Komünizmin son nefesi

Göçmenlik bir ikiye ayrılış, geride kalan yarı olmadan bütün olabilmek mi? Mutlak transandans ve insanın tamamlayabildiği tek geçiş olan ölümün yaşarkenki provası mı?

04 Nisan 2019 10:30

Berlin Duvarı’nın yıkılışı, Sovyetler Birliği’nin dağılması, demir perdenin çökmesi, perestroyka-glasnost, Kadife Devrim… Dünyanın 90’ların başında değiştiğini sanıyorduk. Sınırlar, siyaset ve devlet kimliklerindeki fay kırıklarına tanıklık ediyor, bu tanıklıkla kendimizi önemli hissediyoruk. Sınırların geçirgenliği heyecan vericiydi. Sanki dünya denen malikânenin yıllardır kilitli olan odasının kapıları açılmıştı. Demir perdeden insanlarla tanışıyorduk, merakla anlattırıyorduk öte tarafı. Şimdi o günlere dair iki şey hatırlıyorum: Viyana Üniversitesi’nde yaz okulundayken, bölünmüş Yugoslavya’dan öğrencilerle gittiğimiz bir hafta sonu gezisinde Budapeşte’den aldığım, üzerinde “Last Breath Of Communism-Komünizmin Son Nefesi” yazan bir konserve kutusu. (Evet kapitalizm ilk fırsatta havayı pazarlamaya başlamıştı ama zekiceydi ve gülümsetiyordu, güzel bir anıydı.) Bir de İstanbul’a döndükten sonra Rus pazarından alınmış, hani şu arkasına lastikle yassı pil bağlananlardan bir radyo. Kısık sesle Kuveyt Savaşı gelişmelerini dinliyorduk, sanırım Amerikan şiiri finalindeydik ve hocamız Cem Taylan izin vermişti.

Aynı dönemde İngiltere hükümeti, işsizlik rakamlarını düşük gösterilebilsin diye, sanatçılara kendi işini kurma yardım fonu dağıtır. Tom McCarthy, Oxford Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra bu paradan yararlanarak Prag’a gider. Kadife Devrim atmosferi içinde Prag’da toplanmış farklı ülkelerden sanatçıların, bohemlerin, sanat tacirlerinin arasına karışır. Prag’da resim bölümü öğrencilerine canlı modellik yapar ve ilk romanı Boşluktakiler böyle yazılır ama ancak diğer romanı Kalan’ın başarısından sonra basılacaktır.

Boşluktakiler, yazının başında söz ettiğim günleri yaşayanların şimdilerde unuttuğu, daha genç olanlar içinse artık gündem dışı kalmış dönemi anlatıyor. Bana çok tanıdık gelen o genç, toy ve meraklı, “değişimin heyecanlı tanığı” hissi var romanda. Mümkün olduğu kadar çok farklı kültürden insan tanıma hevesi ve baş dönmesi bir de. Ancak ilk roman olsa bile toy olmayan ve romanı tarihî bir metinden felsefe metnine taşıyan özelliği, Tom McCarthy’nin, “göçmen olma hâlini” postmodern benliğin kendi kopyasıyla karşılaşması olarak kurgulaması.

Kadife Devrim’in tamamlanacağı, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’nın iki ayrı ülke olacağı 1992 yılbaşı gecesinden önceki günler tuhaf zamanlardır. Artık geri döneceği bir ülkesi kalmamış bir Sovyet kozmonot uzayda asılı kalmıştır. Eflatun’un filozof kralının gerçek olabileceğine inandıran Václav Havel hükümetinin kulağı küpeli kültür bakanı, geceleri eski nükleer sığınakta açılmış bir barda bateri çalıyor olabilir. Prag, demir perde Balkan ülkelerinden göçmenlerin çeteleştiği, polisin hâlâ soğuk savaş yöntemleriyle çalıştığı, farklı ülkelerden sanatçı ve bohemlerin benzersiz ve baş döndüren bir coşku içinde kaynaştığı, Batılı reklâmcı ve sanat simsarlarının bu coşkuyu kapitalleştirmek için ağzının suyunun aktığı kakafonik bir alternatif kültür şehridir. Prag, bütün karakterler için geçiş dönemi mahalidir, geçici bir duraktır, terk edilecektir.

Kimler boşlukta?

İdealindeki sanat eleştirmenliği işini alana kadar Prag’da resim öğrencilerine canlı modellik yapan Nick, kozmonottan sonra boşlukta pasif kalma leitmotifini yeniden canlandırıyor okur için. Bir bacağı önde, tek eli havada haraketsiz durarak poz vermek, transa geçirici ve sanrılar içinde bir hâl. Aynı senaryo Bulgaristan’dan kaçırılan tarihi bir ikona tablosunda da karşımıza çıkıyor. İkonadaki azizin üzerinde kırmızı bir elbise, başının etrafında parlak altından elips bir hale var. Mavi bir alanın üzerinden göğe doğru yükseliyor. Aşağıda bir dağ, dağın etrafında tuhaf kuşlar, sağ tarafında ise bir grup yelkenlerini indirmiş gemi var. Aziz, yukarı doğru yüzüyor gibi, kuşlar da aşağı düşüyor gibiler.

“Sanat üzerine konuşmak istemiyorum. O işi hiçbir zaman anlamadım zaten. Ev ya da arabanın bir değeri vardır. İnsanın işine yararlar. Ama bir resim, bir heykel hiçbir işe yaramaz, yine de insanlar bunlara muazzam paralar ödeyebiliyorlar…” “Artı değer.” “Ne?” “Artı değer. Marx’tan…” Ilievski burun kıvırıyor.

Ilievski, Bulgaristandan kaçırılan bu ikonayı Batı’ya pazarlamadan önce kopyasını yaptırmak ister. İkona, bu işe bulaşan Bulgar kaçakçının, resmi kopyalayan ressamın, arabulucu sanat eleştirmeninin, resmi pazarlayacak galericinin, hepsinin peşindeki polisin kaderlerini kesiştirecek, hayatlarını değiştirecektir.

Postmodern benlik olarak göçmen olma hâli

Tom McCarthy, ikonanın tasviri ve ikona sanatının tarihçesi üzerinden iki tez ortaya atıyor: Her sanat eseri bir kopyadır, tekrardır. İnsan kendini aşmak, yer değiştirmek ve “arşa ermek” istediğinde başarısız olacak ve geçiş esnasında tutulmuş olarak kalacaktır. Bu geçişin, bu transandansın başarıya ulaştığı iki hâl var, biri ölüm. Diğeri göçmen olma hâli.

Postmodern benlik, belki de ilk kez gerçek hayatta cisim buluyor göçmenlikte. İnsanın kendi ikiz benliğiyle gerçek hayatta karşılaşmasıdır bu. Kendini, başka bir mekânda, aslı gibi yeniden yaratma gayretiyle yola çıkan göçmen insan, ancak kendisinin başka ülkedeki sahtesi, kopyası, aynadaki aksi olabiliyor.

Göçmenlik bir ikiye ayrılış, geride kalan yarı olmadan bütün olabilmek mi? Mutlak transandans ve insanın tamamlayabildiği tek geçiş olan ölümün yaşarkenki provası mı? Yoksa sadece azizlerin başarabildiği arşa ermenin yeryüzündeki yankısı mı? Kimyasal bir yeniden karılışı mı insanın hamurunun, orijinaline en yakın malzemeler toparlanarak? Yoksa kuralları önceden konmuş, kaçınılmaz bir fasit daire mi?

Dinî bir ikonadan, bilimin vardığı en son nokta olan uzay yolculuğuna kadar insanın zaman ve uzam değiştirmedeki kaderini inceliyor Tom McCarthy. Sonuç, ister dine ister bilime inanın, başarısızlık ve natamamlık. İnsanın göçmen benliğinin neredeyse bir lanet gibi peşini bırakmayarak onu hep boşlukta asılı bırakması.

Aslı gibidir

Ivan, ikonayı kopyalamak için ağartma tozu, hayvansal boncuk tutkal, ispirto, pamuk, balmumu, jöle, reçine, zımpara kâğıdı, karbon kâğıdı, saf su, sarımsak, altın varak, yumurta kullanıyor. Renklerden Fransız laciverdi, kobalt mavisi, zümrüt yeşili, kadmiyum kırmızısı, çiğ siena, titanyum beyazı, gök manganez mavisi, kardinal moru, lamba isi. Tekrar tekrar taslak çiziyor. Bir tür matematik gibi, metodlu. Görsel kodlama var. Her şeyin uzamsal düzenini tanzim eden bir sistem. Üçgen, kare, daire karşılıkları baba oğul kutsal ruh ya da kuzey güney doğu batı ve altın oran. Ivan’ın azizin özgün hâlini yeni bir tahta parçaya geçirerek çoğaltması sadece elleriyle değil, bütün bedeniyle gerçekleşiyor. Kendini azize benzetiyor, saçlarını kıyafetini. Aynadaki aksini de kopyada azizin suretine yerleştiriyor.

Sanat da insan da tekrar üretiliyor. Aynadaki akis, aynalar çoğaldıkça sonsuz çoğalıyor. Kopyanın kopyası yapıldığında ilk kopya asıl sayılıyor. Kopyalamak ikona sanatının doğasında var. Zograflar, yani ikona ressamları, yanlarında Hermeneia adı verilen zografların uyması gereken Bizans kanunnameleri taşıyan gezginlerdir. Eski resimleri kopyalarlar, böylece aynı resimler yüzyıllar boyunca tekrarlanmış olur. İkona kopyaları ikincil eser sayılmazlar. Çünkü hem kutsal olaylar yeniden canlandırılmış olur, hem de Bizansın dogmatik ikona resmetme üslubu daha geniş bir coğrafyaya yayılır.

Eskiden idealleştirilen ilahî varlığın yerini sahici ve biricik insan aldı ama sanatın temsil etme kabiliyeti eskinin tekrarından başkası değil. “Post modernist olmaya çalışmıyorum, onun ardında bıraktığı enkazın içinde yolumu arıyorum.” diyor Tom McCarty. Modernlik, nihai gelecekte değil, geçmişin tekrarı ve yeniden yorumunda. Yeni olana tapma kültü çok hatalı. Her şey daha önce de olmuştu.

Battaille terminolojisine göre dünya şekilsizdir. Şekil, düzen, şablonlar bizim dünya üzerine giydirdiğimiz birer kurgudur. Tıpkı Helena’nın köfteleri gibi: “Helena köfte yapıyor. Elleriyle yapıyor. Tarif babasına ait. Yunan, Leninist babasına. Koyun etinin bulunamayacağını kabullenip dana kullanıyor. Ama çam fıstığı mutlaka konulacak. Yumurta, kıyma, soğan, baharatlar, kuru ekmek içi ve çam fıstıklarının önce arbedesi sonra birbirine düğümlenmesi.”

Her şey postmodern

Tom McCarthy’nin romandaki otobiyografik yansıması genç İngiliz sanat eleştirmeni “Çeklerin bir şeye postmodern denmesinden çok hoşlandıklarını fark eder ve yazdığı her şeye postmodern demeye başlar.”

Roman boyunca Tom McCarthy, ikonada resmedilen bir yeri terk edip göğe/ideale yükselme, ve o ileriye doğru hamlede donup kalma leitmotifini defalarca tekrarlıyor. Tekrarlarken, bu mekân değiştirmeye kalkışan varlığın sonsuza kadar bu döngüde asılı kalacağını savunuyor. Bu tekrar şablonu hikâyenin önüne geçiyor, hatta hikâye sırf bir tane daha tekrar senaryosu eklemek için uzatılıyor. Karakter gelişimi, önceden çizilmiş kadere, tekrarın durduralamayacak gücüne feda ediliyor.

Romanı, dünya tarihinin en “geçişken coğrafyası” dönemine yerleştirdiği için, bu geçiş anında tutulup kalmış pasif varlık, okurun karşısına kanlı canlı bir “göçmen” olarak çıkıyor. Bu göçmen karakterler, hem Tom McCarthy’nin onların sırtına yüklediği ebedi felsefi simge oluyorlar, hem de son derece inandırıcı bir farkındalıkla, etraflarındaki değişen politik sistemlerin küçük birer parçası olduklarını kabulleniyorlar. McCarthy anlatıcısının antropolog olduğunun kanıtı.

Hepimiz nekronotuz

Tom McCathy’nin kurduğu International Necronautical Society, şakayla karışık, ama kibirli sanatsal ve felsefî manifestolar ortaya atan bir organizasyon. İlk manifestosuna göre “ölüm; haritasını çıkarmayı, işgal etmeyi, sömürgeleştirmeyi ve sonunda yerleşmeyi düşündüğümüz bir boşluktur. Hepimiz nekronotuz (ölüme doğru keşfe çıkmış astronot), kendimizi bütün yaratıcılığımızla ölüme adıyoruz.”

Ressam Ivan iki kopya ikona yaptıktan sonra çatı katındaki dairesinden kendini aşağıya bırakıyor, kanı noel için sokaklarda kafaları kesilmiş balıkların kanına karışıyor. Bulgar kaçakçı kendilerini polise gammazladı diye mafyatik arkadaşları tarafından dağlarda bir eve götürüldü. Sanat simsarı donmuş bir göl üzerinde yürürken buz kırılıca boğuldu. Belki hâlâ suyun altından yüzmeye devam ediyordur. Sanat eleştirmeni Amsterdam’da çatıda eşya taşımaya yarayan bisiklet tekerine sarılı halat ve kancadan oluşan bir makara mekanizmasına kolunu sıkıştırarak bilincini kaybetti. Bisiklet tekeri hale gibi tepesinde duruyordu. Herkesi takip eden polisin telsizi bozuldu ya da kulakları sağır oldu. Artık işe yaramayan eşyaların arasında bir hurdalıkta dolaşıyor. Tıpkı kozmonot gibi.

Eleştirmenlere romanda tekrar eden ikona leitmotifinin yanı sıra bir sürü metafordan oluşan bir açık büfe sunuyor Tom McCarthy. Romanımı eleştirmek mi istiyorsunuz buyrun mide fesadı geçirin. Ha ha 70 sayfa önceki detayı burada tekrarlayacağımı sanmıyordunuz değil mi? Yanıldınız. Açıklamaya çalışın beni, çözümlemeye çalışın. Romanın sonuna gelirseniz sizi iki joker bekliyor, artık eksik bulduğunuz edebî oyun ya da artı değer varsa orada kullanırsınız

 

Kaynakça:

Tom McCarthy çok sayıda röportaj vermiş ve kendi romanlarını bu yolla yakından incelemiş bir yazar. Edebiyatı üzerine yeni bir şey söylemeye fırsat vermiyor, kendi eleştirmeni olmayı seçiyor. “Post modern benlik olarak göçmen olma hali” gibi farklı bir yaklaşım getirebildiğim için mutluyum. Bu yazı için bulabildiğim bütün söyleşilerini okudum.

Romandan alıntılar: Boşluktakiler, Tom McCarthy. Çev: Çiğdem Erkal. Jaguar Kitap

Tom McCarthy Fotoğraf: Geraint Lewis