Kültürün, anlatının bir köşesinde birlikte mücadele verirken, karşımıza nice Humbaba misali engeller çıkarken, Gılgamış ile Enkidu’nun kardeşlik ve cesaret bağını simgeleyen üç katlı ip gibi kenetleniyoruz birbirimize...
02 Şubat 2017 14:06
Dede Korkut Hikâyeleri'nde, Banu Çiçek’le Bamsı Beyrek’in kavuştukları an, bana en dokunaklı gelen sahneydi. Tıpkı Odysseus hikâyesi gibi, yirmi yıla yakın kayıp olan Beyrek nihayet evine döndüğü zaman, nişanlısı inanmaz, sen o değilsin der; Beyrek bunun üzerine şarkıya başlar.
Parmağına yüzük takan ben değil miydim, seni üç kere öpen ben değil miydim, diye seslenir Banu’ya. Kız da öylece sevgilisini tanır.
Sanki Banu Çiçek’i üç kere öperek aşkını mühürlemiştir Bamsı Beyrek.
İnsan hayatında birçok şey, ezelden beri, üçlenerek mühürleniyor ve önem kazanıyor, sanki üç rakamıyla bir gerçeklik tam olarak yer ediyor hayatımızda, üç kere tekrar edilen her şey sihirli bir sahicilik kazanıyor.
K24 üçüncü yılına girerken, üç rakamının bu sihrine, simgesel önemine bakalım istedik. Ne kadar zengin bir alan olduğunu tahmin ediyorduk, ama bu kadarını ben de beklemiyordum. Ne tarafa baksam üç çıkıyor karşıma. Evren üç ayaklı bir destekle mi duruyor dedirtebilir insana.
Kadim matematikçi Pitagoras boşuna “mükemmel rakam” ilan etmemiş üçü, içinde bir tür tamamlanış barındırdığına inanıyor. Aynı şekilde, numeroloji de mükemmel rakam olarak görüyor üçü, çoğalmayı ve bereketi simgeliyor çünkü. Yaratıcılık işareti. Yaratıcı enerjinin yuvası.
Üç enerjisi gerçekten hepimizin, her insanın hemen tanıdığı bir yaşam ritmi. Bütün kültürlerde var. İçgüdüsel olarak, sezilerle derhal kavrıyoruz. Masallarda duyduğumuz, dinlerde gördüğümüz, okulda geometri dersinde üçgenleri çalışarak öğrendiğimiz, sabah-öğle-akşam döngüsüyle hayatımızda her gün kalp atışları gibi nabzını duyduğumuz bir simge. Bana sanki şamanlık inancından kalma bir büyüsü var gibi geliyor.
Carl Jung bütün dünya mitolojilerini inceledikten sonra, insanlığın içgüdüsel olarak evrensel temalara dayalı kavramlar ve imgeler yarattığı sonucuna varmıştı. “Arketip” dediği bu kavramların bir tür kolektif bilinçaltından kaynaklandığına inanıyordu.
Anima/animus adını verdiği ruhsal güç bunlardan birisiydi. Yarı insan-yarı hayvan figürlerle betimlenen bu enerji, Jung’a göre yeraltı-yerüstü-gökyüzü üçlemesi şeklinde vücut buluyordu. İnsandaki üç temel güdüyü bu şekilde tanımlamıştı: Bilinçaltımız, bilinçle harekete geçen ego’muz ve bu ikisini birleştirip bir üst aşamaya ulaşan tamamlanmış benlik. (Freud’daki id-ego-süper ego’dan farklı.)
Felsefeci Hegel’in tarihin evrilmesiyle ilgili görüşünü, biraz kabaca da olsa Marksist diyalektiğin kaynağı olarak gören tez/ anti-tez/ sentez formülünü herhalde duymamış kişi çok azdır.
Felsefî, ruhsal yahut simgesel dünyadan da önce, fizik dünyada insanın algısına cevap veren bir üç enerjisi var sanki. Burada gizemci bir arayış içinde değilim. Fizik evrenin insanla âdeta işbirliği yaptığı, bilimsel sorularına cevap verdiği bir boyut var kuşkusuz, o boyutta gözlemlenebilecek bir uyumdan söz ediyorum galiba.
Uzun atlamada atletlerin üç adımla ivme kazanmalarının bir mantığı olsa gerek. Önemli bir eyleme başlarken, yahut ortak bir eylemi eş zamanlarken üçe kadar saymamız da öyle. Mühendislikte üçgenin temel olması benzer bir mantığa dayalı sanki. Yaşadığımız binaların çoğu, üzerinden geçtiğimiz köprülerin hepsi üçgenle inşa ediliyor. Yön belirten GPS uydu sistemleri ve cep telefonlarımızın frekansları da buna dahil.
Üçle ifade edilen dengede, fizik dünyanın insan eylemleriyle kesiştiği, uyuştuğu bir nokta olduğu açık.
Numeroloji de üçe önem veriyor çünkü başka herhangi bir rakamı üçle çarptığımız zaman elde edilen sonuç ya üç ya da toplamı üçün katsayıları. Bu özellikte başka rakam yok. Simyacılar, gizemciler de bu nedenle üçü çoğaltma ilkesi saymışlar.
Matematik eğer evrenin bir soyutlaması ise, üç rakamı soyutun somutta ilk belirmesidir diyebiliriz, soyuttan somuta geçişi gösteriyor.
İnsanın simgesel dünyasındaki anlamlar da böyle üretilmiş sanki. Burada da alt yapı, üst yapı gibi bir materyalist denklem kurmak peşinde değilim. Sadece ilişkilere bakmak istiyorum, çünkü amacım sözü edebiyata, özellikle de masallara getirmek.
Simgeler dünyasında üç çok önemli. Bu sefer fizik dengelerin yanında, yaşamsal döngüler gündeme geliyor.
Ayın üç evresi var, doğan ay, büyüyen ay, eskiyen ay döngüsü. Kendi yaşantımızda gençlik, olgunluk ve yaşlılık evreleri de aynı; yahut düşünce, söz ve eylem, hatta beden, zihin ve ruh gibi üçlü döngüler bunun diğer örnekleri.
Zamanın geçmiş, şimdi ve gelecek diye ayrılması, nesnelerin üç boyutlu oluşu; genişlik, uzunluk ve yükseklik gibi ölçüler, bize dünyanın ve evrenin, insan ölçeğine uyan bir yanı olduğunu gösteriyor. Uymayan ve bilinmezlerle dolu yanı çok daha engin de olsa, bizim anlam ve eylem dünyamızı kurduğumuz alanda, üçün temel rolü kaçınılmaz.
Şamanik simgeler, dinî inançlar, hatta batıl inançlar, bu denge ve döngülerle yoğrulmuş olmalı bence.
Eskiden sadece Hristiyanlık'ta, teslis denilen, baba-oğul-kutsal ruh üçlüsü var sanırdım. Hâlbuki bütün dinlerde ve inanışlarda aynı şey sözkonusu. İslâm öncesi Arapların pagan dininde, üç tane tanrıça var. Yahudilerin Kabala inancında, erkek, kadın ve onları birleştiren evrensel akıl üçlemesi var.
Budizm'de Brahma-Vişnu-Şiva olarak aynı teslis karşımıza çıkıyor. İslâm'da Allah’ın hakkı üçtür diye bir inanış var. Tesbihin 33 boncuklu üç parçadan oluşması, Allah’ın 99 isminin üçün katı oluşu, Afrika’da üçlü ay tanrıçasına inanç, antik Yunan mitolojisinin üçlü perilerle dolu olması, hep aynı şeyi gösteriyor.
Japon şamanizmi, Çin geleneği benzer örneklerle dolu. Eski Mısır’da Tanrı Toth, “üç defa yüce” diye anılıyor; gizemci geleneğin Tanrı Hermes’ten adını alan en önemli tarikatı, Hermetik inanç, bu nedenle Tanrı’ya “trismegistus” unvanını vermiş.
Kapıyı üç kere vurmanın, bir şeyi üç defa tekrar etmenin insana verdiği tatmin ve tamamlanmışlık duygusu, üç enerjisiyle hissettiğimiz vurgu ve güç, böyle derin kökenlere dayanıyor.
Öyle sanıyorum ki, edebiyat geleneği burada en önemli damarlardan birisi. Anlatı geleneği demek belki daha doğru. Masallara bu yüzden değinmek istedim.
Sözlü gelenekte olsun, yazılı edebiyatın sonraki bütün kollarında olsun, anlatı sanatının dayandığı çok önemli bir “üç kuralı” var.
Daha önce sözünü ettiğim, hayatın ritmi ve ivmesiyle ilgili bir vurgunun dilde ortaya çıkışı da diyebiliriz üç kuralı için.
Sözlü gelenekte, en çok da masallarda, hikâyenin bazı bölümleri üç kere anlatılır. Geçenlerde Tefrika Yayınları’ndan çıkan 44 Türk Peri Masalı adlı kitabı aldım, Macar Türkolog Ignác Kúnos tarafından 19. yüzyılda derlenmiş. (Türkçesi İ. Kürşad Yalçındağ.)
“Üç Portakal Peri” gibi tipik masallar bir yana, hikâyelerde en çok dikkatimi çeken motif hep aynıydı, padişahın yaramaz oğlu, çeşmeye gelen bir yaşlı kadının testisine üç defa taş atıp kırıyor ve hep üçüncüsünde “falancaya âşık olasın” diye bir tatlı beddua alıyor.
Basit bir aylaklık veya dikkatsizlik aniden önemli bir sonuç doğuruyor; kahraman çocukluktan çıkıp yetişkinliğe adım atıyor.
“Üç kuralı” tam da bu işte, bir olayı üç defa anlatarak hikâyede gerilim yaratmak, anlatıya sürükleyicilik kazandırmak, üçüncüsünde olayın düğüm noktasına ulaşıp, gelişme aşamasına geçmek.
Kompozisyon yazan öğrencilere metnin mutlaka başlangıç, gelişme, sonuç üçlemesine bağlı kalması öğretilir, konuşmacılara daima konuyu üç bölüme ayırmaları önerilir, ama eski masallarda zaten metnin bütün akış ritmi bu üçlemelerle örülmüş.
Padişahın üç oğlundan ilk ikisi başarısız olunca üçüncü ve genelde en genç olanı bir büyüyü çözmeyi başarır, yahut kahramanımızın karşısına daima üç tane engel çıkartılır. Birinci, ikinci ve üçüncü tekrar formülünün büyük olasılıkla akılda daha kolay kaldığı için kullanıldığı, en yaygın açıklamaların başında geliyor.
Eskimoların bir, iki, çok… diye saymaları gibi. Eski insanların üçten fazla sayı saymayı bilmediği doğru mu, emin değilim. Ama anlatı geleneğinin üçlemelerle daha akılda kalıcı bir ritim sağladığı kesin. Günümüz fıkralarında bile, “rahip, imam, haham birlikte yola çıkmışlar” formülü en yaygın olanıdır. Modern komedi ve güldürü türleri de aynı formülden sık yararlanıyor kuşkusuz.
Anlatı geleneğinde gerilim yaratmanın yanı sıra, üç kuralı karakter geliştirmek ve kişileri ayrıştırmak için de kullanılıyor; Külkedisi’nin iki tane kötü üvey kızkardeşi olmasa, iyiliği ve saflığı aynı ölçüde vurgulanamayacaktı. Üç kuralı, bazı psikologlara göre, üçün ikna gücüne de dayanıyor. Üç hediye almak, üç kardeşten birisi olmak, cinlerin kahramana üç dilek şansı tanıması, önemli anlatı araçları.
Bir şey tek kere olursa, kendi başına bir olaydır. İki kere olursa, rastlantı denilebilir. Ama üç kere olunca, bir yapı belirir, örüntü görmeye başlarız, önemli bir şey cereyan edecektir, kader ağlarını örmektedir; böylece “üç kuralı” hem hikâyenin düğüm noktasını belirleyerek derinleşmesini sağlar, hem de olayların ritmi bizim için daha sürükleyici hale gelir.
Sözlü anlatıda hem masalcının hem de dinleyenlerin üç kuralı sayesinde hikâyelere daha iyi hâkim oldukları çok belli. Ama yazılı geleneğe geçildikten sonra da üç kuralının ve üçlü simgelerin aynı kuvvetle masal dünyasında devam ettiğini görüyoruz. Üç kuralı kadar derin başka nedenleri de olmalı bunun.
Grimm Kardeşlerin ölümsüz masalı Pamuk Prenses, herhalde en klasik olanı ve üç simgesine bakmak açısından en güzel örnek.
Pamuk Prenses’in annesi dikiş dikerken iğneyle parmağını deler ve kar üzerine üç damla kan düşer, daha masalın en başında.
Beyaz karın üzerinde kan kırmızısının yarattığı tezat, kraliçenin çok hoşuna gider ve kar gibi beyaz tenli, kan kırmızısı dudaklı, pencerenin çerçevesi kadar koyu siyah saçlı bir çocuk sahibi olmayı diler. Pamuk Prenses böylece hayata gelir.
Masal çözümlemede en önemli araştırmacılardan Bruno Bettelheim’a göre, burada beyazın simgelediği cinsel masumiyetle, kırmızının simgelediği cinsel arzu arasındaki tezat sözkonusu. Üç rakamı peri masallarında arzuyu simgeliyor. Çocukların cinsel arzuyla ve cinsellikle tanışması için kullanılmış bir simge. Pamuk Prenses masalında, kırmızı, beyaz ve siyah renkler de benzer bir işlev görüyor.
Âdet kanaması ve cinsellikle ilgili kanama, bu masal simgeleri sayesinde, çok korkutucu olabilecek bir gerçeği, çocuklar için kabul edilebilir bir şekle büründürüyor. Kanama olmadan doğum olmayacağını kavrıyorlar.
Bettelheim için üç simgesinin insan bilinçaltında cinsellikle ve arzuyla ilişkilendirilmesinin nedeni, erkeğin ve kadının gözle görünür üçer cinsel organa sahip olmaları. Masaldaki üç damla kanın kar üzerindeki güzelliği, endişe verici bir şeyin, kanamanın, mutlu bir şeyle, bir bebeğin doğumuyla ilişkilendirilmesi anlamına geliyor. Siyah ise, belki üzücü olayların, zorlukların, tecrübe kazanmanın simgesi.
Kötü kraliçe üvey annenin daha sonra güzelliğini kıskandığı prensesi öldürmek için üç girişimde bulunması, zehirli elma boğazına takılınca Pamuk Prenses’in öldü sanılması, üç gün tabutta bekletilmesi, sonuçta genç kızın çocuksu masumiyetten, tecrübeli yetişkin hayatına geçişinin simgeleri.
Bunu vurgulamak için, masal yazarı, Pamuk Prenses’i üç kuşun ziyaret ettiğini söylüyor: Baykuş, kuzgun ve kumru. Kuzgunun siyahıyla kumrunun beyazı, gene renklerin simgesel dünyasını açıyor okura. Baykuş ezelden beri bilgelik timsalidir, kuzgun Kuzey mitolojilerinde akıl yahut olgunlaşmış bilinç simgesidir, kumru da bütün dünya geleneklerinde aşkı, sevgiyi temsil eder.
Uyandığı zaman Pamuk Prenses’in daha olgun, daha tecrübeli, evlenmek üzere yetişkin bir genç kadın olacağını anlarız böylece. Bu üç ziyaretçi, Hristiyan geleneğinde bebek İsa’yı ziyarete gelen üç bilge adamı ve getirdikleri üç hediyeyi de anımsatır masalın okurlarına.
Üç rakamında, üç kere tekrarda insanı tatmin eden bir doğal ritim var. Vals ritmi gibi.
Bir, iki diye gidersek asker adımı marştır, üçlü adımlarla hareket edersek bir dans, bir uyum, heyecan verici bir tempo ve ritim başlar. Ve bunların sonsuz karışımıyla, hayatın tüm örüntülerini ve karmaşasını yakalarız.
Masallarda bu üç ritminin izini sürerken, bir an elim Gılgamış Destanı’na gitti; orada da aynı şeyi görecek miyim diye merak ettim ve gene üç karşıma çıkınca çok şaşırmadım, âdeta bekliyordum.
Gılgamış, şöhretini duyduğu yabanıl adam Enkidu’yu aramaya çıktığında, aşk tapınağındaki en güzel kadını onun yanına götürmelerini istiyor, Enkidu’yu evcilleştirmek için. Rahibe Şamhat ile avcı, bir kuyunun başında üç gün bekliyorlar, üçüncü günün sabahı su içmeye geliyor Enkidu ve tuzağa düşüyor. Gene cinsel arzunun simgesi çıkıyor karşımıza.
Destandaki bütün yolculuklarda, üç gün motifi var. Kardeş kadar yakın dost olan Gılgamış ve Enkidu, canavar Humbaba’yı öldürmek üzere yola çıktıklarında, üçüncü günün sonunda yüce bir dağa ulaşıyorlar. Üçüncü gün, yolda görülen üçüncü düş, öylece devam ediyor üçleme örüntüsü. Fakat sonunda, bana en dokunaklı gelen simgeye ulaşıyoruz.
Arzunun değil, arzudan bile daha kuvvetli bir şeyin simgesi bu.
Dostluğun ve dayanışmanın, birlikte tehlikeye göğüs germenin simgesi bir bakıma.
Humbaba karşısında Gılgamış’ın bir an cesareti kırılınca, Enkidu ona sesleniyor:
“Birbirine bağlanmış iki tekne kolay batmaz, kolayca kopmaz üç katlı bir ip, unuttun mu? El ele verip omuz omuza dövüşürsek, hiçbir şey olmaz bize, yürü hadi korkma.”
Yapı Kredi Yayınları’nda, Doğan Kardeş dizisinden çıkan, Bilgin Adalı’nın yayına hazırladığı, “gençler için” Gılgamış Destanı’nı okuyordum bu pasajı bulduğumda. Mustafa Delioğlu’nun resimleriyle, bence her çağdaki her kişiye verilebilecek en güzel hediyelerden birisi.
Üçlü ipin kolay kopmadığı bu dayanışma ve mücadele simgesi, bana K24’ün üçüncü yaşına basarken alabileceği en güzel armağan gibi geldi.
Kültürün, anlatının bir köşesinde birlikte mücadele verirken, karşımıza nice Humbaba misali engeller çıkarken, Gılgamış ile Enkidu’nun kardeşlik ve cesaret bağını simgeleyen üç katlı ip gibi kenetleniyoruz birbirimize, diye hayal ettim.
Televizyonun hayatımıza henüz girmek üzere olduğu bir dönemde, radyoda Eflatun Cem Güney’in masallarını dinlerdik. Masalcı baba, sonradan bir kitabına da başlık yaptığı ünlü tekerlemesiyle bitirirdi her masalını. Ben de öyle bitireyim yazımı: Gökten üç elma daha düştü. Kimin ne muradı varsa, onun başına.
Dayanışmayla, nice yıllara.