"Jünger pek çok kişinin savunageldiği gibi savaşın uygarlıkta bir sapma, bir araz olduğu görüşüne cepheden karşıydı. Tam aksini vurguluyordu; uygarlık tam da bu savaştır. Yaşamak da ölmek veya öldürülmek demektir."
22 Eylül 2022 23:00
Ernst Jünger 1895’ten 1998’e kadar yaşadı. Çevresindekiler 2000 yılını görmesini bekliyor, hatta bunu ondan talep ediyorlardı, ama olmadı. Geride 22 ciltlik bir külliyat, pek çok tartışma ve soru işareti bırakan 102 yıllık bir hayat üzerine böyle bir yazı elbette ki kuş bakışı olacak. Jünger’in fikrî seyrine, önemli yazılarına odaklanırken özel hayatının girdi çıktısından uzak durmaya çalışacağız.
Jünger’in kitap ve yazıları pek çok ayrı baskıda, farklı derlemede okurlara sunulmuştur. Kaynak tutarlılığı sağlamak üzere göndermeleri Klett-Cotta’nın Sämtliche Werke’deki (SW) cilt numarasına yapacağız.
Asker
I. Dünya Savaşı çıkar çıkmaz gönüllü olarak gittiği cephe deneyimi Jünger’i okuldan kurtardığı gibi yazarlığa da taşıdı. İlerlemiş yaşlarında gördüğü kâbusların siperlere değil de okul yıllarındaki sınavlara ait oluşu bize onun hakkında bir şeyler söyler. Kuşağının pek çok genci gibi o da başlayan savaşı okuldan ve sınavlardan bir kurtuluş olarak gördü. Bir önceki kurtuluş gayreti, 1913 yılında, henüz 17 yaşındayken okuldan ve Almanya’dan kaçıp Afrika’daki Fransız lejyonuna katılmakla ve zorla geri getirilmekle neticelenmişti.
Savaş bittiğinde Jünger cepheden bir savaş kahramanı olarak döndü. Sıradan bir piyade erinden teğmen rütbesine kadar yükselmiş, savaşta yedisi ciddi olmak üzere pek çok kez yaralanmış ve nihayetinde diğerlerinin yanında “pour le mérite” madalyasıyla da onurlandırılmıştı. “Pour le mérite” her fani piyade teğmenine kolay kolay verilen bir madalya değil. I. Dünya Savaşı’nda bu madalyaya sadece 11 piyade teğmeninin layık görüldüğünü ekleyelim. Ağırlık elbette ki yüksek rütbeli komutanlarda. Jünger bu madalyanın getirdiği prestiji yaşamının sonuna kadar bütün netameli süreçlerde bir tür kalkan olarak kullanacak, ordudan istifa ettiğinde de her türden tehlikeli görüşmeye onu kuşanarak gidecektir.
Ernst Jünger, I Dünya Savaşında kazandığı madalyalarla, 1922.
Savaşın ardından Jünger, Alman ordusu 100 bin kişiyle sınırlandırıldığında da diğer pek çok Alman subayı gibi işsiz kalmadı ve ordudaki görevine devam etti. Cepheden dönenlerin Versailles Antlaşması’na, bu anlaşmayı kabul eden yeni cumhuriyete ve parlamento partilerine öfkeleri dinmeyecek, savaş artıkları sayısız milliyetçi grup etrafında örgütlenecektir. Açıkçası zihin dünyası anlamında Jünger’in diğer savaş gazilerinden pek bir farkı yoktu, hatta fazlası vardı. Onu hızla şöhret yapan kitabı In Stahlgewittern (SW1) / Çelik Fırtınalarında’yı (çev. Tevfik Turan, Jaguar Yayınları, 2019) kendi savaş günlüklerinden yola çıkarak 1920 yılında yayınladı. Savaşın ardından Almanya’da dev bir savaş anıları seli boşalacaktır ama Jünger’inki ilklerden birisiydi ve daha sonra çıkanlardan bile belli başlı yönleriyle ayrı durmaktaydı. Kitap ne pek çoğu gibi milliyetçi bir kahramanlık anlatısı, ne de barış yanlısıdır. Jünger’i üne kavuşturmasına rağmen başta çok büyük rakamlardan da söz etmiyoruz. Kitabın 1920-1936 yılları arasında 36 bin civarı satıldığı anlaşılıyor. Bir karşılaştırma için barış yanlısı ünlü Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’un 1929’da kitap olarak basıldıktan sonra birkaç hafta içinde 200 bin adet sattığını belirtmiş olalım. Buna karşın Çelik Fırtınalarında’nın taze taze Arjantin ordusu adına İspanyolcaya çevrildiğini ve 1922 sonbaharında Buenos Aires’te yayınlandığını da ekleyelim. Borges’in bu basımı okuduğunu da biliyoruz.
Çelik Fırtınalarında duygusallıktan uzak, soğuk üslubuyla popüler bir kitap olmaktan uzaktır ama Jünger bu üslubu ileride daha da gelişecektir. Cepheden hak etmediklerini düşündükleri bir yenilmişlik utancıyla dönenlerin yüzlerine oturan ifadesizlik, savunma duvarını andıran duygusuzluk, mesafelilik ve daimi sessizlik örüntüsü asla herhangi bir bireye özgü değildi. O neredeyse I. Dünya Savaşı kuşağının, cephe artıklarının ortak zırhıydı. “Soğuk persona” olarak da adlandırılan yeni kişiliğin işaretlerini sağdan ya da soldan olsun dönemin pek çok önde gelen isminde bulabiliriz.[1] Jünger, Çelik Fırtınalarında üzerinde pek çok kez oynadı, ilginç biçimde Hitler iktidara gelmek üzereyken de kitaptaki milliyetçi vurguları tamamen temizledi. Şu anda onu son resmî edisyonuyla okuyoruz. Ölümünden sonra eleştirel bir edisyonla yayınlanan 14 defteri bulan Kriegstagebuch 1914-1918 (SW1) ile Çelik Fırtınalarında’nın karşılaştırılması da pek çok tartışmaya da malzeme oldu.
Ardından 1922’de ikinci savaş kitabı geldi: Der Kampf als inneres Erlebnis (SW9). Böyle bir yazıda Jünger’in her kitabından ya da makalesinden etraflı biçimde söz etmek elbette ki mümkün değil ama bu kitap bir başlangıç noktası olarak önemli. Jünger içsel bir deneyim olarak savaşın ne anlama geldiğini göstermek istiyordu ve dönemin ruhuna uygun olarak romantizmden, Nietzsche’den, Spengler’den ve dışavurumculuktan ilham alıyordu. Kitap savaşın psikolojik deneyimini serimleme ve deneyimi manevi bir yere oturtma girişimi olarak anlaşılabilir. Jünger pek çok kişinin savunageldiği gibi savaşın uygarlıkta bir sapma, bir araz olduğu görüşüne cepheden karşıydı. Tam aksini vurguluyordu; uygarlık tam da bu savaştır. Yaşamak da ölmek veya öldürülmek demektir. Nietzsche ve Spengler’i izleyerek savaşın yaşamla bağını göstermeye çalışırken aynı zamanda onu dünya tininin bir parçası, yürütücüsü olarak görüyordu. Savaşların neden çıktığı, hangi amaca hizmet ettiği, kimin haklı kimin haksız olduğu gibi konular da, hatta hangi bayrak altında savaşıldığı da Jünger’in gündeminde değildir, o sadece savaşçının ruh haline odaklanmıştır ve savaş sadece yeni insanın bir aracıdır. Daha sonraki önemli kitaplarında geliştireceği muğlaklık tekniğini de ilk kez bu kitapta deniyordu. Fakat elbette muğlaklığın da bir bedeli var: Jünger her yerdedir ve haliyle bulunduğu hiçbir yer ona ait değildir. Ondaki sürekli teyakkuz hali ve kendini sakınma gayreti, kargaşanın yarattığı ruh haline karşı bir savunma olarak da görülebilir. Zira 1920’ler Almanyası’nda edebiyat da bir silahtı, edebiyat alanında da bir iç savaş havası vardı. Nitekim 1930’lardaki yeni rejimle beraber metinlerin incelenmesi ve bazı yazarların temizlenmesi ve çeşitli tasfiyeler de gündeme gelecektir.
Jünger görüşlerini çeşitli milliyetçi dergilerde geliştirmeye devam ederken savaş deneyimine dayalı yazılarına, kısa roman çalışmalarına devam etti: Sturm (SW18. 1923), Wäldchen 125 (SW1. 1924) ve Feuer und Blut (SW1. 1924/1925). Feuer und Blut’ta Jünger, savaşın anlamını İtalyan fütürist Filippo’nun “Fütürizm Manifestosu” ile bağlantılı biçimde genişletiyor; “makine”, “hız”, “mücadele” ve “kuvvet” gibi kavramları öne çıkartıyordu. Yani Jünger fütüristlerin İtalyan faşizmini etkileyen temalarına da kayıtsız kalmamıştır.
Bu tür kan ve toprak merkezli düşünceler eşliğinde 1923’te ordudan ayrılıp kendini tamamen yazarlığa adamasının hemen ardından ilk siyasi makalesini de yine 1923’de NSDAP eğilimli Völkischer Beobachter’e yazdı. Bunu bir dizi dergideki pek çok makale izleyecektir. Nitekim Stahlhelm’ın Die Standarte’sinde de düzenli olarak yazmaya başladı ve açıkçası savaşta fedakârlık yapan, ölen, sakat kalan, üstelik de üstlerine yenilgi, anlamsızlık ve suçluluk duygusu sinen kuşağın sözcülüğüne soyundu. Stahlhelm o sıralar Almanya’nın en geniş paramiliter örgütü konumundaydı. Alman ordusunun 100 bin kişi ile sınırlandırılması ordu dışında kalan pek çok subay ve askerin bu örgütte istihdam edilip desteklenmesi sonucunu doğurdu. İleride Hitler hareketinin güç kazanmasıyla bu örgüt SA tarafından soğurulacaktır.
Ernst Jünger, I. Dünya Savaşı sırasında.
Jünger, Die Standarte’deki 19 makalenin nahoş etkisinden ölene kadar kurtulamayacaktır. Yazılar, cepheden dönen askerin iktidarı ele geçirmesi ve emperyalist güç siyaseti umutları etrafında dönüyor; milliyetçi okurlarına ruhsal bir yönelim sunmaya çalışıyor; devrim, gelenek, gericilik, enternasyonalizm, pasifizm üzerine görüşler serdediyordu ve elbette savaşın ontolojikleştirilmesi yine baş köşedeydi. Jünger bu dönemde yine savaş üzerine çeşitli makalelerden oluşan dört antoloji hazırladı. Bunların dördüncüsü, Krieg und Krieger 1930’da basıldı. Bu sonuncu antoloji Jünger’in ve yakın çevresinin zihniyeti açısından önceki antolojilerden çok daha önemli görülür. Buradaki Die totale Mobilmachung (SW9) başlıklı, Jünger imzalı makale Walter Benjamin’in de dikkatini çekti. Benjamin’in on iki sayfalık eleştirisi 1930’da Die Gesellschaft dergisinde yayınlandı. Jünger’in bu makaleyi okuyup okumadığını bilmiyoruz.
Jünger bu sıralarda karısı Gretha von Jeinsen ile birlikte Berlin’e yerleşmiştir, kargaşanın tam ortasındadır; Ernst von Salomon ve Resistance’ın editörü Ernst Niekisch gibi kişilerle sıkı temas halindedir. Milliyetçi bir yeraltı örgütü üyesi olan Ernst von Salomon[2], 1922’de Versailles Antlaşması’nı imzalayan Dışişleri Bakanı Walther Rathenau’nun öldürülmesine karışmış ve bu nedenle beş yıl hapse mahkûm edilmişti. Niekisch ise daha da ilginç birisiydi. Bavyera İşçi ve Asker Konseyleri’nin (1918-19) önde gelen simalarından birisi olarak vatana ihanet suçlamasıyla 1919-1921 arasında hapis yattı. Çıktığında USDP’den (Bağımsız Sosyal Demokrat Parti) eyalet parlamentosu üyesiydi, 1926’da SPD ile bir anlaşmazlık sonucunda Resistance dergisini kurdu. Tamamen farklı ideolojik angajmanlara sahip kişilerin bir araya geliyor oluşu dönemin siyasi savrulmalarının da bir örneği. Bu arada meşhur Alfred Rosenberg’in “Alman Kültürü için Savaş Birliği”nin üyesi olan düşünür Alfred Baeumler de bu çevreyle ilişkilendi. Baeumler, Jünger’i zamanın teknik eğilimlerini kavramış, gerici-muhafazakâr burjuvaziye saplanıp kalmayan bir kişi olarak övüyordu.
Jünger ileride unutturmak için çok uğraşacağı yazılarını yazarken bir yandan da çizgisini yavaş yavaş değiştirmekteydi. Özellikle 1927’nin ilk yarısında yazdığı yazılarda gündelik siyasete ilgisini yitirmeye başladığı görülebilir. Jünger modernitenin dinamiklerinin arkasında yaratıcı, patlayıcı bir temel güç, savaşın çehresini zaten temelden değiştirmiş olan yaşama gücünü hissediyor, kanın kendisini saflıkla değil, edindiği niteliklerle meşrulaştırdığı fikrine yaklaşıyordu. Bu aynı zamanda siyasi faaliyetin uygunsuzluğuna dair sorgulama süreci de demekti.
Tam da bu dönemde çıkan Das Abenteuerliche Herz’in (SW11. 1929) milliyetçi çevrelerde hayretle ve biraz da şaşkınlıkla karşılandığı anlaşılıyor. Cephe yoldaşları Jünger’in kitabında, Almanya tam da ekonomik buhranın ortasındayken, sokaklarda çatışmalar hızlanırken köşesine çekilmiş bir düşünür edası görmüşlerdi. Yirmi beş metin veya parçadan oluşan kitaba bir tür fragmanlar toplamı denebilir. Daha sonraki pek çok metnin habercisi niteliğindeki bu kitap “dava”dan son derece uzak; içindeki rüya tasvirleri, gençlik anıları, zoolojiye, böceklere dair notlarla oldukça kişisel bir anlatıdır. Jünger için böcek koleksiyonculuğu gençliğinden ölümüne kadar büyük bir tutku olarak kaldı, ordudan istifa ettikten sonra bir süre zooloji de okumuştu. Cephede siperlerde bile böceklerle ilgilendiğini, onları toplamaya, notlar almaya devam ettiğini biliyoruz. Yurtdışı gezilerinin büyük çoğunluğunda da böceklerin peşinden gidecek, öldüğünde arkasında hatırı sayılır bir böcek koleksiyonu bırakacaktır. Kitaba dönersek; Das Abenteuerliche Herz’de felaketli zamanlar beklentisine gireriz ve kitap hem modernizmin felaketlerinin hem de tarihsel zorunluluğu içinde modernizme yönelik iradenin ifadesidir. Jünger yönünü şaşırmış modernitenin maceracı bir dönüşümünü hayal ediyordu ve bunun için de dünya ve varoluş algısının temelden yenilenmesi gerekiyordu. Bireyi parantez içine alma tavrına, mesafeli ve ilgisiz bakışa “stereoskopik” algı da eklenmiştir. Jünger’in kastettiği anlamda “stereoskopi”, bir nesne şaşırtıcı bir şekilde farklı bir nitelik kazandığında izleyiciyi yakalayan bir tür baş dönmesi, gündelik algının dokusunu kıran üçüncü bir boyuttur. Kitabın manevi merkezi bizi dünyadaki her şeye bağlayan ve içsel bakış açımızı belirleyen ilişkiye olan mistik inançtır. Bu inançla birlikte Jünger, Avrupa modern avangardına katılmaktadır.
Bu yıllar aynı zamanda NSDAP’ın hızla yükseldiği, çeşitli paramiliter örgütlerde toplaşanların Hitler’e yönelmeye başladığı yıllardır. Jünger’in önceki yıllarda Münih’teki Krone salonundaki bir toplantıda Hitler’i yakından gördüğü ve oldukça etkilendiği biliniyor. 9 Ocak 1926’da Jünger, Feuer und Blut’un imzalı nüshasını Münih’teki Hitler’e göndermişti. Hitler de karşılığında imzalı bir Kavgam gönderdi. Goebbels’in Hitler’le onu buluşturmak için en azından iki girişimde bulunduğu anlaşılıyor, ancak bu gerçekleşmedi. Zaten NSDAP o sıralar yine de hâlâ bir taşra partisi görünümündeydi ve üstelik de Jünger, parçalanmış milliyetçi grupları birleştirmek için merkezî bir liderlik konseyi savunuyordu. Hitler’in hoşlandığı bir yaklaşım değildi bu. Dahası, Jünger’in “muhafazakâr devrim” yazılarında Weimar Cumhuriyeti’ne ve parlamentoya dair saldırıların şiddeti o raddeye ulaştı ki, o sıralar artık parlamenter yoldan iktidara yürümeye karar veren Hitler ve NSDAP bile eleştiri oklarına hedef oldu.
“İşçi”
Hitler’in iktidara gelmesine bir yıl kala çıkan Der Arbeiter (SW10. 1932) etrafında da büyük bir patırtı koptu. Heidegger’in de epeyce beğendiği ve ikili arasında bir ilişkinin doğmasına yol açan kitap teknoloji karşıtlığını değil, sanayileşme ve teknolojiyle bütünleşmiş yeni insanı anlatıyor; ilerleme ve teknoloji eleştirisiyle başlayan kitap teknolojinin işçi-asker yeni insanı yaratışı ile kapanıyor.
Teknoloji, varoluşu rahatça güvence altına almanın bir aracı değil, gücünü ilk kez savaş sırasında geliştiren ve o zamandan beri dünyanın çehresinde devrim yaratan temelin bir ifadesidir. Kitapta uygarlık gelişimi şiirsel, kehanetimsi bir havada anlatılmaktadır. Kitap aynı zamanda otoriter devlete dair bir siyasi manifesto; küresel eğilimlerin altını çizmeye çalışan bir toplumsal teknoloji analizi, yeni dünyada sanatın rolüne dair bir estetik teori taslağı ve nihayet yeni bir “metafizik” çabasıdır. Jünger işçiyi sosyal bir sınıf veya sosyolojik bir kategori değil, metafizik bir figür olarak tanımlarken burjuvazinin ölüm sürecinden ve “işçi” egemenliğine dair kehanetlerden dem vuruyor. Gerçekte Jünger’in “işçi”yi kapsamlı biçimde tanımlamadığını da söylemek gerek. Gelecekteki “işçi” tahmin ediliyor ve bazı kurucu özellikleri vurgulanıyor: “İşçi bireycilik karşıtıdır; işin içinde erir ve teknoloji aracılığıyla dünyayı büyüler, maceracı ve tereddütsüzdür, kendini tehlikelere bırakır ve kalbinin şeytani dürtülerini takip eder, barbar ve yıkıcıdır.” “Güç istenci”nden ve otorite figüründen esinlenmiştir, onun için “egemenlik, kendini fedakârca adadığı hizmet demektir, özgürlük ve itaat onun için aynıdır”.
Jünger fertlerin bireyselliklerine boyun eğmemelerini, buna uygun bir otoriter ve çileci zihniyet geliştirmelerini talep ediyordu.
Heidegger ise Der Arbeiter’de Nietzsche’nin “güç istenci”nin çağdaş bir ifadesini gördü. Heiddeger’e göre “işçi”nin, bu düşünen savaşçının kendisi güç istencinin bir biçimidir. Bu anlamda Heidegger’e göre Jünger, Nietzsche’nin tek halefi mertebesindedir.[3]
Der Arbeiter çıkar çıkmaz Nazi basını tarafından saldırıya uğradı. NSDAP dergisi Völkischer Beobachtereski savaş kahramanının Oblomov kıyafetine büründüğünü, Çelik Fırtınalarında yazarının Bolşevik kavramlar kullanan bir gevezeye dönüştüğünü söylüyordu. Jünger’in pek hayran olduğu Oswald Spengler bile Der Arbeiter’den Rusya’daki devrimci süreçlerin felsefi olarak abartıldığı izlenimini edinmiştir. Ernst Niekisch ise kitapta kendi “Milli Bolşevik” fikirlerinin onaylanışını görüyordu.
Hitler iktidarı ve savaş
Jünger ve çevresinin ilginç yanı NSDAP’ın doğal tabanına ait olmalarına rağmen partiye katılmaktan uzak kalmayı tercih etmeleri, dahası bunu başarabilmeleridir. Jünger ve etrafındakiler partiyle aralarındaki mesafeyi sürekli artırdı ama bu mesafe kendisini on yıllar sonra bile Weimar Cumhuriyeti’nin mezar kazıcılarından birisi olma suçlamasından kurtaramadı. Jünger hem muhafazakâr subay çevrelerinin “eski” tarz gelenekçi milliyetçiliğine karşı çıkıyor hem de anlaşılan Hitler hareketini avam buluyordu. Sebebi her ne olursa olsun, Jünger’in Heidegger’den de, Gotfried Benn’den de, Carl Schmitt’den de daha basiretli davrandığı muhakkak. Carl Schmitt ve karısı Jüngerlerin aile dostlarıydılar ve 1945 sonrasında Jünger ile Schmitt arasında III. Reich döneminde alınması gereken tutum tartışması gerçekten de ilginç. Bütün kariyerini Nazi rejimine yatırmış, buna rağmen bir süre sonra parti tarafından tasfiye edilmiş ve savaşın sonunda da her şeyini yitirmiş ve gözetim altında olan Schmitt muhtemelen ülkesinin yazgısına el atmak zorunda olduğunu düşünürken zamanında partiye katılmaması için kendisini uyaran Jünger’i kaçamak davranmakla suçluyordu.
Hitler iktidara geldiğinde de Jünger pozisyonunu değiştirmeyecek, Gestapo’nun evini aramasından sonra Berlin’den taşraya geçerek gözlerden uzak kalmayı tercih edecektir. Taşradaki evi de Gestapo tarafından yine rahat bırakılmadı ama o ısrarla gözlerden uzakta kalma gayretini sürdürdü. Bu onun için genel bir yaşam modeli haline gelecektir. Berlin’e sadece Wiederstand dergisi kapatılıp Ernst Niekisch tutuklandığında arkadaşlarını kurtarmak için gitti. Bunlar yetmiyormuş gibi Jünger, Goebbels’in Prusya Sanat Akademisi’ne davetini de reddetti. Jünger, Hitler’in parlamenter rejimi çökertmesinden memnuniyet duysa da yeni rejimini “asıl devrim”e bir geçiş olarak değerlendiriyordu. Yine ilginç biçimde savaş kitaplarındaki ve yazılardaki milliyetçi ifadeleri bu dönem gözden geçirip temizlemeyi tercih etti; Schauwecker, Baeumler ve Blunck gibi NSDAP bağlantılı yazarlarla yazışmayı bıraktı, I. Dünya Savaşı sırasındaki birliğinin eski muharipler cemiyeti Yahudi üyeleri cemiyetten atmaya başladıklarında kendisi de, kardeşi de cemiyetten istifa ettiler.
Tam bu sıralarda 1934’te çıkarttığı Blätter und Steine (SW8) başlıklı metninde bir yandan Der Arbeiter’deki acı metafiziğini derinleştirirken, öbür yandan sona eklenmiş Ek’teki özdeyişlerle yeni rejime karşı eleştirel tutum alıyordu.
Mermer Yalıyar
Afrikanische Spiele de (SW18. 1936) bu dönem çıktı. Kitap gençlik çağında ülkeden kaçıp Lejyona’a katılış deneyiminin değerlendirilmesidir. Yani bir hayal kırıklığı hikâyesi. Afrika hayallerden fersah fersah uzaktadır ve dünyadan kaçarak kurtulamazsınız. Egzotizm burjuva çağının romantik kaçamaklarından başka bir şey değildir, macera bir çıkış değildir.
Tam II. Dünya Savaşı’nın başladığı yıl çıkan Auf den Marmorklippen (SW18) / Mermer Yalıyar (çev. Ersel Kayaoğlu Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019.) günümüzde hâlâ anlamı tartışılan kitaplarından birisi. “Baş Ormancı” ve takipçilerinin şahsında yeni rejim eleştirisinin sansüre takılmayışı gibi, kitabın yeni baskıları için gerekli kâğıdın ordu istihkakından sağlanması gibi tuhaflıklar kitap çevresindeki belirsizliği artırıyor. Yayıncının sansürü rahatça atlatabilmesi genellikle Hitler’in, Jünger’in rahatsız edilmemesini istemesine bağlanıyor. Kitap aynı zamanda kendisini direnişe çekmeye çalışan muhafazakâr ordu mensuplarının ziyaretleriyle de bağlantılı. Mermer Yalıyar büyük bir sansasyon yarattı. 10 bin kopyalık ilk baskı hızla tükendi, yayınevinin kâğıt tahsisi reddedildiği için ordunun kâğıt istihkakı kullanıldı. Savaştan sonra Carl Schmitt’in, Ernst Jünger’in bu kitapla ikinci bir Pour le Mérite kazanmak istediğini belirtmesi boşuna değildi.
Kitapta kuş bakışı gözlemci tarihin dehşetini aşmak için zamanı zamansızlığa dönüştürür. Jünger bu zamansızlık ve mekânsızlık yöntemini daha sonraki Heliopolis ve Eumeswil gibi romanlarında da uygulamaya devam edecektir ve bütün bu romanlarda kahraman sonunda mekânı terk ederek yokluğa karışır.
Paris
Romanın ardından Jünger’e de orduya katılma emri geldi ve böylece 45 yaşındayken hayatındaki dünya savaşlarının ikincisi de başlıyordu. Jünger savaşı bazı Kafkasya görevlendirmeleri dışında yüzbaşı rütbesiyle işgal edilen Paris’te komutanlık personeli olarak masa başında geçirdi. Rejime mesafeli kalmakla ve olan biten pek çok şeyin şahidi olmakla yetindi. Fakat Paris’teki merkez komutanlığı aynı zamanda Hitler’e suikast düzenlemek isteyen generallerin ana üslerinden birisidir. Başarısız suikast girişiminin ardından kendi komutanları da dahil olmak üzere pek çok kişi tutuklandı ama Gestapo Jünger’e dokunmadı. Jünger’in Hitler muhalifi ordu çevreleriyle doğrudan bağlantısı olduğunu da, diğerlerinin aksine suikast girişimine karşı olduğunu da biliyoruz. Buna rağmen muhtemelen Jünger’i kollayanlar I. Dünya Savaşı’ndaki cepheden tanıdığı, üst mevkilerden kişilerdi.
Jünger, Paris'te bir Nazi subayı.
1942’de Gärten und Straßen (SW2) sansürün hışmına uğradı, Jünger’in kitapları için kâğıt tahsisi reddedildi; Jünger, yalnızca Wehrmacht çerçevesinde yayın yapmaya devam edebildi. Paris ve Kafkasya günlüklerini de kapsayan Strahlungen (SW2) gün yüzüne çıkmak için savaş sonrasını ve bu kez de müttefik sansürünün kalkmasını bekleyecektir.
Jünger için savaşın yarattığı en büyük darbe elbette ki oğlu Ernstl’in İtalya cephesindeki ölümüdür. Ernstl henüz 18’indeydi, rejim muhalifi konuşmalarından ötürü hapse atıldı ve mahkemeye gitmek üzereyken Jünger’in araya girmesiyle cezası Waffen SS’deki ceza birliklerinden birisine kaydırıldı. Jünger bir süre Ernstl’i rejimin öldürdüğüne inandı, oğlunun rejimin kurbanı olduğunu söyledi. Ama yıllar sonra aynı birlikten arkadaşları Ernstl’in gerçekten de İtalya’daki bir çatışmada öldüğünü doğruladılar.
“Sıfır yılı”
Savaş biterken Jünger kazasız belasız evine döndü ve işgal kuvvetleri tarafından çeşitli soruşturmalara uğrasa da parti üyesi olmadığı için taşrada sükûnetle yaşamaya devam etti ama aynı zamanda da Amerikan işgal bölgesinde halka açık faaliyetlerde bulunması, yayın yapması kesinlikle yasak olan 327 kişiden birisiydi. Bu durumda kitap yayınlaması da düşünülemezdi ve ismi etrafında yeni Demokratik Almanya’nın da katıldığı sert bir tartışma yürütülmekteydi.
Savaş sonrasında ülkenin kendisi gibi edebiyat da parçalanmış haldeydi ve “sıfır yılı” avangardı yürürlükteydi. Carl Zuckmayer, Alfred Döblin, Franz Werfel, Hermann Kasack, Elisabeth Langgässer, Reinhold Schneider, Wolfgang Borchert ve Heinrich Böll gibi yazarlar nispeten kolay yayın yapabilirken, Jünger edebiyat dünyasının dışındaydı. Jünger’in bu dönem için çizdiği resim bir toplama kampı atmosferiydi ve “Yeni Alman Edebiyatı” adına müstehcen, argo kelimeler içeren kitaplardan başka bir şey basılmadığından şikâyet ediyordu. Bu sıralarda sadece Paul Celan’ın şiirlerinin basılması için yürütülen kampanyaya katıldı, nihayetinde Celan’ın Mohn und Gedächtnis adlı şiir kitabı 1952’nin sonunda basılabildi.
Bu yine bir içe kapanma ve savunmaya geçme dönemidir ama Jünger 1946 yılında el altından dağıtılan üç mektupla görüşlerini paylaşmaya devam ediyordu: Briefe an die Freunde başlığı altında toplanan mektuplar bu dönemin tanığı. Bu üç mektup sadece yakın dostlara yönelik olsa da hızla dolaşıma girdi ve böylece karşıtlarının da eline geçti. Jünger bireyin makineler olmadan da, daktilo olmadan da, basın olmadan da, siyasi destek olmadan da fikirlerini yayabileceğini öne sürüyordu ve dostlarına da kopyalama ve dağıtım çağrısında bulunuyor, bir kitabı kopyalamanın, satın almaktan sonsuz derecede daha ağır basan bir eylem olduğunu söylüyordu. Jünger bu mektuplarda neredeyse sürgünde manevi bir lider gibi öğütler vermekte, yeni zamanın gereklerini vurgulamaktadır, zira Almanya’da kimse ne düşüneceğini bilemez haldedir. Jünger olanları hatırlamak istemeyen, geçmişe mazeret bulmaya çalışan pek çok kişiye dahil olmak istememekte, ülkede kalmasına rağmen tiranlara direndiğinde ısrar etmekte, taraftarlarına her tür kışkırtmadan uzak durmayı, günlük düşünce faaliyetlerine ağırlık vermeyi öğütlemekte, yardım ve destek tekliflerini reddetmekteydi.
Savaş sonrası ilk basılan kitabı Der Friede oldu (SW9. 1947). Henüz Jünger üzerindeki yayın yasağı sürmekteydi ama Katolik bir yayıncı kitabı 200 nüsha basma cesaretini gösterebildi. Der Friede gerçekte Paris döneminde, 1943’te tamamlanmış, el altından da pek çok kopyası dolaşıma açılmıştı. Kitap “Avrupa ve dünya gençliğine bir söz” alt başlığını taşıyordu ve savaşta şehit düşmüş oğluna ithaf edilmişti. Jünger’e göre son savaş, modern çağda yaşanan inanç kaybının, kitlelerin sınıf ve kan nefreti teorileriyle ayartılmasının bir ifadesi olduğu gibi insanlığın da ilk topyekûn eseridir. Alman suçluluğu da bu sapmanın bir parçasıdır; mevcut nihilizmin üstesinden ancak Hıristiyanlık ruhuyla ve federal olarak örgütlenmiş bir Avrupa ile gelinebilirdi. Burada Almanya’nın suçunun genel nihilizmin içine katılarak görelileştirildiği düşünülebilir ama aynı metinde toplama kamplarından, halkların toplu imhasından da açık biçimde söz ediyordu. Paris günlükleri gün yüzüne çıktığında Jünger’deki yeni dindar eğilim gözler önüne serilecektir. Jünger, modern silah teknolojisindeki imha silahlarının yarattığı tehdidi göz önünde bulundurarak, tüm devrimci süreçlerin barışçıl bir şekilde duracağı küresel bir dünya düzeni vizyonu geliştirmekteydi. Barışla birlikte işçi figürünün gelenekle, yaratılışla, mutlulukla ve dinle ilişkisinin ne olduğu netleşecekti.
Martin Heidegger, Werner Heisenberg ve Ernst Jünger
1949 yılının başında, yine kendisi gibi Nazilerden uzak duran okul kitabı yayıncısı Ernst Klett, Jünger ile ilişki kurdu, bir kültür dergisi için Jünger’i yazar olarak kazanmak istiyordu. Kadroya Jünger dışında Martin Heidegger, Gerhard Nebel, Werner Heisenberg ve Jünger’in kardeşi Friedrich Georg da dahil olacaktı. Dergi hayata geçemese de bu hareketlilik yeni bir açılımı işaret ediyordu, nitekim 1949’da iki kitabı birden basıldı. Bunların ilki olan yukarıda sözünü ettiğimiz Strahlungen savaş sırasında Paris döneminde kaleme alınmış dört farklı günlüğün toplu basımıdır: İki Paris günlüğü, Kafkas Notları ve Kirchhorst günlüğü. 648 sayfalık metin anlaşılabilir nedenlerle Jünger’in en çok didiklenmiş kitaplarından birisidir. Jünger mahremiyetini açan bir günlük sunmaz, her öznel eylemin genel bir şeyle, kişiyi aşan bir şeyle ilişkili olduğu, metafizik bir günlük tür bu. Böylece anlatılan tarihsel olaylar, sadece yazarın tarihsel ve felsefi yorumları çerçevesinde kendilerine verilen anlam aracılığıyla önem kazanırlar. Genelleme ve tarihsizleştirme eğilimi de sürmektedir; Nazilerden sadece Lemurlar, Moritanyalılar veya nihilistler olarak söz ediliyor, tasvir edilene zamansız, mesel benzeri özellikler veriliyor, faillerle mağdurlar sadece bir fikrin temsilcilerine dönüştürülüyordu. Aynı yıl basılan Heliopolis (SW19) başlıklı romanı da yine Mermer Yalıyar gibi zamansızlığa gömülüdür, demokratik (vali) ve aristokrat-elitist (proconsul) düzen rekabet halindedir. Jünger teknik optimizasyonun ve totaliter gözetimin insanlık dışı sonuçlarını somut bir siyasi model önermeden göstermektedir. Romanın yazıldığı sıralarda Almanya’da yeni yeni oluşmaya başlayan demokratik bir anayasal devlet henüz Jünger’in görüş alanına girmez. Yakın çevresinin bile kitabı pek sıcak karşılamadığını burada belirtmiş olalım. Genel kanı Heliopolis’in Strahlungen’in çok gerisinde kaldığıdır.
Orman gezgini
Jünger savaş sonrasında ilk kez Mayıs 1950’de Fransa’ya, Paris ve Antibes’e gitti. Bunlar özellikle Fransa ve İtalya’ya yapılan sayısız gezinin başlangıcıdır. Yavaş yavaş yayınlanan seyahat günlükleri böylece ortaya çıkmaya başladı. Tüm bu geziler, Jünger’in zevkine göre artık fazlasıyla Amerikanlaşan Almanya’dan kaçış gibi görünüyor.
Bu arada Jünger, Heidegger ile yeniden ilişkilendi ama Heidegger 1946 tarihli Hümanizm Üzerine Bir Mektup’ta dolaylı olarak Jünger’i Nietzsche’nin metafizik kavramına bağlı kalmakla itham etmektedir. Yine de iki düşünür arasındaki ilk gerçek buluşma 1948 sonbaharında, yayıncı Vittorio Klostermann’ın arabuluculuğu ile gerçekleşti. Bunu da Jünger’in Über die Linie’in (SW9) 60. doğum günü münasebetiyle Heidegger’e adanması izledi. Jünger kitapta tüm yaşamın teknoloji yoluyla genel düzenlenmesi üzerinde duruyor, nihilizmin dünyayı sayılarla çözdüğünü, insanı uzayı fethetmeye ve hızlanmaya iten bir içsel boşluk yarattığını söylüyordu. Tarihsel olarak güçlü siyasetin yokluğu nihilizmin bir özelliğidir. Sadece dünyayı değiştirmek isteyen bir politikanın tarihî itibarı vardır. Tarih sonrası zihniyet Avrupa’nın çehresini belirlediği sürece, nihilizme verilecek tek cevap, bireyin orman gezgininin varlığına geri çekilmesidir. Heidegger’in cevabı ise nihilizm çizgisini geçmenin imkânsızlığıdır, zira nihilizm dışsal bir fenomen değildir, modern dünyada insan pratiğinin içindedir. Über die Linie ile birlikte Jünger’in metafiziğini yeni bir temele oturtmaya başladığını da görmeye başlıyoruz. 1950’lerin başlangıcı Jünger için bu anlamda yeni bir dönemeci işaret eder.
1951 tarihli Der Waldgang’da (SW9) ise hedef Federal Almanya’da ortaya çıkan liberal refah devletiydi; yazar bireyden teknokrasiye ve plebisiter demokrasinin sözde özgürlüğüne direnmesini isterken kitle diktatörlüğü ile parlamenter demokrasi arasındaki farkları da epeyce bulanıklaştırıyor. Jünger’e göre zamanın nihilist belirtileri arasında tekniğin baskınlığı ve metafiziğin kaybı yer almaktaydı. Artık örnek figür, insani bir ilkenin temsilcisi rolünü sırtlanan orman gezginidir ve bu bir anlamda Jünger’deki gözlerden uzak kalma eğiliminin tezahüründen daha fazlasıdır.
Asker ve işçi figürleri birbirlerine aitken, orman gezgini başından beri teknik dünyanın bir muhalifidir, ölçülemez ve ulaşılamazdır. Araçsal aklın nihilizmi doğada ve insanda, tamamen hareketli hale getirilmesi gereken bir kinetik enerji deposundan başka hiçbir şeyi tanıyamaz. Tüm kaynakların tüketimci bir şekilde sömürülmesine yönelik bu küresel eğilime direniş bir zorunluluktur. Jünger’in anlayışı Max Stirner’inkine benzetilebilir ve orman aynı zamanda zamanın ruhunun sınırlarının ötesinde düşünmek için bir şifredir. Başlangıçta bir şehir gerillası el kitabı gibi okunmaya başlanan metin, entelektüel direnişin ontolojik koşulları üzerine felsefi bir söyleme doğru genişleyerek sabotaj, askerî savunma stratejileri gibi direniş biçimlerinin çağrışımlarına döner. Burada Jünger artık Stirner gibi bireyci anarşist bir manifesto açıklamaktadır.
Jünger, 1953’te Der gordische Knoten (SW9) adlı makalesiyle, Avrupa ve Asya’yı iki temel insan tutumunun göstergeleri olarak yan yana getirerek, Soğuk Savaş’ın ortasında Doğu ve Batı arasında arabuluculuk yapmaya çalışır. İki kültürel alanın karşılıklı meydan okuması ve nüfuzu sürekliliktir ve Jünger için bir dünya devletinin yaratılması giderek artan bir zorunluluktur.
Bu dönem Jünger’de bir üretkenlik infilakı yaşandığını söyleyebiliriz. En güzel düzyazı parçalarından biri olan Die Eberjagd (SW18) adlı hikâyesi de, Das Sanduhrbuch da arka arkaya yayınlandı. Mayıs 1954’te ilk kez Sardunya’ya gitti, ardından da 1957’de Gläserne Bienen (SW18) / Cam Arılar (çev. Mert Moralı, Jaguar Kitap, 2019) basıldı.
Bu aşamada Hermann Hesse’nin de takdirini kazanan An der Zeitmauer (SW10) başlıklı makaleden söz etmek şart. Hesse’nin “cehennem” olarak tanımladığı ekolojik felaket, Jünger’e temel bir değişime yol açacak yaratıcı bir yıkım olarak görünmektedir. Jünger’in felakete bakışı bugün de yüz yüze olduğumuz sorunların hiçbirini es geçmemektedir: Nüfus patlaması, iklim değişikliği, kaynakların israfı, nükleer enerji ve genetik manipülasyon. Jünger’e göre sadece ekolojik koşullar değil, biyolojik koşullar da değişmektedir. Genetik mühendisliği deneyleri ve yapay döllenmenin de kanıtladığı gibi insanlar kendi evrimlerine giderek daha kararlı bir şekilde müdahale etmekteler; üstelik bu sürecin henüz başındayız. İnsan bir yandan bu gelişmenin öznesiyse, diğer yandan da dünya devriminin bir nesnesi olmalıdır. Arkadan gelen Weltstaat (SW9) başlıklı makaleyle Jünger, Zeitmauer’de tarihsel insanın zamanının dolduğu tezini yeniden ele alıyor. Artık siyasi ütopya sadece belirsiz bir şekilde adlandırılan gezegen çapında bir yönetim, bir dünya devletidir.
Ancak şimdiki zamanda insan maddi güçlerin insafına ve küresel akışa terk edilmiştir. Savaş ve barış, gelenek ve sınırlar gibi tarihsel kategorilerin ortadan kalkmasıyla siyaset artık deneysel bir aşamaya girer ve artık insan türü bile sorgulanır. Jünger özgür iradenin yerine, hayvanlar âleminden tanıdığımız karınca kolonilerini andırır mükemmel düzenlerin oluşumu içgüdüsünün ortaya çıkmasından endişe ettiği gibi, atom çağında insani özün korunabileceği konusunda da kuşkucu görünüyor. Denemede “anark”ın bağımsızlığa susamışlığının mı yoksa yeryüzünün iradesinin yasası olan kadere olan inancın mı galip geleceği havadadır. Elbette Jünger bu düşünceleri tarih dışı bir ortamda üretmiyordu. Kasım 1958’de Kruşçev’in Berlin ültimatomuyla dünya savaşın eşiğindeyken Fransa ilk kez nükleer deneme yapıyor ve Sovyetler ilk insanlı uzay uçuşuna başlamak üzere. ABD, SSCB ve Büyük Britanya, muazzam bir dehşet cephaneliğine sahipler: Hidrojen bombaları, taktik ve stratejik nükleer silahlar, kimyasal ve bakteriyolojik silahlar insanlığı tehdit ediyor.
Jünger’in yukarıda andığımız dört denemeyle metafizik arayışını büyük ölçüde tamamladığını söyleyebiliriz. Modernite anlayışının belirsizliği Jünger’in hem ekolojik olarak duyarlı bir anti-modernist ve hem de metafizik bir kaderci olarak görülmesine izin verir. Korku, kıyamet tehditleri karşısında kaldığımızda bizi ele geçirmemelidir.
“Stereoskopi”
Böcekler hakkında bir kitap olan Subtile Jagden (SW12) 1967’de yayınlandığında ayın kitabı seçildi. Heidegger otobiyografi, seyahat günlüğü ve doğa felsefesi bileşimini, Der Arbeiter ile birlikte Jünger’in en başarılı kitabı olarak değerlendirir. Heidegger teknolojinin modern dünyada varolmanın en belirgin özelliği olduğunu ama insanın aynı zamanda gerçek özlerini göstersinler diye şeyleri kendilerinden dışarı çıkarma yetisine de sahip olduğunu söylüyordu. Bu düşünce, teknolojik “çerçeve”nin yarattığı kaderden bir çıkışa da işaret etmektedir. Zira “Stereoskopi”, ebedi olanın şimdiki zamanda, zamana bağlı olarak görselleştirilmesidir ve bu da Heidegger’in şeylerin saf sezgide kendilerinden ortaya çıkmasına izin verme fikriyle akraba sayılabilir. Jünger bu deneyimi şaşırtıcı bir yolla belgeliyordu; ismini iki düzine kadar kınkanatlı, salyangoz, sporlu hayvan ve kelebeğe koysa da kendisini bir entomolog olarak görmüyordu ve türlerin gelişimine yaklaşımı da Platonculuktan etkileniyordu. Yani ideadan, arketipten adım adım uzaklaşmayı kast ediyoruz. Zaten Jünger’in düşünce dünyasının kaynaklarından birisi de Platonculuk. Onun için doğanın keşfi daima tüm fenomenlerin kaynağına, ayrılıp çoğalmamış olana da bir yolculuktu. Buradan da yine kaynak ve algılanan meselesine geliriz. Algılanan daima zamanın akışından kopartılır ve dondurulur, yani zaman dışı kılınır. Burada da yine “Stereoskopi”ye geliyoruz. Yani kaynağı optik bir yöntemle bir anlığına algılamaya, deneyimin ötesine geriye doğru sıçramaya.
Böcek kitabını izleyen Annäherungen (SW13) daha da şaşırtıcı bir konuya odaklanıyor: Uyuşturucu deneyimi. Aslına bakılırsa Jünger tâ Berlin zamanlarından beri farklı uzmanlarla çeşitli uyuşturucuları deniyor, bunların yarattığı ruh halleri üzerine notlar alıyordu. Bilindiği gibi uyuşturucu deneyimi üzerine kaleme alınan denemeler 1920’ler Avrupası’nda gözde bir konuydu. Jünger 75 yaşına bastığında bu konudaki notlarını paylaşmaktadır. Uyuşturucu deneyimi yaşamın temellerini sarsmakta ve biraz önce andığımız kaynağa sıçrayışın bir aracı olmaktadır. 500 sayfalık kitap uyuşturucu kullanıcısının deneyimlerinden çok Zeitmauer ve Über die Linie’nin devamıdır. Jünger eter, esrar, kokain, meskalin ve LSD ile kendi deneyimlerini aktarıyor ve burada De Quincey, Baudelaire ve Huxley geleneğinin izini sürerek bağımlılık ihtiyacını modern insanın artan aşkınlık ihtiyacının bir işareti olarak yorumluyor. Annäherungen’in genel teması zamanın üstesinden gelmektir, ama aynı zamanda sarhoşluğun verdiği gibi, anda yoğunlaşmaktır. Esrime kendini anlatmakta güçlük çektiğinden, Jünger geçişler üzerinde yoğunlaşıyor ve kriz sanatçılarına gönderme yapıyor. Romantik zamandan uzaya kaçar, empresyonist zamanı durdurmak için mekânı sıvılaştırır, sürrealist ise birbirine ait olmayan görüntüleri senkronize ederek onu sallar. Hepsinin ortak noktası, zamanın gücünü kırmak, hızlanmak, şeyleşmeye sanatçının özerkliğiyle karşı koyma çabasıdır.
1973’de Jünger Die Zwille (SW21) ile çocukluk travmalarına döner. Düşünmeye yatkın Clamor ile atak Teo’nun yatılı okul hikâyesinde Wilhelm toplumunun, altüst oluşlarının ve parçalanma fenomenlerinin ahlaki bir resmi çizilir. Zwille Kuzey Almancada sapanın çift çatalı anlamına geliyor. Bu anlamda Clamor ile Teo’yu temsil ediyor ve kişiliğinin bölünmelerine vurgu yapıyor.
Ardından tam da 1976’da Demokratik Almanya’da yaşayan ağabeyinin öldüğü yıl Eumeswil (SW20. çev. Süheyla Kaya, Jaguar Kitap, 2021) yayınlanır. Yine belirsiz, zamansız ama kasvetli bir gelecekteyiz ve Jünger yine kendini nesnelleştirme yoluyla koşullardan sıyrılmaya çalışmaktadır. Eumeswil, Jünger’in 81 yaşında hayatını ve III. Reich’deki hayatta kalma stratejisini tartışan bir kitap olarak da değerlendirilebilir.[4]
Ekolojik kriz çağı
1980’lerin başında günlükler dizisi Siebzig verweht’ın ilk iki cildi yayınladığında ekolojik kriz dünya gündeminde görünür olmaya başlamakta, post-modernizm tartışmaları hararetlenmekte, Almanya’da yeşiller hareketi güçlenmekte ve Helmut Schmidt gücünü yitirmektedir. Modernizmin insanlığı nereye götürdüğü de enine boyuna tartışılmaktadır. Hissedilen küreselleşme çağı ve “tarihin sonu” fikri kafaları karıştırmaya başlamıştır. Jünger ise uzun yaşamanın avantajlarından birinin tarihsel süreçleri kuş bakışı gözlemleyebilmek olduğunu vurgulayarak, doğal olanın otokratik özneye tabi kılınışının en nihayetinde körü körüne nesnelliğe, yani doğalın egemenliğine varacağı gibi radikal bir sonuca ulaşıyordu: Bu bir felaket değil, akışın doğal sonucudur, insan türünün Jünger’in pek sevdiği böcekler dünyasından daha yüksek bir değeri yoktur…
Bu arada 1960’lı yıllardan itibaren Almanya’da kamusal olarak itibarının iade edilmesine, görünürlüğünün artmasına yönelik aldığı her ödülün, her onurlandırmanın, her önemli siyasi kişiliğin ziyaretinin pek çok tartışmayı ve protestoyu da beraberinde getirdiğini eklemeden yapamayız. “Weimar Cumhuriyeti’nin mezar kazıcısı” suçlaması ve 1920’lerdeki yazılarının yarattığı öfke sonuna kadar peşini bırakmadı. 1968 dalgası yatıştığında bu kez de ‘80’lerde Yeşiller’in kara listesindeydi. Almanya Başbakanı Kohl’un kendisini ziyaretinde, ziyaretin resmî değil şahsi olduğunu söylemesi böyle bir ortamın sonucudur.
1983’te nihayet Toplu Eserler’in 18 ciltlik baskısı tamamlanırken (bu ciltlere Siebzig verweht’ın dört cildi de eklendiğinde Toplu Eserler 22 ciltte tamamlandı) Jünger bu sefer de okurları Eine gefährliche Begegnung(SW21) başlıklı polisiye romanıyla şaşırtıyordu (kitap 1985 yılında çok satanlar listesine de girdi); onu da Aladins Problem (SW21) / Alaaddin’in Problemi (çev. Süheyla Kaya, Kırmızı Yayınları, 2010) izliyordu. Alaaddin’in Problemi’nin kahramanı da “Eumeswil”in anlatıcısı gibi bir “anark”tır.
Dünya yine değişiyor
Bu sıralarda Sovyetler Birliği çözülmekte ve sıra Demokratik Almanya’ya gelmektedir. Aslında Jünger SSCB’nin çöküşünü 1959’daki An der Zeitmauer’de bile öngörebiliyordu. Dünya devletine giden yolda, iki büyük imparatorluktan biri, aşırı zorlama, yani yaşam standardı pahasına aşırı silahlanma nedeniyle yol kenarına yığılacaktı. Demokratik Almanya’nın sonuna dair bir öngörüyü 1977’de basılan Eumeswil’de bile bulabiliriz. Belki de bunlar öngörüden çok bir arzuyu betimlemektedirler ve bu anlamda da siyasetçilerin ve medyanın Almanya’nın yeniden birleşmesi konusundaki karamsarlığını hiçbir şekilde paylaşmayışı eşyanın tabiatına uygundur.
O artık Die Schere (SW16) gibi yazılarında zaman, rüya, ara hayaller dünyası, kader ve ölüm konularında gezinmektedir. Yani içkinlik, aşkınlık, zaman ve zamansızlık gibi konularda. Özgürlük aslında sadece hayatın karanlık tarafındaki bir rüyadadır ve ihtimallerin bolluğu aktüelin kuraklığında kaybolur. Jünger acıyı kabullenen “İşçi”den acının ortadan kaldırılmasına ulaşır. Jünger yine kavramlardan çok sezgiye, ideolojilerden çok deneyime güvenmektedir.
Siebzig verweht’in üçüncü cildi Almanya’nın yakın tarihine yoğunlaşıyor; kitabın gördüğü ilgi bu anlamda şaşırtıcı olmadığı gibi, hayranlarının ödemeye hazır olmaları gereken bedel de bir kere daha siyasi öngörülemezlikti. Jünger bir yandan geçmişi yeniden değerlendiriyor ama öbür taraftan da kendini haklı çıkartma fırsatını kaçırmıyor ve günümüzde siyasi manevra alanının daralışını yeniden vurguluyor. Siyasi katılımın bu temel reddinin gerçek nedeninin, Jünger’in yirmili ve otuzlu yıllardaki siyasetle ilgili kişisel deneyiminde yattığını düşünebiliriz. Jünger’in “ulusal devrim” bayrağının ardındaki yürüyüşü umulan hedefe götürmediği için, siyaset onun için geri dönülmez bir şekilde gözden düşmüştü. Jünger eylemden şiirin özerk alanına, saf sezgiye sıçrıyordu. Trajedide suç insandan çok tanrılarda ve kaderde aranır.
Siebzig verweht’in dördüncü cildi hazırlanırken Jünger sanat anlayışından, kültürün aşkınlık olmadan yapamayacağından dem vurarak hayatındaki üç kişiyi yeniden vurgular: Hölderlin, Schopenhauer ve Nietzsche.
Son zamanlarında sabahları daha uzun uyur ve soğuk banyolara devam eder. Karla kaplı ormandaki uzun yürüyüşlerde bazen kaybolur ve hava karardıktan sonra geri döner. Bu yürüyüşlere yorulmadan yansıtılan konular her zaman aynıdır: Nietzsche’nin üst insanı ve devlerin dünyası, jeolojik tarih ve maneviyat; Oswald Spengler, Charles Darwin, Victor Hugo, Paul Léautaud’dan hatıraları okumak
Ekim 1994’te Wilflingen’de yapılan bir söyleşide, 99 yaşındaki Jünger modern dünyanın doğasında var olan yıkıcı boyuttan söz ediyor, her şeyin altüst olacağına dair kıyamet vaazlarına devam ediyordu. Ozon deliği ve reaktör kazalarıyla dünyanın felakete giden bir yolda olduğu fikrini onaylamasına rağmen yeryüzünün en sonunda yeşile bürüneceğini, kendini onaracağını iddia ediyordu. 21. yüzyılda nükleer savaş olmayacağı, onun yerini birçok küçük bölgesel savaşın alacağı da öngörüleri arasındaydı.
Jünger 1998’de öldüğünde dinî tören Wilflingen’deki Katolik kilise tarafından icra edildi, bu tören sadece yerel Katolik cemaatin artık hemşerileri sayılan birisine saygılarıyla sınırlı değildi. Jünger 1996’da Katolik olmuştu. Onun teolojik zihni uzun zamandır fedakârlık ve değişimin Katolik gizemine odaklanmıştı. Paris günlüklerinden bu yana süren eğilim nihayete ermişti.
Akvaryum
Jünger hayatımızın hataların toplamından oluşan anlamlı bir eğri olarak da görülebileceğini yazmıştı, belki kendi hayatını düşünüyordu. Bugün bütün bu hayat ve anlatılanlar bize çok uzak bir geçmişe ait gibi geliyor, oysa Jünger’in ölümünün üzerinden sadece 24 yıl geçti. Öbür yandan iklim krizi, genetik deneylerin sonuçları, kaynakların tükenmesi gibi kıyamet ufkuna dahil olayların tam da ortasındayız. Jünger bir keresinde satranç tahtası devrilmek üzereyken bir sonraki hamleyi düşünmenin bir anlamı olmadığını söylemişti. Gerçeğe ulaşılmak isteniyorsa onu geride bırakmak gerektiğini, zamansız olanın bize yabancı olmadığını, ondan gelip ona gittiğimizi, kaybolmayan tek eşyamız olduğunu ve bize daima eşlik ettiğini de söylemişti: “Acı çektiğimizde üzerimize gölgesi düşer, ışığı değdiğinde bize hayat verir.” Belki yazıyı ölümünün ardından Frank Schirrmacher’in Frankfurter Allgemeine Zeitung’da söyledikleriyle bitirmeliyiz:
“Ernst Jünger’in eserine kendisinin öğrettiği bakışla yaklaşın: Soğuk, hareketsiz, belki de acımasız. Dostça değil ve bir mesaj da değil. Bazı şeyler zamana dayanamaz. Ama bu yüzyıl bizden on dokuzuncu yüzyıl kadar uzak olduğunda, Ernst Jünger’in eseri ışıklı bir akvaryuma bakmak gibi olacak; arkasında ölümün durduğu bir dünyanın görüntüsü.”
•
NOTLAR:
[1] Helmut Lethen, Soğuk Temas – İki Savaş Arasında Almanya’da Yaşama Deneyleri ve Mesafe Kültürü, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2017.
[2] Ernst von Salomon’un Soruşturma isimli kitabı 2006’da YKY’den basıldı. Bütün bu dönemi anlatan son derece ilginç bir tanıklık.
[3] Heidegger’in Jünger’in düşüncesini nasıl içselleştirdiğine dair bir analiz için Michael E. Zimmerman’ın Heidegger: Moderniteyle Hesaplaşma adlı çalışmasına bakılabilir. (çev. Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları, 2011)
[4] Ömer F. Oyal, "Her şeyden sonra: Ernst Jünger’in Eumeswil’i", K24.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
Schwilk, Heimo; Ernst Jünger-Ein Jahrhundertleben, Klett‐Cotta, 2014.
Kiesel, Helmuth; Ernst Jünger-Die Biographie, Siedler, 2007.
Jünger, Ernst; Sämtliche Werke, Klett-Cotta, 1978-2003.
Jünger, Ernst; Çelik Fırtınalarında, çev. Tevfik Turan, Jaguar Kitap, 2019.
Jünger, Ernst; Mermer Yalıyar, çev. Ersel Kayaoğlu, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019.
Jünger, Ernst; Eumeswil, çev. Süheyla Kaya, Jaguar Kitap, 2021.
Jünger, Ernst; Alaaddin’in Problemi, çev. Süheyla Kaya, Kırmızı Yayınları, 2010.
Jünger, Ernst; Cam Arılar, çev. Mert Moralı, Jaguar Kitap, 2019.
GİRİŞ RESMİ:
Sargent, John Singer, Gassed. 1919.