Kitaplardaki Ayasofya

"Bin beş yüz yılı aşkın bir süredir Megali Ekklesia, Cami-i Ayasofya-i Kebir, Ayasofya Müzesi ve yeniden Ayasofya Cami olarak hizmet veren bu muazzam yapı hakkında yüzlerce kitapta binlerce sayfa yazılmış. Bunlardan sadece birkaç tanesine değinmekle yetineceğiz bu yazıda..." 

İstanbul’da 916 yıl kilise, 481 yıl cami ve 86 yıl müze olarak hizmet veren, iki imparatorluğun en büyük mabedi olan Ayasofya, yeniden cami olarak ibadete açıldı. Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması tartışmaları da beraberinde getirdi. Tarihi boyunca kilise, cami ve müze olan Ayasofya’nın yaklaşık 1500 yıllık serüvenindeki kilometre taşlarını aktarmaya çalışacağımız yazı için Ayasofya üzerine başlayan tartışmaların azalmasını, üzerindeki tozun dumanın dağılmasını bekledik ancak görünen o ki; dinsel, siyasal, tarihsel tartışmalar bir süre daha devam edecek… 

Ayasofya’nın camiye çevrilmesi hakkındaki Danıştay kararının ardından başlayan tartışmalar açılış töreninden sonra da farklı konularda devam etti, ediyor. İnsanlığın ortak mirası olan Ayasofya’nın bundan sonra yapı bütünlüğünü ve yüzyılların imbiğinden süzülüp gelen sanat eserlerinin korunup, korunmayacağı, daha önce diğer tarihi yapıların başına gelenlerin Ayasofya’nın da başına gelip gelmeyeceği sorusu yanıtını beklemeye devam etmekte. Umarız, Ayasofya zaman içinde örneklerini çokça gördüğümüz “ben yaptım oldu” tarzı restorasyonlar, aslına uymasa da “ihtiyaç” başlığı altındaki “eklemeler” ve de “çıkarmalar” ile karşılaşmayız.

Megali Ekklesia, Cami-i Ayasofya-i Kebir, Ayasofya Müzesi ve yeniden Ayasofya Cami olarak hizmet veren yapının kitaplardaki izlerini süreceğimiz yazıya başlamadan belirtelim ki, üzerine tarihi boyunca yüzlerce kitapta, binlerce sayfa yazılmış olan Ayasofya hakkında kısa bir yazı yazmak oldukça zor… 


1900’lü yılların başında yayınlanan bir kartpostalda Ayasofya Camii…

Ayasofya’nın tarih içindeki yolculuğunu anlatmaya bir edebiyatçının, İtalyan yazar Edmondo De Amicis’in, ziyaret edip, hayran kalarak uzun uzun anlattığı Ayasofya’yı, İstanbul 1874 isimli kitabından birkaç satırı birlikte okuyarak başlayalım:

Çeşmeden bakınca meydanın bir tarafını kapayan Ayasofya Camii görülür. Dış görünüşünde hiçbir dikkate değer taraf yoktur. Durup baktığınız tek şey, yapının dört köşesinden yükselen, ev büyüklüğünde kaidelere oturmuş upuzun dört beyaz minaredir. Meşhur kubbe küçük duruyor. Beyoğlu’ndan, Boğaz’dan, Marmara denizinden, Asya tepelerinden bakınca semada bir devin başı gibi yusyuvarlak görünen kubbe olamazmış gibi geliyor. Bu yassı, iki yanında iki yarım kubbesi olan, kurşun kaplamalı, pencerelerle çevrilmiş, yol yol beyaz ve pembe boyalı dört duvara oturmuş bir kubbedir.

Duvarlar, etrafında sefil görünüşlü bir sürü karmakarışık küçük binanın yükseldiği kocaman istinat duvarlarıyla desteklenmiştir: bazilikanın eski mimari şeklini gizleyen hamamlar, mektep ve medreseler, türbeler, bimarhaneler, imaretler. Ağır, gayri muntazam, soluk renkli, bir kale gibi çıplak ve dışından bilmeyen insanın aklına Ayasofya’nın içindeki muazzam boşluğu getirmeyecek, pek büyük olmayan bir kütledir.

Dünyanın en büyük mimari eserleri arasında sayılan Ayasofya, geçirdiği onca yangın, deprem ve yıkımlara karşın hâlâ ayakta kalabilen ender yapılardan biri olarak kabul görmekte... O güne kadar benzeri inşa edilmemiş olan büyük çaplı ve yüksek kubbesi, büyüklüğü ve iç mekânının görkemi ile tüm dünyanın hayranlığını kazanan bir yapı olarak tarihe geçer. Bu görkemli yapı, tarihi içinde aynı yere üç kez inşa edilmiştir. İlk kez İmparator I. Constantinus tarafından “Megale Ekklesia” (Büyük Kilise) adıyla 360 yılında inşa edilen yapı, 404 yılına dek Doğu Roma İmparatorluğu’nun en büyük kilisesi olarak varlığını sürdürür. 5. yüzyıldan itibaren de Ayasofya (Kutsal Bilgelik) adıyla anılmaya başlar…


Fossati’nin onarımı öncesinde Ayasofya

2018’de yitirdiğimiz Bizans ve Osmanlı sanatı üzerine araştırmaları ile tanınan Prof. Dr. Semavi Eyice’nin 1986 yılında yayınlanan Ayasofya isimli kitabından satırlarla devam edelim:

Dünya sanat tarihinin en başta gelen anıtlarından olan Ayasofya, İstanbul’un da görünümüne damgasını vurmuş olan bir eski eserdir. İlk yapıldığında bu kilise, Büyük Kilise (Megale Ekklesia) olarak adlandırılmıştı. Ancak V. yüzyılda buraya sadece Sophia denilmeğe başlanmıştı. Burası bazen yanlış olarak sanıldığı gibi Sophia adında bir azizeye sunulmuş olmayıp, Theia Sophia’ya yani Hıristiyan üçlemesinin ikinci unsuru olan Kutsal Hikmet'e adanmıştı. Fakat uzun süre Bizans halkı, Ayasofya’ya Büyük Kilise demeğe devam etmiştir. Fetihden sonra da, adı Ayasofya biçimini alarak günümüze kadar yaşamıştır.

Ayasofya isminin nereden geldiğine ait birçok efsane bulunur. Onlardan birisini, Kevork Pamukciyan’ın Reşat Ekrem Koçu’nun 1960’da yayınlanan İstanbul Ansiklopedisi’nde Ayasofya maddesi için kaleme aldığı yazıda şöyle aktarır:

Ayasofya inşa edildiği sıralarda bir gün, ustalar ve ameleler yemeğe giderlerken, bir çocuğu inşaat üzerine bekçi olarak bırakırlar. Az sonra çocuğa fevkalâde güzel bir melek görünür ve orada beklemesinin sebebini sorar. O da söyler. Bunun üzerine melek, sen de git yemeğini ye diye ısrar eder. Fakat çocuk vazifesini terk etmek istemez, zira herhangi bir şeyin kaybolmasından endişe eder. Melek, yerine kendisinin muhafızlık edeceğini bildirir. Çocuk da vaadine ne suretle güvenebileceğini sorar. Melek ise ‘İlâhî Hikmet’ şahit olsun der ve avdetine kadar oradan ayrılmayacağını beyan eder. Bunun üzerine cesaretlenerek o da diğerlerinin yanına yemek yemeğe gider, fakat vazifesinden ayrıldığı için onlardan azar işitir. Çocuk gördüklerini anlatır, onlar da keyfiyeti Justinianus'a bildirirler. Melek oradan ayrılmasın diye, çocuğun tekrar kiliseye girmesine müsaade etmezler ve kilisenin de ‘İlâhî Hikmet’ yani ‘Ayia Sofya’ tesmiye olunmasına karar verirler”.

Söz efsanelerden açılmışken başka bir yazının konusu olarak kadar uzun olsa da değinmeden geçmeyelim. Ayasofya üzerine efsaneler Bizans döneminde ve de Osmanlı döneminde çokça dile getirilmiş, yazılmıştır. Bizans ve Osmanlı döneminde yazılmış metinler Ayasofya efsanelerinin izini süren Stefanos Yerasimos’un Kostantiniye ve Ayasofya Efsaneleri isimli kitabı uzun uzadıya bu efsaneleri konu edinmekte…


20. yüzyıldan bir fotoğrafta Ayasofya'nın ana mekânı içine asılı olan Kadıasker Mustafa İzzet Efendi tarafından
yazılmış hat levhaları.

Osmanlı dönemi kaynakları arasında en popüler olanı Evliya Çelebi ile devam edelim. Evliya Çelebi’nin Seyahatname adlı eserinde Ayasofya’nın inşasını Bizans kaynaklarına ve de efsanelerine dayanarak anlattığı satırlar, gerçek ve efsanenin birbirine karıştığı anlatılara örnek olarak okunabilir: 

Bu Ayasofya’nın yüksek yapısının durumu böyle anlatılır ki yedi iklimde olan sütunsuz dağların değerli taşları gâh zemin arkasına yüklemek ve gâh cereskal ilmi ile çok ağır olanları iyi çalışma ve çok gayretle taşları zorla çekerek temelini yükseltip renkli mermer ve taş sütunlar ile tamamlandı. Yedi iklimden çeşit çeşit ibret verici bukalemun nakşı mavi mermerler gemilerle taşındı. Ferhad ustası taş yontucuların külünkleri aşındı. O kadar özen ve gayret gösterip camiin yarısını yedi yılda tamam ettiler. Taşların çoğu Belkıs tahtı olan Ayasluk şehrinden ve Edincik tahtından gelmiştir. Gönül alan ve renkli mermerler Karaman, Şam ve Kıbrıs adasından naklolunmuştur. Nice bin somaki, zenburî, zeytuni, ruhamî ve yerekânî parlak yüksek sütunlar Atina şehri yakınında Hz. Süleyman’ın yaptığı Temâşâlık adlı büyük yapılardan gelmiştir.

Biz, tarihteki küçük yolculuğumuza devam edelim. 15 Şubat 360’da törenle açılan yapı; üstü ahşap örtülü bir bazilikadır. 404 yılında bir halk ayaklanması sırasında kısmen yanan kilise, İmparator II. Theodosius tarafından Mimar Rufinos'a yeniden aynı tarzda yaptırılarak, 10 Ekim 415 tarihinde törenle yeniden ibadete açılır. 13 Ocak 532’de tarihe "Nika (Zafer) Ayaklanması" olarak geçen büyük halk ayaklanmasında yıkılan Ayasofya’nın ikinci büyük yıkımı olacaktır…  

O yıl kilisenin üçüncü ve son kez inşasına başlanır. Anadolulu iki önemli mimarın; Miletoslu (Milet) İsidoros ile Trallesli (Aydın) Anthemios’un inşa ettiği yapı, beş yıl gibi kısa bir sürede tamamlanarak günümüze dek ulaşır. 27 Aralık 537 günü yapılan açılış töreninde İmparator I. İustinianos, Hz. Süleyman ve mabedini kastederek “Geçtim seni Süleyman” diye bağırır. Yeni inşa edilen Ayasofya’yı Prof. Dr. Zeynep Çelik, Değişen İstanbul adlı kitabında şu satırlarla anlatır:  

Dört sütun üzerinde yükselen, batısında ve doğusunda yarım kubbelerle desteklenen devasa bir kubbe ile örtülmüş olan bu bazilika, eşi benzeri görülmemiş bir yapıydı ve o zamana kadar yapılan başka hiçbir bina, kente bu denli damgasını vurmamıştı. 6. yüzyıl tarihçisi Prokopios’un sözleriyle: Gökkubbeye yaklaşacakmış gibi süzülerek, şehrin diğer binaları arasında yükselen bu mabet adeta üzerinde yükseldiği şehre zirveden bakarak onu taçlandırmakta, bağrından çıkmış olduğu bu güzelliğe ihtişam katmaktadır.

Cami-i Ayasofya-i Kebir ibadete açılıyor

İmparatorların, kralların, sultanların yaklaşık bin yıl boyunca fethetmeye çalıştığı Bizans İmparatorluğu ve onun başkenti Constantinopol ve 1453 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilir. Bizans kiliselerinin en başında gelen Ayasofya Kilisesi, Fatih Sultan Mehmed tarafından camiye dönüştürülür. 1 Haziran 1453’te “Cami-i Ayasofya-i Kebiribadete açılarak, ilk cuma namazı kılınır. O sırada harap bir durumda olan Ayasofya onarılarak, Fatih Sultan Mehmed’in kurduğu “Ayasofya Vakfiyesi” ile yapı, koruma altına alınır.

Ayasofya’nın her biri 60 metre olan simetrik minareleri, hepsinin aynı zamanda inşa edildiği izlenimini verse de minareler birkaç yüz yıl aralıkla inşa edilmiştir. Birbirlerinden az farkla inşa edilmiş olan minarelerin kuzeydoğu köşesinde yer alan tuğla minare Fatih döneminden kaldığı iddia edilse de Semavi Eyice, sanıldığının aksine o dönemde ahşap bir minare yapıldığını söyler. Ayasofya’nın minarelerini üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü alan mimar Turgut Cansever’in Mimar Sinan isimli kitabından okuyalım:

Ayasofya’ya Osmanlıların yaptığı katkıların en önemlisi, Sinan’ın ilave ettiği iki minaredir. Ayasofya’ya birinci minare Fatih döneminde, ikincisi Yavuz Sultan Selim döneminde inşa edilmişti. Sinan’ın tasarımı olan ve önceki iki minare ile kıyaslanmayacak kadar kalın gövdeli iki minare, yapıyı batı yönünde âdeta zemine bağlayan iki güçlü odaktır ve daha önce yapılmış narin iki minarenin Ayasofya’ya kazandırdığı doğuya yönelme ifadesini, başka bir ifadeyle, doğuya uzanan bir yarımada üzerinde olduğu gerçeğini daha okunaklı hale getirerek yapıyı bulunduğu yerle bütünleştirmiştir. (…)

Ayasofya, Osmanlıların kendilerinden önceki bir kültüre ve Hıristiyanlık eserlerine saygıyla yaklaştıklarının delili olarak, yaptıkları ilavelerle hem korunmuş, hem de bu ilavelerin tamamlayıcı, yüceltici, tezyin edici güzelliğiyle daha değerli hale getirilerek günümüze ulaşması sağlanmıştır.

Osmanlı döneminde Ayasofya üç büyük onarım geçirir. Bu onarımların ilki II. Selim döneminde Mimar Sinan’ın 1573’de başladığı ve1576’ya kadar, III. Murad’ın ilk saltanat yıllarına kadar süren onarımdır. Mimar Sinan, Ayasofya’yı payandalarla sağlamlaştırarak, iki minare, hünkâr mahfili ve II. Selim Türbesi’ni inşa eder. İkinci büyük onarım I. Mahmud döneminde yapılır. Yeni baştan onarılan yapıya şadırvan, sıbyan mektebi, muvakkithane, aşhane ve 30.000 kitaplık bir kütüphane eklenir. 

Hartmann Schedel, 1493.

Üçüncü büyük onarım ise Osmanlı döneminde İstanbul’un en büyük külliyelerinden biri olan Ayasofya Külliyesi, en kapsamlı ve en masraflı onarımını Abdülmecid döneminde geçirir. Osmanlı başkentindeki resmi binaları, Rusya Sefaret binası ile tanınan Gaspare ve Guisseppe Fossati kardeşler tarafından 1847-1849 yılları arasında yapılan onarımda yapıdaki çatlaklar giderilerek, iç mekândaki süslemeler yenilenir. Freskler onarılır, Bizans mozaikleri temizlenerek desenleri çıkarılıp, üzerleri örtülür. Cami içine Hünkâr Mahfili eklenir. Bu onarımda yapılan Hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin kubbeye yazdığı Nur Ayeti’nden bir bölüm ile 7,5 metre çapındaki 8 adet yuvarlak hat levhası (“Allah”, “Hz. Muhammed”, “Hz. Ebu Bekir”, “Hz. Ömer”, “Hz. Osman”, “Hz. Ali”, “Hz. Hasan”, “Hz. Hüseyin”) İslam âleminin en büyük hat sanatı örnekleri arasında sayılmaktadır.

Osmanlı sanatının en güzel örneklerinden sayılan üç türbesi, kütüphanesi, medresesi ile Ayasofya’nın ek binalarına gelince… 1955-1971 yılları arasında Ayasofya Müzesi müdürlüğü görevinde bulunan Feridun Dirimtekin, Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde “Ayasofya’nın müştemilâtı” maddesinde ek binalardan söz eder:

Ayasofya yalnız cami binasından ibaret değildir; şimdiki giriş kapısının sağında I. Sultan Mahmud tarafından yaptırılan muvakkithâne, solda yine aynı sultanın eseri olan sibyan mektebi, ve şadırvan giriş kapısının şarkında vaktiyle vaftizhâne olup ve şimdi içine Birinci Sultan Mustafa ile Sultan İbrahim’in defnettikleri binâ, bunun garbında sebil ve abdest muslukları, ve bunları su depoları, binanın garbındaki bahçede II. Selim, III. Murad, III. Mehmed ve şehzadelere ait türbeler vardır; yine bu cephede binâya bitişik olarak yapılmış olan I. Sultan Mahmud’un eseri Ayasofya Kütüphanesi bulunmaktadır. Binanın şimâl cephesinde Skerophylakion (hazine dairesi), imâret ve müştemilâtı mevcuttur.


1930’lu yıllarda mozaik çalışmaları sırasında Ayasofya.

Ayasofya Müze oluyor

Ayasofya onarımları Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında da sürdürülür ancak maddi olanaksızlıklar nedeniyle bu onarımların sistemli ve kapsamlı onarımlar olduğu söylenemez. 1926 yılında Ayasofya’nın “yıkılma tehlikesi” altında olduğu haberlerinin ardından kurulan bir heyet kontrolünde yeni bir onarım daha yapılacaktır. Ayasofya’nın müze olması yolundaki ilk adımlar, 1931 yılında Amerika Bizans Enstitüsü kurucusu arkeolog Thomas Whittemore’nun Ayasofya mozaiklerini gün ışığına çıkarmak için izin istemesiyle atılır. 7 Haziran 1931’de Bakanlar Kurulu kararıyla Whittemore ve ekibine izin verilir. Prof. Dr. Semavi Eyice, Ayasofya kitabında Whittemore’nun çalışmalarını şöyle anlatır:

 Ayasofya’nın Fossati’nin üzerlerine çektiği badana tabakası altından hayalet gibi fark edilen ancak Salzenberg’in albümündeki fazla idealleştirilmiş renkli kopyaları ile tanınan mozaiklerini tekrar açığa kavuşturmak üzere Türk Hükümeti’ne başvuran Amerikalı Thomas Whittemore (1871-1950), izni 1931’de alarak 1932’den itibaren Gregorini ve Benvenuti adlarındaki iki uzman İtalyan mozaikçinin emeğiyle İmparator kapısı üzerindeki panoyu temizlemekle işe başlamış oldu.

Restorasyon çalışmalarını 1950 yılında ölümüne kadar sürdüren Whittemore’u başka uzmanlar izler. Ray üzerinde döner tekerleklerle yürüyen çelik bir iskele ile başlayan çalışmalar, mozaiklerin birer birer ortaya çıkarılmasıyla devam eder. Amerika Bizans Enstitüsü Ayasofya’daki çalışmalarını 1970 yılına dek sürdürür. Günümüzde görülen, 1932’den başlayarak Amerikan Bizans Enstitüsü’nce ortaya çıkarılan figürlü mozaiklerin tümü 843 yılında İkonoklazma Akımı sona erdikten sonra yapılmıştır. Yıllar içinde yapıldıklarından üslup farklılıkları içerirler. Fetihten sonra figürlü mozaiklerin yalnızca yüzleri kapatılmış, bütünüyle üzerlerinin örtülmesi ise 18. yüzyılın ortalarında olmuştur. Uzun yıllar “mozaiklere zarar verildiği” iddia edilmişse de bunun doğru olmadığını Prof. Dr. Semavi Eyice, Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde yayınlanan yazısında Whittemore’un cümleleri ile çürütür:

Thomas Whittemore, birçok müellifin asırlardan beri aksini iddia etmeğe çalıştıkları bir hususu şu satırları ile bir kere daha desteklemiştir: Yedi yıllık çalışmalarımız boyunca, mozaiklerde hiçbir kastî tahribat ve yüzlerin zedelenmesi izine rastlamadık. Zelzeleler ve zaman, binayı mozaik resim sanatının birçok şaheserlerinden mahrum bırakmıştır; fakat mevcut olanlar, Ayasofya’yı kullandıkları beş asır boyunca Türkler tarafından daima muhafaza edilmiştir.

Giriş on bir kuruş…

Ayasofya’da restorasyon çalışmaları devam ederken Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği üzerine 24 Kasım 1934’te Bakanlar Kurulu Kararı ile cami, Müzeler İdaresi’ne devredilir. Önce Ayasofya’nın içinde müzelik eşyaların sergilenmesi düşünülmüş ise de bundan vazgeçilir. Onarım ve temizlik işleri hızlıca halledildikten sonra yapı, 1 Şubat 1935 Cuma günü saat 10.00’da “Ayasofya Müzesi” olarak yerli ve yabancı ziyaretçilere açılır. Giriş ücreti olarak on bir kuruş alınır…

6 Şubat 1935’de Atatürk, Ayasofya Müzesi’ni ziyaret ederek incelemelerde bulunur. 11 Nisan 1935’de Le Temps gazetesinde mimar, arkeolog Albert Gabriel’in müzenin açılışıyla ilgili bir yazısı yayınlanır. Yazıdan bir bölümü, Kasım 1965 tarihli Türk Dili Dergisi’nden aktaralım:

Bir süre önce İstanbul’daki Ayasofya camiinin kapısına şöyle bir ilân asıldığını gördüm: ‘Müze haline sokulacağı için cami kapanmıştır.’ Bu ilânın altında da Müzeler ve Eski Eserler Genel Müdürü ile Vakıflar Genel Müdürünün imzası vardı.

Olay bir kaç hafta önceden bilindiği için İstanbul’da büyük bir şaşkınlık uyandırmadı. Türkiye’nin dışında ise arkeologların dikkatini çekti; ama büyük halk kütlelerinin gözünden kaçtı; hele olayın, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün teşebbüsüyle hükümet tarafından ele alınmış olmasındaki önemi pek öyle kavrayan olmadı.

Yeryüzünde, her biri bir çağı temsil edebilecek güçte anıt sayısı çok azdır. Ayasofya bu tip anıtların en büyüklerinden ve en anlamlılarından biridir. Gerçekten de, büyük yapının eşiğinde duran her ziyaretçi, zengin bir dekorla birleşen bu gözü pek zekâ eseri karşısında, bir daha benliğinden çıkarıp atamayacağı bir hayranlık duyar.


Ayasofya Müzesi’nin açıldığı günlerden gazete haberleri.

Ayasofya Müzesi’ndeki çalışmalar, kazılar ve onarımlar daha sonraki yıllarda da devam edecektir. 2010 yılında onarılan Ayasofya Müzesi’nde sürdürülen çalışmalar sonucunda 200 yıldan daha fazla bir zaman dilimi boyunca Fossati kardeşlerin onarımı sırasında kubbenin kuzeydoğusunda yer alan üzeri kapakla kapanmış olan bir melek figürünün yüzü ortaya çıkarılır. Ayasofya’nın kuzeydoğu kubbesinde yer alan “Serafim” (Seraphim) isimli, altı kanatlı melek yüzü figürünün bulunduğu duvar restore edilirken meleğin yüzünü örten metal maske çıkarılarak, üzerideki sıva ve badanalar kaldırılır. Ayasofya Cami’nin restorasyonu sırasında korunarak örtülen melek figürünün yapım tarihinin, 700 yıl önceye dayandığı tahmin edilmektedir. Bu onarımda sırasında ayrıca dış cephe ve vaftizhane binası onarımları yapılmış, mozaikler temizlenmiş, kandil ve hat levhaları onarılmıştır. Bahçede yer alan II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed’in bulunduğu “Padişah Türbeleri” ile Osmanlı döneminde inşa edilen Sıbyan Mektebi onarılarak ziyarete açılmıştır…

Ayasofya kubbesinde bulunan dört melek figüründen biri olan kuzeydoğudaki meleğin 2010’daki onarımda ortaya çıkarılan yüzü.

Tarihçi Prokopius’un İstanbul'da İustinianus Döneminde Yapılar isimli kitabından “görkemli bir görünüşle ortaya çıkanAyasofya için yazdıklarıyla noktalayalım yazıyı:

“… güneş ışığından ve onun mermerdeki yansımasından bolca nasibini alır, öyle ki, içinin güneşle aydınlatıldığını değil, aydınlığın oradan doğduğunu söylemek mümkündür, tapınağın ışığı öylesine boldur

 

GİRİŞ FOTOĞRAFI:


Ayasofya. Ahmet Turan Köksal'ın iki fotoğrafından kolaj.

 

YAZIDA DEĞİNİLEN BAZI KİTAPLAR: