Tolga Karaçelik, emanet gibi durmayan, Türkiye sinema tarihinde hatırlanacak karakterler yaratıyor. Ve bu karakterler herhangi bir şeyin kahramanı da değiller...
17 Mayıs 2018 14:06
Tolga Karaçelik’in Sundance Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü’ne layık görülmesiyle birlikte büyük ilgi gören son filmi Kelebekler Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de Onat Kutlar anısına verilen Jüri Özel Ödülü'nün sahibi oldu.
“Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir astronotton daha tehlikeli hiçbir şey yoktur” sözüyle başlayan film, bu sözle aslında kendisiyle ilgili açık bir fikir vermiyor. Fakat filmin bence en zevk verici yanı aslında bu. “Bir tuhaflık var bu işte” diye tepki veriyor ve sonrasının ne olacağını asla tahmin edemiyorsunuz. Filmin sihri,bu olmasına rağmen nedenini anlamadığım bir biçimde filmin fragmanı pek çok şeyi açık eder bir durumda. Filmi izlemeden önce, filmle ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyordum. Elimde internet olmasına rağmen bu konuda bir araştırma yapmayı aklıma getirmedim, filmi izlediğimde bunun benim için bir şans olduğunu anladım. Filmin fragmanını daha önce izlemiş, konusuyla ilgili herhangi bir söyleşi, haber ya da yazıyı okusaydım, büyük ihtimalle filmin şu anda üzerimde bıraktığı etkiyi taşıyabilir miydim, doğrusu kuşkuluyum.
Daha çok tiyatro sahnelerinde görmeye alışık olduğumuz, Sadri Alışık Tiyatro ödüllü Tuğçe Altuğ (Suzan), Rüzgarda Salınan Nilüfer filmindeki baş karakter Handan’ın kocası Korhan karakterine hayat vermiş olan Tolga Tekin (Cemal) ve Çoğunluk filmindeki performansıyla ses getirmiş Altın Portakal ödüllü Bartu Küçükçağlayan’ı (Kenan) bir araya getiren Kelebekler yıllar sonra bir araya gelen üç kardeşin “bir garip” yol ve geçmişleriyle hesaplaşma hikâyelerini konu alıyor. Gevende’den Ahmet Kenan Bilgiç’in film için yaptığı nevi şahsına münhasır müzikler ve filmin dokusuna son derece uyan hatta Karaçelik’in söylediği gibi kör göze parmak sokacak kadar filmi anlatan Erkut Taçkın’dan Baba, Barış Manço’dan Binboğanın Kızı, Nazan Öncel’den Gidelim Buralardan, Grup Gündoğarken’den Bir Yaz Daha Bitiyor şarkıları eşlik ediyor bu hikâyeye. Film, müziklerinden son derece güç alıyor ve bu gücü başarıyla kullanıyor.
Film bir masal anlatısıyla, neresi olduğunu bilmediğimiz bir bozkıra açılıyor, bir kadının dilinden ölen yüzlerce kelebeği derisinin altına yerleştirdikten sonra kelebek olup uçan birinin hikâyesini dinliyoruz ve sonra karanan perde bizi “kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir astronotun” eylem yaptığı Almanya’ya uçuruyor.
Tolga Karaçelik’in ilk filmi Gişe Memuru (2010) filminde Hüseyin karakterinin (Nadir Sarıbacak) sorduğu Milas’taki Hasanlar Köyü’nde doğan üç kardeş, annelerinin intiharıyla babaları onlara bakamayacağı için başka yerlere savrulurlar. Bu travmatik çocukluk deneyimi sonrası neredeyse 30 yıldır ne birbirlerini, ne doğdukları köyü ne de babalarını gören kardeşler, hiç hesapta yokken babalarının Cemal’i arayıp köye gelmelerini istemesiyle bir araya gelirler ve köye doğru yola çıkarlar.
Tolga Karaçelik, aslında Sarmaşık (2015) filminden önce yazdığı Kelebekler’in önce sadece iki erkek kardeşin hikâyesi olacağını düşünmüş. Daha sonra sadece erkeklerin hikâyelerini beyazperdeye taşıyan filmlerden sıkıldığı için Suzan’ı hikâyeye dahil etmesinin film için fark yarattığını ve hikâyeyi olgunlaştırdığını ifade ediyor. Suzan, ilköğretim öğrencilerine öğretmenlik yapan ama yaşadığı “bazı sorunlar” nedeniyle mesleğinden de hayatında da bayağı sıkılmış bir karakter. Kendisini görmeyen ve dinlemeyen “işkolik” kocasından aylardır ayrılmak istiyor ama yapamıyor. Bu trajik olayı, Karaçelik, karikatürleştirmeyen, normatif dilin ve temsilin dışında komik bir sahneyle izleyiciye sunuyor. Egemen erkekliğin kırılganlığı, ilişkide duygusal şiddet ve ihmalkârlığı yaşayan kadının isyanını, çektiği resti kaç tane “erkek” yönetmenin gözüyle görebiliriz, tahmin etmek güç. Ve hikâye derinleştikçe, Suzan’ın aslında kapanmamış olan “aile yarası”nın o “bazı sorunları”nın temelini oluşturduğunu görüyoruz. Ama bunun tek “mağduru” aslında Suzan değil. Cemal ve Kenan’ın durumları da pek farklı değil. Almanya’da akrabalarının yanında büyüyen Cemal, astronot olmuştur ama devlet kendilerine iş vermemektedir. Yani uzaya gidememektedirler. Haber bültenlerine konuk olan “nevi şahsına münhasır” eylemlilikleriyle uğraşan Cemal ve oyuncu olmasına rağmen küçük çaplı işlerde yer aldıktan sonra kariyeri hayvan ve ağaç seslendirerek devam eden Kenan da, toplumun kendilerinden beklediği performansı göstermede çuvallamışlardır. Olması istenilen başarılı, düzenli, parlak hayattan uzak bir yaşantıları vardır. İş ve özel hayatlarında bir çıkışsızlık içindedirler. Türkiye sinemasında da gördüğümüz “mükemmel erkek figürlerine” aykırı olan bu iki kardeş, “kaybedenler kulübü” ve “ıssız adam” erkekleri profili de çizmemektedirler. Karaçelik, Türkiye sinemasında nadir olarak resmedilen hegemonik olmayan erkek karakter ve stereotip olmayan kadın temsillerine yer veriyor ve karakterleri absürt komedi olaylar zinciri ve diyaloglar paralelinde üzerlerine yük olan geçmişleriyle hesaplaşmaya bırakıyor. Hem annelerinin intiharına tanık olmaları hem de babalarının onlara bakamamasının yarası, tırtıl olma şansı tanınmayan kelebek gibi bu travmayı kendi omuzlarına sırtlanıp başka diyarlara uçmalarına neden olmuştur.
Yola çıkmak onlar için, bilinçlerinin derinlerine hapsettikleri geçmişle hesaplaşmaları demek olduğu için güçtür aslında. Ama çıktıkları yol, onca yılın ağırlığıyla bastırılan “hissettiğini hissettiği zaman söyleme isteği” gibi pek çok duygu ve düşüncenin dönüm noktası olmasını sağlar.
Karaçelik, ilk iki filminde olduğu gibi Kelebekler’de de kendi hikâyesinden yola çıktığını anlatıyor. Gişe Memuru, kendi kabininden çıkma hikâyesiyken, Sarmaşık toplumda meşru görülen erkeklikle hesaplaşmasını içeriyor. Kelebekler ise yönetmenin amcasının ölümüyle anlatmaya başladığı bir hikâye. Karaçelik’in hikâye ve hikâye anlatımı dediğimiz şeylere olan bakış açısının, hikâyeyi sunma biçimine önemli tesirlerde bulunduğunu düşünüyorum. Emanet gibi durmayan hatta Türkiye sinema tarihinde hatırlanacak karakterler yaratıyor. Ve bu karakterler herhangi bir şeyin kahramanı da değiller. Aksine “bazı sorunları olduğu için” ev içinde güneş gözlüğüyle oturan ve “hissettiğini hissettiği gibi söyleme” gibi “mütevazı” istekleri olan Suzan. Uzay yolculuğu devlet eliyle sekteye uğradığı için ne kadar işe yaradığı kuşkulu bir kişisel gelişim kitabı yazan ve aslında bir şeyi 40 kere söylemekten ibaret olan bir taktiği kardeşi Kenan üzerinde uygulamaya çalışan, babasının cenazesine astronot kostümüyle katılan Cemal. Önünde patlayan tavuğun kanı üzerine sıçrayınca üstü başı kan içinde, çocukluluğunun bir kısmının geçtiği köyde, çocukluğuna dair açılan bir yarayı herkesle paylaşıyormuş gibi dolaşan Kenan. Karaçelik, o kadar uzaklara dikmeden gözünü, kendi yaşayışı üzerinden “etrafımdaki kalabalığın yüzlerine bakar, bilseniz ne hayatlar uydururum.”1 diyerek samimi ve “garip” hikâyeler yaratmaya girişiyor. Ve bunun gayet başarılı bir şekilde üstesinden geliyor.
Bu mükemmellikten uzak ama “sıradan” da olmayan üç karakter, kendileri üzerine büyük beklenti kuran şehir hayatından köye ulaştıklarında, köyün “deli kavalcı”larıyla karşılaşırlar. Bu köy ahalisi olarak “deli kavalcı”ların varlığı, travmatik çocukluk deneyimi yaşayan bu üç kardeşin deneyimini ajite etmemenin ilgi çekici bir sembolü aslında, kayba dair yasa başka türlü bir bakış, melodrama hapsolmayan bir bakış. Yıllar sonra doğdukları yere dönmenin yaşattığı yüzleşme, acı yüklü sekanslarla karşılamıyor bizi, hem mükemmel olmayan başka bir dünya arayışı, hem de Türkiye’de komedi unsurunun yoğun olduğu bir film yapmanın mümkünlüğünü gösteriyor. “Türkiye’deki komedi filmleri” denilince akla gelecek pek çok filmden çok daha farklı bir komedi seyirliği sunuyor bize Karaçelik, Kelebekler’de. Dilde ve diyaloglarda yapı bozumlarıyla, konu ettiği absürt olaylar ve karakterlerle komedi türüne yeni bir yaklaşım getiriyor, Türkiye sineması için. Film kendisinin tanımlamasıyla da baştan sona komedi filmi değil ama komedi unsurları ağırlıkta olan bir bağımsız film2. Cinsiyetçi, kadın düşmanı, ayrımcı küfürlerle komediyi garantilediğini düşünen zihniyetin aksine dilde değişimler yapmayı seçen, “ağzına oturduğumun çocuğu” gibi “başka” argolar üretmeyi mesele edinmiş Türkiye sineması için deneysel bir çalışma aslında.
Kardeşler, köye geldiklerinde “garip” karşılaşmalarla babalarının öldüğünü öğreniyorlar, onlara bıraktığı kısa ve masal dilinde yazdığı bir vasiyetle. Annelerini kaybettikleri, ayrılmak zorunda kaldıkları eve, babalarını toprağa vermek için gelmiş oluyorlar bu sefer. Film hem bir kavuşma hem de kayıp motiflerini işliyor. Bu iki birbirine zıt görülen duyguların akışmasını izliyoruz, üç kardeş ve onların tanık oldukları üzerinden. Kenan babasına, “doğdukları aile”ye çok kızgın. Cemal, “büyük abi” figürü çizmeye çalışıp yaşananlara daha empatik yaklaşmaya çalışsa da aslında yüzleşemediği şeyler olduğuna tanık oluyoruz sonra. Suzan ise, iki kardeşin aklından çıkaramadıkları travmatik hatıralarının aksine hiçbir şeyi hatırlamadığından ötürü rahatsız. Dalı olmayan bir yaprak gibi hissediyor, kendini toprağa bağlayan kökü olmayan bir bitki gibi. Geçmişi olmadığı için yoluna devam edemiyor gibi düşünüyor. Suzan, Cemal’in “abi figürü”nün aksine diğer iki kardeş arasında da köprü kuruyor. Bu yaralara anasonla merhem olmak gibi oluyor buluşmaları, rakı sofrası kurup her bir ağızdan, dans ederek “Gidelim buralardan/ Dayanamıyorum/ Gidelim buralardan/ Unutamıyorum” diyorlar. Yüreklerinde kabuk bağlamış yara, tatlı tatlı kaşınıyor kimi zaman, kimi zaman da acı ve yüzleşme bozuyor aralarını.
Kelebekler, travmayla “mükemmel” bir yüzleşme vadetmiyor. Bu da filmle çabucak örülen bir bağ kurmamızı sağlıyor aslında. Ulaşılması imkânsız bir dünya değil çünkü seyre daldığımız. Aksine sabit olmayan, dengesizlikler, çatışkılar, çelişkilerle örülü insan çocuğunun hayatına genel geçer olmayan bir perdeden bakmaya çalışıyor. Duyguların ve insanların kırılganlığına, çuvallamasına, sabitsizliğine, “normal” ve stereotip olmayan yönlerine göz kırpıp hayatın tahayyül etmekten kaçındığımız imkânlılıklarını, kelebeklerin ölüm dansı yaptıkları bir köyden selamlıyor. Ölüm; temasa, kavuşmaya gebeyken, bu kavuşma ve temas bir “mutlu son” temenni etmiyor. Tamamen harikalıklar olmasa da, hayatın içinden, hatta hayatın içinde yok sayılan, maskenin ardından gizlenmek istenilen şeyleri gösteriyor daha çok. Film bittiğinde bu üç kardeşe neler olacağını merak ederek ayrılıyoruz salondan.