişizmiyle ya da BDSM ile (çoğunlukla) alakalı değil durumları; genellikle ergenlikle birlikte ortaya çıkan, sebebi bilinmeyen bir durum, hematomani, ismi hastalık gibi duyuluyor fakat halihazırda başlı başına bir psikolojik patoloji sayılmıyor. En büyük dertleri, kana erişim değil, kimliklerini açıkça ortaya koymaya kalktıklarında karşılaştıkları-karşılaşacakları nefret ve korku tepkileri, ama sorunun daha önemli kısmını vatandaşlık haklarının kısıtlanması riski, tıbbi, hukuki ve toplumsal çerçevede vampir oluşun çıkardığı zorluklar teşkil ediyor şüphesiz. 30 yıl kadar önce internet üzerinde gruplar oluşturmaya başlayan ama çoğu hala her türlü mensubiyeti özellikle popüler kültür ve mitolojik vampirizmin yarattığı algılar nedeniyle tehlikeli bulan bu vampirlerin hayatları 21'inci yüzyılda değil de 18'inci yüzyılda yaşıyor olsalar, çok daha zor olmaz mıydı?
1725’te Sırbistan’ın Kisilova kasabası sakinlerinden Peter Plagojeviç’in mezarından çıkarılıp kalbine kazık çakılması ve cesedinin yakılmasından sonra baş gösteren bir panik, Habsburg, Lehistan ve Osmanlı imparatorluklarının en azından idarî anlamda tarihin tozlu sayfalarına gömülmeden önce üzerinde çekişip durdukları, sınırların akışkan, mezalimin ve yoksulluğun daimi olduğu yerleri, Silezya’yı, Moravya’yı, Eflak’ı ve Polonya’yı kasıp kavurmuştu. Viyana gazeteleri, 10 hafta önce ölüp normal biçimde gömülmüş olan Plagojeviç’in yok edilmeden önce sekiz gece boyunca mezarından çıkıp dolaştığı, dokuz kişiyi kanlarını emerek, tümünü 24 saat içinde öldüren bir hastalık bulaştırmak suretiyle öldürdüğünü bildiriyordu. Doğu Avrupa’nın kırsalından çıkarak kıtaya yayılan buna benzer hikâyeler ve esasen bu hikâyelerin araştırılmasında kullanılan hukukî, tıbbî, idarî yöntemler, Aydınlanma düşüncesinin bilgi ile kurmak istediği yeni türden bir ilişkiyi vampir üzerinden otopsi masasına yatırıyordu. Otopsinin henüz modernleşme aşamasında olduğu, kriminolojinin emeklediği o yıllarda, vampirizm vakaları biyomedikal anlamda çokça ilgi görüyordu fakat felsefe de vampirden bir metafor olarak yararlanmaya başlamıştı. Birkaç yüzyıl sonra, Deleuze ile Guattari, Bin Yayla’da, “1730 ile 1735 arasında ne duyduysak vampire dairdi”[3] diyeceklerdi.
Voltaire 1764’te yayımladığı Felsefe Sözlüğü’nün Vampir maddesine, 18’inci yüzyılda hâlâ vampirlere inanmak da neyin nesi minvalinde sarkastik bir girizgâhın ardından, batıl itikadın yol açtığı bir kitle histerisi olarak vampirizm probleminin o dönemde Londra’da veya Paris’te henüz ortaya çıkmamış olduğundan dem vurur. Aydınlanma düşüncesinin bayrak taşıyıcısı, hızla sanayileşmekte olan bu büyük Avrupa başkentlerinde halkın kanını emen başka türden vampirler olduğunu söylemekten geri durmaz; geceleyin mezarından kalkıp köylülere musallat olan, kurbanını günden güne solduran, zayıflatan, tüketen ve kendisi karnı doymuş, yanakları al al olmuş vaziyette mezarına geri dönen vampir, Londra’da, Paris’te, mezarlıkta değil malikanelerde yaşayan ve insanların kanını gündüz gözüyle içen “bankerler, simsarlar, iş adamları”dır; bu gerçek kan emiciler, “ölmüş değillerse de çürümüştürler.” [4] Voltaire, buraya din adamlarının da kral ve tanrı adına ve halkın refahı pahasına kendilerini besleyen birer vampir olduklarını ekler. Köylüler gibi burjuvalar ve soylular da dönem dönem metaforik vampir kıyafetini sırtlarına giymişler şüphesiz; ama ilk ve esas vampir kurumlardır; devlet, toplum, din adamları… Üretim ilişkilerinden ahlakına, sınıflar arası güç dengelerinden bilimine, tüm unsurlarıyla geçmişin, hızla geride kalmasını isteyen bir çağ, geleceğe dair tahayyüllerini ve emellerini ifade edebilmek için elbette, şimdiki zamana şiddetle duhul eden geçmişin vücuda gelmiş hâli olan vampir figürü ile hesaplaşmalıydı.
Pasarofça Antlaşması’nın (1718) imzalanmasından sonra Avusturya’nın yönetimine geçen Sırbistan ve Eflak’ın âdetleri ve Hristiyanlığın burada yaşanan versiyonu ile ilgili böylelikle yakından bilgi sahibi olan Aydınlanma Avrupa'sı, vampiri kendi canavar koleksiyonuna katacak ve lazım oldukça ona yeni görevler verecektir. 1750’lerde Paris’i ele geçiren, kendisini cüzzam hastalığından kurtarmak için kaçırdığı bebeklerin kanıyla beslendiği söylenen Louis XV’a dair dedikodu, 1789 devrimine giden yoldaki taşlardan biridir. Louis XV, kendinden önceki Louis XI, Vlad Tepeş, Elizabeth Báthory ya da Avusturya Prensesi Eleonore von Swarzenberg gibi müstebit idarecilerle birlikte, esasen en çok vergi toplamayı ve topraklarını genişletmeyi önemseyen devletin kendi içrek vampirliğini dışavurduğu örneklerden biri hâline gelir.
Vampirler, metaforik olsun, folklorik olsun, kimi resmî kayıtlara göre hakiki veya edebî olsun, çok çeşitlidir. Tüm vamprilerin ortak noktası, varlıklarını ancak ve ancak başkasına ait olan bir şeyi, başkalarının hayatını çalarak sürdürebiliyor olmaları. Marx’ın 1867’de yayımlanan Kapital’de sermayeyi vampire benzetmesinden çok önce üretim araçlarına sahip olanlar ve bu araçların paylaştırılmasına nezaret edenlerin “vampirliğinden” bahsediliyordu. Marx’ta, sermayenin metaforik olarak vampirin sırtına yüklenmesi ise bu ikisinin aynı arzunun güdümünde aynı prensiple çalışmasından ileri geliyor; sermaye birikmek ve genişlemek ister, sermayeyi besleyen canlı emek, zamana tedavül edilerek sermayeye katılır ve ölü emeğe dönüşür. Kendi elleriyle yarattığı artık değerin, zenginliğin, Bataille’ın deyişiyle lanetli payın mal sahibinin, patronun, karar vericilerin, yöneticilerin, düzenleyicilerin kasasında birikmesini (ve her bir finansal yılda bir öncekinen daha fazlasının birikmesini) hedefleyen bir büyüme ekonomisinde, emekçi anemik bir varoluşa âdeta mahkumdur. Ertem Eğilmez’in Canım Kardeşim (1973) filminde dolaysız biçimde ortaya koyduğu gibi, yoksulların bedenlerinin hareketiyle ortaya çıkan ve emeğe dönüşen enerjinin piyasadaki mübadele değeri her zaman yaşamı sürdürmeye yetmez, kanlarını, böbreklerini, bedenlerini parça parça paraya çevirmeleri söz konusu olabilir. Olsa olsa bir beka paradigması içinde, kendini yiyerek hayatta kalanlar yine sermayenin doymak bilmez midesinde her anlamda sindirilecektir.
Polidori’nin Lord Byron’ı modelleyerek yarattığı, 1819 tarihli The Vampyre’in Lord Ruthven’iyle birlikte, popüler tahayyülü esir alan vampir İngiliz aristokratı imgesi, 1897’de Bram Stoker’in Dracula’sıyla aslında, tıpkı siyasî anlamda Avrupa aristokrasisi gibi ömrünün sonuna gelir. Franco Moretti, Marx’ın sermayeyi vampirle eş gören düşüncesini Kont Dracula üzerinden genişleterek Dracula’nın aristokrasiyi temsil etmediği argümanını ileri sürüyor.[5] Transilvanya’daki şatosu bakımsız ve ıssız, Kont, hizmetçileri olmadığından Jonathan Harker’ın sofrasını, yatağını kendi elleriyle hazırlıyor. Düpedüz yoksullaşmış bir aristokrat, gözden düşmüş bir sınıfın üyesidir Kont fakat İngiltere’ye mülk satın alarak gelme arzusunda. İngiltere’nin esasen kendisi kolonici hırslarının pençesine aldığı halklara musallat olmuş, gemileriyle başka ülkelerin kıyılarına çıkarmalar yaparken, Karpatlardan tabutunu da yanına alarak, bir yaşayan ölüler ordusu kurmasının gayet mümkün olduğu Ada’ya, yine bir gemiyle, istilacı gibi çıkageliyor Kont Dracula. Moretti, Dracula’nın bir aristokrattan çok, sermayenin kendisine benzediğini anlatıyor; Harker şatoda dolaşırken, çoktandır toprağa gömülüymüş gibi, üzerini toz kaplamış çok miktarda para bulur; çeşitli zamanlara ve uluslara ait altın sikkeler... Moretti’nin deyişiyle, “Gömülmüş olan para yaşama dönüyor, sermayeye dönüşüyor ve dünyayı fethetmeye çıkıyor; vampir Dracula’nın öyküsü bundan ibarettir.”[6
Nina Auerbach’ın dediği gibi, “Her çağ kendi ihtiyaç duyduğu vampiri benimser”, hatta onu yaratır da. Vampir tüm kitle iletişimi mecralarını ve janraları ve medyayı istila etmiş olsa da, modernitenin bir icadı olarak sinema ve sonradan televizyon vampirin zaman içinde değişiminin hem katalizörü hem de eşlikçisi olageldiler. Yönetmen Elias Merhige’in 2000 tarihli Shadow of the Vampire’ında, (Vampirin Gölgesi), metakurgusal bir anlatımla, Murnau’nun 1922 tarihli Nosferatu’sunun yapımı sırasında gerçekleşen bir dizi olayı ele alıyor. Kont Orlock’u canlandıran aktör Max Schrek’i, Stanislawski metodunun tadını kaçıran duayen bir tiyatrocu olarak kabul etmeye hazır set ekibinin üyeleri birer birer ortadan yok oluyor, Murnau ile pazarlık eden vampir Schrek, “bence artık senariste ihtiyacımız kalmadı” diyerek film endüstrisine dair bir espri yapıyor belki ama “yazarın ölümü”nden bahseden postmodern düstura da atıfta bulunuyor. Schrek’in ölümde ölümsüzlüğe mahkûm olan trajik ruhuna açılan pencere ise kuşkusuz Murnau’nun filmine izinsiz bir kaynak olan Stoker’in Dracula’sını okuduğundan bahsettiği sahne; 400 yıldır bir hizmetçinin girmediği şatoya bir insan geliyor, Dracula, kendisi yüz yıllardır yemek yemediği hâlde Harker için yemek hazırlamak zorunda, ekmekle şarap nereden nasıl alınır hatırlaması lazım, fakat bunu hatırlarken, eski şaşaalı günlerini de hatırlamaz mı ister istemez; ilk zaferlerini, ordularını ve sonra neye dönüştüğünü. Kendi kendisinin gölgesine dönüşen vampir Max Schrek, “Kitabın yalnızlığı en çok hatırlatan kısmı; adamın yanlışlıkla Dracula’yı sofrayı hazırlarken görmesiydi” diye bitiriyor. Marx’ın ve Moretti’nin dışarıdan baktığı duruma, 21'inci yüzyıl sinemasının erken örneklerinden bir vampir, kendi üzerine düşünerek, içeriden bakıyor.
Bu kendi kendinin bilincinde olan vampir, ironik mesafeyi bir kez kendi imgesiyle arasına koymuş olan ve (örneğin Hammer Stüdyoları'nın filmlerinin aksine) kendi adına konuşmasına izin verilen vampir, kendine dair güldürü olasılıklarını da benimseyecektir. 2014, Avustralya yapımı, sahte belgesel What We Do in Shadows’da (Aylak Vampirler) gün doğumunu YouTube’da izlemesinin mümkün olduğunu fark etmiş türden vampirler karşımıza çıkıyor. Buradaki vampirlerin çağı yakalamış mı yoksa çağa yakalanmış mı oldukları sorusu düşündürücü.
Bu yüzyılın vampiri, şüphesiz insan toplumuna entegre olmanın yollarını arayan bir vampir; True Blood dizisinin, Alacakaranlık’ın, insanları yemeyen, yani vejeteryan vampirleri örneğin, sentetik kan, kök hücre gibi teknolojilerin ortaya çıkmadığı bir dönemde mümkün olamazlardı.True Blood’da Missisipi Kralı, 3000 yaşındaki vampir Russel Edgington’ın, eskiden insanların tadları böyle miydi minvalindeki serzenişine karısı yanıt verirken, Sanayi Devrimi gelip de “içine etmeden önceki” insan tadını yâd ediyordu. İnsanların Sanayi Devrimi'yle birlikte bozulmaya başladığını gözlemleyen vampirin insana karşı beslediği megalomaniyle karışık şefkat ve hem de iştah, insanın örneğin bir kuzuya karşı besleyebileceği duyguları andırmıyor mu? Only Lovers Left Alive’da (Sadece Âşıklar Hayatta Kalır), vampir çift Adam ile Eve, ama özellikle Eve’in depresyona girdiğini anlayıp yardımına koştuğu Adam, insan kanının artık bozulduğunu, insanların şimdi akılsız zombiler gibi yaşadıklarını düşünüyor. Bu bozulma durumu vampirler için tehlikeli; kanda mevcut ilaçlar, uyuşturucular, kimyasal maddeler onları hasta edebiliyor, öldürebiliyor.
Bir Byroncı kahraman olarak Adam, çelişkili duyguları bünyesinde barındırıyor, örneğin insan yaşamına son vermekten kaçınıyor, insana ve onun ürettiği bilime, sanata, insan yapıtlarına karşı sevgiye kabil fakat insan toplumundan neredeyse tiksiniyor, kendi başkaldırısına sahip çıkıyor ama bunun getirdiği yalnızlığın melankolisi de ona ağır geliyor. Bir dünya ağrısı ya da Weltschmerz’den mustarip; çilenin, acıların bilincinde olmaktan ve dünyanın gerçeğinin zihindeki ideale asla uymayacağını bilmekten ileri gelen yorgunluk, üzüntü, çaresizlik. Bir kayıp ve yenilmişlik duygusu sanki Adam’ı dünyadaki yaşantısından, varoluşundan uzaklaştırmakta; Jim Jarmusch’un bu filmde son derece otobiyografik bir kültür katalogu sunduğunu belirtmekte yarar var; Jarmusch sanki şunu soruyor; bugüne dek verilen irili ufaklı eserler, insan denilen varlığın kolektif ruhuna hiç mi işlememiştir? Tesla’nın, Mevlana’nın, Blake’in, Billy Holiday’in, filmde ismine veya yapıtlarına atıfta bulunulan onlarca “kahramanın” varolabildiği bir dünyanın geldiği yere Adam gibi Jarmush da mı şaşırmakta, hayıflanmaktadır? 21’inci yüzyılda vampirin, toplumla ilgili motivasyonları ikircikli; insanlarla bir arada yaşamalı fakat bugünkü toplumla uzlaşmak yüzlerce yıl yaşamış olan vampirler için belli ki daha yorucu ve tehlikeli.
Vampirin, toplumla değil ama, tam da toplumda kendine yer bulamayan insanla uzlaştığı bir örnek; 2008 İsveç yapımı Let the Right One In (Gir Kanıma), filmin adından başlayarak arkadaşını doğru seç diyor. Bir vampir olarak sırrını kimle paylaştığın önemli olduğu gibi, insanın da evine davet ettiği kişinin tekin olmasında fayda var. Fakat tekin ne demektir? 1981 yılında İsveç’te bir işçi mahallesinde yaşayan 12 yaşındaki Oskar, çok uzun zamandır 12 yaşında olan, bir kız çocuğu gibi görünen Eli’nin vampir olduğunu anladıktan sonra ikisi arasında sevgiye benzer bir duyguyu, bir yarenliği filizlendiren, her ikisinin de kana susamış olmaları. Oskar kendisine eziyet eden çocuklara işkence etme fantezileri beslerken, Eli mecbur olduğu için öldürdüğünü söylüyor, ama mecbur olmadığında da pekâlâ öldürecektir. On iki yaşında bir oğlan çocuğuyken kendisini hadım edenlerin elinden kurtulamamıştır ama Oskar’ı zalimlerin elinden alacaktır. Herkesin yapayalnız olduğu bir dünyada, bir vampir için toplumsallaşmak böylelikle mümkün olur.
Vampir, Ünsal Oskay’ın Çağdaş Fantazya’daki deyişiyle; “Kapitalist blokun kendi iç çelişkilerinin giderilmesi güçleştiğinde” gündeme gelen, revaç bulan bir figür. Bugün dijital ölümsüzlük[7] kavramının tartışıldığı, sosyal medyada paylaşılan şahsi bilgilerden yola çıkarak ölen kişi ile sanki ölmemiş gibi etkileşimde bulunmaya devam edilmesi gibi kaçınılmaz fenomenler öngörülürken, bu kez Balkanlarda değil ama Güney Afrika’nın komşusu olan, kara büyü pratiğinin yaygın olduğu Malawi’de vampir histerisi ve buna bağlı linç olayları yaşanmaya devam ediyor[8]. Bu çağa ait yaman çelişkiler Aydınlanma Çağı’nın kölecilikle insan hakları ideallerini bir potada eritmeye kalkışan paradigmasının çelişkileri kadar bariz ve belki onlardan çok daha derin. Avrupa’da kurumların ve daha fazlasının çeşitli tazyikler altında değişmeye zorlandığı 18’inci yüzyıldan bu yana vampir figürünün de şekillenmeye, oluşmaya devam ederek bugüne ulaştığı su götürmez. Yirmi birinci yüzyılda artık vampir, üzerine fazlasıyla düşünülmüş, kat kat yeniden yazılan bir parşömen sayfası gibi hem iki boyutlu hem üç boyutlu vaziyette, imkânsız varoluşunu sürdürüyor, sembolik değerini ve temsil kabiliyetini kaybetmeden ve kaderini insanın kaderinden ayıramadan.