Naomi Klein, İşte Bu Her Şeyi Değiştirir kitabında yoksulluğun hiyerarşik durumunun beyaz kulelerde oturanları susuz bir dünyada koruyamayacağını iddia ediyor
07 Mayıs 2015 20:00
“Yoksulluk hiyerarşik, hava kirliliği demokratiktir” diyen Ulrich Beck’i kaybedeli birkaç ay oldu; ama sanıyorum ki kendisinin bu sözünde küçük bir oynama yaparak başlamakta fayda var. Çünkü demokratik olan şey artık yoksul zengin çatışmasına da derinden etki eden iklim krizimiz. Zira iklim denince dünyada akla gelen ilk isimlerden olan Naomi Klein yoksulluğun hiyerarşik durumunun beyaz kulelerde oturanları susuz bir dünyada korumayacağını iddia ediyor ve bu iddiasını hayli kallavi bir kitapla temellendiriyor. Agora Kitaplığı tarafından yayımlanan ve Osman Akınhay tarafından çevrilen İşte Bu Her Şeyi Değiştirir çağının en parlak gazetecilik dili ve yöntemleriyle hazırlanmış bir kitap diyebiliriz. Bundan önceki referans çalışmaları diyebileceğimiz No Logo ve Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi ile hem küreselleşme karşıtı hareketin gündem belirleyicilerinden biri olan hem de neoliberalizmin ateşli karşıtlarından biri olduğunu kanıtlayan Klein, bu kitapla iddiasını pesimist ama yaratıcı bir noktaya taşıyor.
Kitap muhteşem bir sahne ile başlıyor: Dünyanın siyasi nabzının en yoğun şekilde attığı noktada, Washington’da bir havaalanında, sıcaklıktan tekerlekleri asfalta batan ve kalkamayan bir uçağı anlatarak. Bu uçağın kalkması için yolcuların inmesi yetmiyor. Bavulların tahliyesi de. Üç saat rötarla kalkan uçak, belki de dünyanın nabzının attığı yerden bir başka yere çok önemli insanları taşıyor; ama business class’ın havalı yolcuları da ekonomik sınıfın yolcuları da (kim bilir belki aralarında Alexis Tsipras da vardır) o üç saat boyunca beklemek zorundalar. Çünkü karşı çıkamayacakları bir şeyle savaşıyorlar. İklimle.
Peki, bu savaşı kim başlattı? Klein’in cevabı aslında Der Spiegel’deki röportajında* anlattığı kadar dürüst ve açık: 1990’larda neoliberalizmin doğum sancılarıyla ve ‘tarihin sonu’ safsatasıyla birlikte %1 artış göstermekte olan emisyonlar, 2000’lerle birlikte % 3,4 yıllık artış ortalamasına ulaştı. Neon ışıklı büyük dükkanlara giriyor, tüketiyor ve buna katkıda bulunuyoruz. Hatta kullandığımız yeni medya araçları, Twitter’a yolladığımız bir fotoğraf ve hatta benim bu yazıyı yazma sürecim dahi öyle ya da böyle emisyonların artmasına hizmet ediyor.
Sovyetler’in çöküşü sonrası ortaya çıkan viktoryenizm aslında büyük bir yenilgi alıyor; ama biz örneğin geçtiğimiz Mart ayının bir önceki yıllara göre ortalama 2 derece daha sıcak geçtiği gibi şeyleri ya da mevsimler arasındaki iş bölümündeki keskin değişiklikleri kafamızda normalleştiriyoruz. Klein’in kitabı ise bu keskin değişikliklerin çok; ama çok önemli şeyler ifade ettiğini; ama bunun karşısına gerçek bir kalkışma koyulmadığı sürece normalleştirileceği, birilerince içe sindirileceği yönünde.
Peki Klein’in bahsettiği “normalleşme” neyin normalleşmesi? Yaşadığımız bu kriz kimin krizi? Elbette mesele iklim; ama bugüne dek normalleşme kelimesinin tarihine bir yolculuk yaptığında Klein köleliğin ilgası hareketi fiilen kriz yaratana kadar köleliğin kriz olarak görülmediğini hatta siyaset bilimine bakıldığında tarihe geçen önemli değişimlerin ancak ve ancak belirli hareketlerin keskin yükselişleriyle mümkün olduğu tezine dayandırıyor görüşlerini. Buradaki varsayımında haklı. Örneğin Türkiye’de Kürtlerin siyaset yapma ya da mücadele etme biçimleri görünür olmadan önce Kürt varlığına ilişkin inkâr politikaları nasıl kendini idame ettirebildiyse aslına bakarsanız iklim aktivistlerinin ciddi ve sistematik bir görünürlük ve etki yaratmadığı ortamda da emisyon seviyeleri artmaya ve siyasetçiler imajlarına hizmet etmesi için bazı tutulmayacak vaatler vermeye devam edecekler.
İşte kitabın tam başında kitabın siyasi iddiası böyle anlatılıyor: Klein eski kitabı Şok Doktrini’nde devletin ve sermayenin tekelinde olan şok kavramını karşı- hegemonik bir alana taşıyarak yapıyor ve bunu “halkın uygulayacağı şok” olarak tanımlıyor. Bugüne dek elit nüfus segmentlerinin kendi çıkarları için şok durumlarında stratejiler uygulayarak elde ettiği kazanımların eleştirisini yapan Klein, bir karşı- şok öneriyor. Bu gayet Gramscivari bir söylem her ne kadar Gramsci’nin doğrudan adıyla ya da doğrultusunda önerilmese de.
Klein hepimizi bir gerçeklikle ilgili uyarıyor. Felaket kapitalizmi iklim değişikliğini de kullanmaya hazır. ABD’li silah şirketlerinin yayınladığı raporlarda iklim değişikliğinin yeni istihdam alanları ve yatırım alanları açacağına ilişkin tespite yer veriyor ve ekliyor: Burada kastedilen şirketin ilgilendiği güvenlik ve asayiş alanında oluşabilecek yatırım ve istihdam alanları. Aklınıza Su Dünyası filmi ya da onlarca distopya filmi gelmiş olabilir. Ama birçok silah şirketinin gelecek projeksiyonlarında böyle bir ihtimale yer vermesi dahi yeterince ürkütücü değil mi?
Peki, bu ürkütücülük ve üstümüzde uçan felaket kapitalizminin anlı şanlı akbabaları üstümüzde bu riyakarlıkla gezinirken ne yapmalıyız ya da daha da önemlisi şu anda yapacaklarımız ne kadar etkili olabilir. Klein’ın kitabı bir “umut kitabı” değil. Zaten daha kitap çıkmadan verdiği söyleşilerde de dile getirdiği bir şey vardı: Artık “ya yaparsın ya da ölürsün” noktasındayız. Bu nokta iklim krizine karşı gerçekçi yaptırımların hızla ortaya koyulmasına ilişkin bir ihtiyacın zirve noktası. Peki, Klein dünyada böyle bir siyasi iradenin var olduğunu ve buna umut bağlanabileceğini düşünüyor mu? Belli ki hayır. Onlarca yıldır süren iklim zirvelerinde ve hatta “umut lideri Obama” dönemindeki politikalara baktığımızda Klein’a göre çöpe gitmiş bir dönemden geçmiş durumdayız.
Hayatlarımızla ilgili iklim krizlerinde yapılan müzakereler, şık topuklu ayakkabılar ve ceketler arasında geçen uzun ama sonuca varmayan konuşmalar aslında bugün dünyayı değiştirmek için sokakta olan insanların yaşı kadar zamandır sürüyor. Neoliberalizm kendi yarattığı iklim kriziyle yapay bir düzlemde de olsa ilgileniyor. Peki biz bu krizden ne kadar sorumlu ve bununla ne kadar ilgiliyiz?
Klein, Marshall planı ya da Birleşmiş Milletler’in çok radikal silahlı müdahale kararları kadar dramatik ve kapsayıcı bir kararın gerekliliğine vurgu yapıyor. Tarihsel olarak petrol temelli enerji üretim politikalarına karşı çıkıyor ve rüzgar gibi yenilebilir kaynaklara karşı kapitalizmin enerji stratejisinin öne çıkarılmasına karşı tepkisini yükseltiyor ve sözü tekrar zurnanın zırt dediği yere getiriyor: Kapitalizme. Ona göre insanların son hızla bu çelik duvara doğru kolektif bir kül oluş sonucuna rağmen ilerlemelerinin sebebi çok açık. İçselleştirdikleri kapitalist ilkelerle gerçek bağlamda iklim karşıtı bir politika ya da yönelimin mümkün olmaması ve piyasa mantığının kamu politikalarının uygulanmasında iklim konusundaki en belirgin çözüm yöntemlerinin sapkın ilan edilmesi. Bu adeta epilepsi krizi yaşayan kadınların cadı diye öldürüldüğü bir ortaçağ karanlığını andırıyor denebilir. Bilmemekten ziyade, bir hegemonik sürerlilik için ortaya çıkarılan bir iktidar refleksi bu. Çözümden uzaklaşıp krize yaklaşmayı çıkarları bakımından politika belirlemiş durumda. Dahası bu pragmatist yaklaşımlar o kadar güçlüler ki gideceğe de benzemiyorlar.
Yine de Klein umudunu tamamen kaybetmiş değil. Örneğin Çin ve ABD’nin yaptıkları anlaşmadan bahsederken ya da Obama’nın “insanlarımız sokaklarda protesto ediyorlar, bu önemli bir şey” cümlelerinde bir umut buluyor; ama bu umuda kendini kaptırmıyor. 90’lardan bu yana gelen on yıllarda büyük bir fırsatı kaçırdığımızı söylüyor ve artık parçalı tercihlere dayalı bir iklim çözümünün mümkün olmadığını bildiriyor. Ona göre radikal değişiklikler olmadıkça o tren çoktan kaçmış durumda.
Her toplumsal gerçeklikteki gibi Klein’ın da bu konudaki ilk önerisi inkâr ve yüzleşme. Bu adımların nasıl atılacağından çok ne zaman atılacağını da önemsemeliyiz diyor. Boğucu finans piyasalarının köktenci yapılarından kurtulmamız gerektiğini söylüyor ve bunu büyük bir cesaretle söylüyor. Bu tüm dünyaya yapılabilecek radikal bir öneri. Hatta oldukça radikal. Zira birçok firmanın ‘evanjelistleri’ dünya üstünde iklim evanjelistlerinden çok daha popüler ve haber değeri taşıyan karakterler. Ama şu kesin: İklim değişikliği diyenler çok daha “tehlikeliler.” Zaten Klein da “Sağ haklı” diyerek daha ilk bölümden bunu doğruluyor. Kurallara bağlanmış tüketim alışkanlıklarına, kapitalizmin birey üstünde yarattığı o sonsuz prese değinirken, genç aktivistlerin reddiyelerinden örnekler taşıyor. Bunlar sisteme dair son derece cesur reddiyeler.
Ama bu reddiyeler kadar büyük başka reddiyeler de söz konusu ediliyor kitaplar. Bunlar küresel sermaye gruplarının inkar lobilerinin iklim krizinin aslında var olmadığını söylemeye yeminli kurumlarının söylemleri. Kitabın bu tür bölümleri küresel piyasayı ve özellikle de ABD piyasasını iyi bilmeyenler için biraz yabancı olabilir; ama verilen bilgiler, ABD’de çok yaygın olan vakıfların ne kadar “şeytani” işlevler de üstlenebildiğini gösteriyor. Üstelik bu Türkiye’deki histerik vakıf düşmanlığından ziyade politik bir gerçekliğe işaret ediyor. Bu yeni viktoryenlerin ifşası kitabın en heyecan verici kısımlarından biri denebilir.
Özellikle de muhafazakâr blog ve köşe yazarı Jim Geraghty’nin yine felaket kapitalizmi nidalarıyla ABD ekonomisinin iklim krizinden nasıl yararlandığına ilişkin karşı argümanlar ve bu pozisyona ilişkin “canavarca” tanımı aslına bakarsanız Klein’ın durduğu yerde nasıl da militanlaştığının bir göstergesi. Sadece vakıflar ya da münferit köşe yazarları değil, medya organları da yabancı düşmanlığı, göçmen düşmanlığı, üçüncü dünya ülkelerine nefret gibi alt başlıklarda birleşerek iklim krizinin çözümlerinde bir nevi özcü çözümler önererek Beck’in ve Klein’ın kriz ve iklim krizi perspektiflerine tamamen aykırı bir fotoğraf çizmeye çalışmışlar.
Bu arada kitapta yeni- emperyalizm ya da neoliberalizm kategorileri üzerine çok ciddi malzeme bulabiliyorsunuz. Örneğin az emisyon üretip iklim değişikliğinden çok zarar görecek ülkelerin mantıklı tazminat hesaplarından, sonuçların yıkıcılığına dek birçok örnek aslına bakarsanız uluslararası sistemin pragmatist yüzünü de ifşa ediyor.
Bu dünyanın değil ama ulusların ve ekonomilerin geleceği etrafında inşa edilmiş siyasal stratejilerin yetersizliğinin ve beceriksizliğinin de ifşası aslında. Petrol zenginlerinin çevreyi kurtarma planları yaptığı ve petrolün başat enerji aktörü olduğu bir dünyada pek de şaşırtıcı bir fotoğraf değil. Zaten Klein birçok vaka analizi ile kitabına bunu taşıyor ve petrol devlerinin ironik bir şekilde çevre ve gelecekle ilgili en ses getiren sosyal sorumluluk kampanyalarına öncülük ettiğinden bahsediyor. Branson’un mucizevi çevre kurtarıcısı yakıt projesi ve bunun uyuşturucu etkisi de kitabın etkileyici hikayelerinden biri.
Klein gibi yazarlarla ilgili söylenebilecek çok şey olsa da onun ve Arundhati Roy gibi isimlerin küresel kapitalizm karşısında aldıkları tutumun değerini ölçmek hiç de zor değil. Zira onların kapsamlı sistem analizleri daima bir yerlerde acı çeken ya da ezilmekte olan insanların hayatları için bir umut ışığı olmayı amaçlıyor. Birileri Klein’ı çok geniş düşünmekle, çok genel düşünüp her şeyin suçunu sistemde aramakla suçlayabilir; ama Klein bu suçun gönüllü bir faili. Klein şunun bilincinde, feminist hareketler veya siyah özgürlük hareketlerinin 100 küsur yıllık mücadele tarihleriyle elde ettikleri şeyler ne kadar büyük olsa da bizim o kadar zamanımız yok. Ama eminim hepimizin durumun ciddiyetini kavrayabilmek için Klein’ı okuyacak zamanımız var. Evet, bu kitap çağımızın Kapital’i değil; ama en az Hardt ve Negri’nin Duyuru’su kadar geniş bir ilgi ve tartışmayı hakkediyor. Hem siyasal hem ekolojik zeminde. Bu bağlamda en azından sonuç bölümünde Klein’ın ortaya attığı iddia ve önerilerin hem siyasal partiler hem devlet zemininde, daha da önemlisi uluslararası bir sivil zeminde tartışılması şart. Tıpkı Klein’ın Martin Luther King Jr.’a başvurup bir ülke olarak herkesin köklü bir değerler devriminden geçmesi gereken sözlerine verdiği referans gibi, hem bireysel hem kolektif bir yenilenme içinde olduğumuz ortada ona göre. Zira dünyanın en ünlü ve prestijli insanlarının olduğu salona yeryüzünün içine edildi mi minvalinde bir tişörtle dalan eylemciyle Klein’ın kendini aynı safta hissettiğini unutmamamız şart. Bu kitap bizi o salondaki sessiz ama eleştirel “adamlar” değil, hem eleştirel hem hareketli insan olmaya çağırıyor. Zaten o tişörte en saygın profesörlerin bile “az çok” cevabı verdiğini hatırlatıyor Klein. Yani bu hasar tespit raporu yapılacak kıvama gelmiş, artık ancak reaktif ve radikal politikalarla çözülebilecek bir kriz. Bu kitap ise bir çağrı. Tek umabileceğimiz ise bunun o malum cevapsız “son çağrı” olmaması. Kendimiz ve tüm diğer canlılar için. Bunun yolu ise tek tek atılan adımlardan kolektif olarak atılan adımlara gidiyor. Tam da bu sebeple otonomculardan, çoklukçulara çok geniş bir siyasal perspektifler bütünü Klein’ı hayranlık ve eleştirellikle birlikte izliyor.
Klein bir “umut pazarlayıcısı” değil. Tahrir’de ya da Syntagma’daki meydanların tüm dünya için ortak bir sesle ve iradeyle inlemedikçe bir şeyi değiştiremeyeceğini görüyor. İşte bu yüzden bir umut taciri olmaktansa gerçeğin elçisi olmanın prestijini fazlasıyla hakkediyor. Karbon kayıtları ve karbon emisyonuna ilişkin uzun sayfalar süren tartışmalar ve verilerle dolu bir kitap yazmak kolay değil, hele ki böylesine umutsuz bir konuda yazmak ve böylesine umutsuz olmak. Şok Doktrini ve No Logo’yla başlayan yolculuk, kıyamet surunu üfleyen İşte Bu Her Şeyi Değiştirir ile devam ediyor. Ya kıyamet kopacak ya da yeni bir gerçeklikle başbaşa kalacağız. Umuyoruz ki Klein’ın bir sonraki kitabı kıyametin yeni yüzüyle değil de yeni gerçekliğin umutlu yönleriyle ilgili olur. Daha kitabın en başında söylendiği gibi: “Şu ya da bu yolla, her şey değişir.”