"Kitap okumak esasen tavsiye edilir bir meziyet veya marifet değildir."

Sefa Kaplan’ın sözlük şeklinde tasarladığı Yaygın Yanlışlar Ansiklopedisi, önümüzdeki günlerde Holden Kitap tarafından yayımlanıyor. Bildiği, bilmediği ya da bildiğini sandığı şeyler üzerine okuru yeniden düşünmeye davet eden kitaptan bazı maddeleri Tadımlık olarak yayımlıyoruz…

28 Ekim 2022 16:54

 

ahlâkî nihilizm ya da nihilizmin ahlâkı: nihilizmin bir saldırı değil de savunma biçimi olduğunu kavradığın ilk gün, şakaklarından şarkın şâdârâbân makamını hiç de yadırgamayan şadırvanlar dökülüyordu şarkıları şivesine dek düşürerek. aşkların âşinâlığıyla aynalara baktığın her akşam, bu yüzden ayrıca yaralıyordu şelâlesini şaşkınlıklardan ödünç alan ruhunu. şizofreni, sarışın sarmaşıklar eşliğinde merdivenleri tırmanırken, şurup mu yoksa şarap mı olduğu tartışmalı şişeler, şaşırmanın da bambaşka bir bilinç gerektirdiğini fısıldıyordu kulaklarına her seferinde. kulakların şeyh-î ekber, kulakların şeyh bedrettin, kulakların kuklasına tutsak şebinkarahisar yahut şerafettin! nihilizmde ahlâkî olanla, nihilizmi ahlâklı kılan o incecik ayrım perişan ediyordu zihnini mütemadiyen; yoruyor, yola ve yolcusuna yabanlaştırıyordu gün kuşluklara devrilmeden. geriye çekilip şerefelere pişmanlık iliştirerek kabiliyetini sorgulayan bir müezzin edâsıyla tırmanıyordun yokuşları buna rağmen. kanatları kınalı varoluşlara yelken üleştiren kuşları benimseyişin bir ibrişimdi belki de, yahut tetiği henüz düşürülmemiş bir titreşim. ‘çebişim, çemkirişin bile ferahfezâ’dır şimdi yahut kürdîli hicazkâr’ diyebilseydin eğer, gölgesine  değirmenler iliştirdiğin rüzgârı ezelden yaralı ormanlar, nihilizmin farklı bir yörüngede estetizm anlamı taşıdığına dair fısıltıları zihnine yakın tutar mıydı acaba? türkiye, türkünü tütünsü tedirginliklere denk düşüren sırat; türkiye, türkünü mezopotamya kanıyla boğan dicle ve fırat. ne nihilizm yeşerir terapisi tanrı’dan uzak tapınaklarında şimdi, ne de dağ başında yapayalnız bıraktığı tanrı’sına sahip çıkabilecek yarım ağız bir inat... (heykel: anna gillespie)

‘bu ülkede güvercinleri vurmazlar’: hrant dink’in, ‘ruh halimin güvercin tedirginliği’ başlıklı son yazısı, bu cümleyle nihayete eriyordu. şaşırtıcı olan, hrant’ın gözbebeklerine ve iri ellerine yakışan her zamanki hüzünlü iyimserliği değildi tabiî ki. şaşırtıcı olan, nice güvercinin fırat’ın doğusunda ve dicle’nin batısında nasıl katledildiğini gayet iyi bilen bir mazinin mirasçısı sıfatını da taşıyan hrant’ın bunu göz ardı edebilmesiydi. kuvvetle muhtemeldir ki, peşine düştüğünü gördüğü ya da sezdiği katillerinin yürek ve vicdan taşıdığını düşünerek, oralarda bir yerlerde bulunduğunu umduğu merhamete seslenmeye çalışıyordu umutsuz bir çabayla. onların değilse de, onları bu yollara düşürenlerin agos okuduklarının farkındaydı demek ki. farkında olmadığı, bu ülkenin dört bir yanını kuşatan katillerin merhamet, vicdan ve mertlik türünden kavramlarla münasebetini med yeghern günlerinde topraklara gömdükleri ve bir daha da gün ışığına çıkartmadıkları hakikatiydi. kim bilir, belki de o utancın zihinlerde karanlık bir mağaraya yerleştirildiğini ve birilerinin de o vadilere yeni ırmaklar iliştirilmesi engellemek amacıyla kapılara kol demirleri üleştirdiğini hayal ediyordu. oysa, kendisinin de yaşadığı yıllarda, göçmen kuşlar misali ara sokaklarda gezen tedirgin güvercinler, onlara benzeyen diğerleri tarafından üçer beşer düşürülüyordu kentlerin kaldırımlarına. sağcısı, solcusu, ülkücüsü, devrimcisi, türk’ü, kürt’ü, devleti, sivili güvercin katiliydi aslında. güvercinler usanmıştı ölmekten, onlar öldürmekten usanmıyordu bir türlü. görünen oydu ki, usanmayacaktı da... (fotoğrafı kimin çektiğini tespit edemedim maalesef)

çocuklara yönelik çokuluslu çabalar: memleketi yönetenler, güneydoğu dağlarında veya suriye çöllerinde ölecek daha fazla sayıda genç insanın ellerinin altında bulunmasını istedikleri için olsa gerek, yeni evli çiftlerden en az üç çocuk yapmalarını talep ediyor. yurt içindekilerde sınırlandırmayıp bir de avrupa’da yaşayanlara yöneltiyorlar önerilerini üstelik. (amerika’dakiler sevinebilir şimdilik!) artık niyeyse, avrupa’da üç çocukla yetinmek yok ama! oradaki ailelerin çalışıp çabalayıp beş çocukla kanıtlamaları gerekiyor ne kadar vatansever olduklarını. memleketi yönetmekten mecûsî bir haz aldıkları uzaktan bile görülen bu arkadaşların inisiyatifinde bulunan herhangi bir konuda bir şey yapmak için, diyelim ki, üsküdar’da mihrimâh camii’nin köşesinde simit ya da kanlıca’da mihrâbât tepesi’nde yoğurt satmak için en az üç belge hazırlayıp belediyeye takdim etmek lâzım geliyor. peki çocuk mu daha önemli toplumun geleceği açısından, simitçi veya yoğurtçu mu? tabiî ki simitçi ve yoğurtçu! simitçi ve yoğurtçu adaylarından üç beş belge birden isteyen yüce devletimiz, çocuk yapmaya teşvik ettiği memleket mensuplarından ana-baba yeterliliği konusunda herhangi bir belge istemeye asla gönül indirmiyor çünkü. bu yüzden de okul sıralarını, internet kafeleri, hastane koridorlarını, stadyumları, birahaneleri, hapishaneleri doldurmakta güçlük çekmiyor problemleri yaşlarından büyük çocuklarımız. zekâ düzeyi yahut uluslararası standartlar gibi mühim meselelerle ilgilenecek değiller ya, çocuk sayısını artırıp kürt ve alman nüfusunu geride bırakmak yetecek efendilerimize.

emperyalizme karşı çıkma zarureti: çıkalım tabiî ki. çıkalım da, ömrümüzün iğne oyalarına, tığ işi dantellere ve kanaviçelere hayli uzak düşen mevsimleri bir miktar işe yarasın! neden hakikati söylemeyelim ki, incelikler boynunu bükmüş bir vaziyette orada öylece dururken, her meseleye öncelikler penceresinden bakmayı alışkanlık hâline getiren süne zararlılarına ve amiplere karşı çıkmak, ahlâkî bir tutarlılığın gereği zaten. eh, emperyalizm de hayatımızla birlikte hayallerimizi güneşe hasret günebakanlara çevirdiğine göre, ona da karşı çıkalım hazır elimiz değmişken. bu ülke tarihinin mühim bir bölümünün bu karşı çıkışlar ekseninde şekillendiği düşünüldüğünde, haklı olduğumuzdan kuşkumuz da yok ayrıca. amerika bir taraftan, rusya diğer taraftan, öte yakada çin, beri yakada büyük britanya derken bir önceki yüzyılda emperyalizmi temsil eden ispanya, fransa, portekiz, japonya, hollanda gibi ülkelerin kaydını tutan da göze çarpmıyor pek fazla. olabilir, insanlar gibi ülkeler de zaaflarından ibaret yengeç dönenceleri netice itibariyle. gözden kaçan mühim bir husus var ama: yaşadığımız yıllar, yeni bir emperyalist gücün serpilip filizlenmesine ve sahneye tırmanışına tanıklık ediyor karınca kararınca. suriye’ye, katar’a, mozambik’e filan asker gönderen, muhtelif gerekçelerle komşu ülkeleri bombalayan imparatorluk bakiyesi bir ülke söz konusu olan. diğer emperyalizmlere karşı çıkıp da bu yeni emperyalizmle kol kola halaya duranlar, kurnazlığı boynunda halkalanmış kınalı keklik edâsıyla paravanın gölgesine seccade sermiş gülümsüyor! arkasından da, hayli türkçüleşmiş bir ‘ümmet’ kavramının kıvrımlarına gizlenip malezya’dan filistin’e, papua yeni gine’den myanmar’a uzanan bir harita üzerinde geziniyor cehaletine raptiyelenmiş cüretiyle birlikte. tanımdan yola çıkılacak olursa eğer, bu gezinti emperyalizmin ta kendisi. tutumdan yola çıkılacak olursa şayet, 19. yüzyılın emperyalist efendileri ile 21. yüzyılın emperyalist efendi adayları arasında neredeyse hiçbir fark yok. sadece şöyle bir riyâkarlığın ayak sesleri tırmalıyor kulak çeperlerimizi: emperyal olan ‘biz’ isek, onun faydalı bir kebap kategorisine yükseltilmesinde nasıl bir sakınca bulunabilir ki? üstelik şalgam suyu ve sumak da ihmal edilmemiş...

‘jandarma biz sosyalistiz’: şimdilerde kimsenin böyle bir türkünün ya da marşın yahut marşla türkü karışımının peşine düştüğü yok çok şükür ama daha o yıllarda ziyadesiyle hüzünlendirirdi bu sözler nedense beni. sanki anadolu’nun muhtelif yörelerinden kalkıp gelerek nizamiyeden içeri girmiş ve kura çekiminde tesadüfen jandarmaya yolu düşmüş delikanlılardan herhangi birisi, bu sözleri duyunca, ‘bir dakika arkadaşlar, biz büyük bir yanlış yapıyoruz. tetiği çekmeden, dipçiği basmadan önce yeniden düşünelim. madem ki, sosyalist olduklarını söylüyorlar, tüfeklerimizle birlikte katılalım vakit yitirmeden devrim mücadelesine’ diyecekmiş gibi tuhaf mı tuhaf bir beklenti. belki de, asıl amaç uyarmaktı jandarmayı, mesela, ‘bak ulan, biz sosyalist sıfatıyla ilk devrimin hemen arkasından yedi ceddini belleriz senin’ türünden bir ihtar söz konusuydu! hangi sahraya kervan taşırsa taşısın, bu naiflik, her zaman yaralamıştır yaralanmalara ta o zamandan meftun ruhumu. yaralamıştır da ne olmuştur, ne memleketimizin sosyalist etiketiyle tanımlanan necip neferleri vazgeçmiştir buna benzer içler acısı düğümlenmelerden ne de jandarma insaflı davranıp katılmıştır devrim saflarına. ne zaman bu sözleri duysam veya hatırlasam, izmir’in karşıyaka mezarlığı’na gömülen ve muhtemelen oradan yeryüzüne mütereddit gözlerle bakan çiğdem (miman) düşer zihnimin akreplerle döşeli kaldırımlarına. ilk uçağa atlayıp izmir’e gitmek, çiğdem’in mezarının kıyısına diz çöküp ‘bıraktığın gibi ve bıraktığın kadar duygusal bir insanım hâlâ ve tahmin edebileceğin üzre’ ve bu sözlerin hemen arkasından da, ‘moskova gözyaşlarına inanmıyor filmini hiçbir zaman unutmadım’ diyebilmek isterdim doğrusu. de ne olurdu ve ne yapılabilirdi ki moda sineması’nda birlikte izlenen bu filme rağmen? moskova bugün bile usanmadığına göre gözyaşlarına inanmamaktan ve bugün bile ‘jandarma biz sosyalistiz’ hayal kırıklığından bir adım daha ileri gidemediğine göre memleket neferleri, –bağdatlı rûhî bağışlasın bizi– ‘yûf hârına dehrin gül ü gülzârına hem yûf / ağyârına yûf yâr-ı cefa-kârına hem yûf..’

kitap okuma fetişizmi: çok kitap okuyanlar gayet iyi bilir, kitap okumak esasen tavsiye edilir bir maharet, meziyet veya marifet değildir. kitap okumanın zararlarını, çok kitap okuyarak öğrenmiş olmakta her ne kadar ironik ve paradoksal bir yanılsama göze çarpsa da, gerçeği zedeleyen bir tarafı bulunmuyor bunun şimdilik. işin ilginç yanı, çocuklara kitap okumayı tavsiye eden yaşlı başlı öğretmen arkadaşlar da, henüz hayatın çakıllı yollarında ayaklarına düş izi dokunmamış muallimler de bu tavsiyenin gönüllü neferi hâline gelmekten zerre gocunmuyorlar. (belki de tek ortak noktaları bu!) hâlbuki, söz gelişi dostoyevski’nin, balzac’ın, nietzsche’nin, bukowski’nin, steinbeck’in, yahya kemal’in, ahmet hamdi tanpınar’ın, nâzım hikmet’in yani o pek beğendikleri kitapları yazanların nasıl yaşadıklarını bilseler köşe bucak kaçarlardı muhtemelen kendilerinden. ‘yazarla yazı, eserle müessir, kitapla kâtip birbirinden farklıdır a benim şabalak evlâdım’ türünden bilgiçliklerle edebiyat sosyolojisinin ve felsefesinin tozlu kaldırımlarında necip fazıl arayacak tafra turfandacılarına ayrıca hatırlatmak gerekir: bakmayın öyle bâbıâli’nin ara sokaklarında ideolocya örgüsü örerken, ‘insan bu su misali kıvrım kıvrım akar ya, bir yanda akan benim öbür yanda sakarya’ mısralarına omuz vermesine, onun hayatı da dehşete düşürürdü şol muhabbet ehline taşra duran remizleri...

Sefa Kaplan
Yaygın Yanlışlar Ansiklopedisi
Holden Kitap
Kasım 2022
272 s.