Ben Ayşegül Sönmez Çağın İçinde, değişmekte olan çağı, onu biçimlendiren sosyal/ politik, kültürel ve ekonomik kodları, gelişen teknolojik enformasyonu hangi pratiklerle çözümlemeliyiz sorularına yanıtlar arıyor
17 Nisan 2017 18:05
Ben Ayşegül Sönmez Çağın İçinde, sanat eleştirmeni/ yazar ve küratör Ayşegül Sönmez’in kitabı. Kurucusu olduğu sanatatak.com’un aynı adlı yayınlarından çıkan kitap, Sönmez’in 1999 yılından itibaren yaptığı söyleşilerden oluşan bir seçki şeklinde tasarlanmış. Farklı disiplinlerde yapılan söyleşi ve kayıtların derlendiği benzer çalışmalar var, Ben Ayşegül Sönmez Çağın İçinde teknik anlamda bu yolu takip eden bir çalışma olmakla birlikte, söyleşi metinleri herhangi bir sıralama biçimini gözetmeksizin içerik olarak birbirini çağıran, geliştiren ve tamamlayan bir bütünlükle bir araya geliyor. Bu söyleşilerin özneleri de çok renkli bir yelpaze ile karşımıza çıkıyor. Farklı kültür ve coğrafyalardan gelen ressamlar, sosyologlar, felsefeciler, küratörler ve yönetmenlerle karşılaşıyoruz. Aslında bu söyleşi metinleri, birbirini tamamlamakla birlikte daha spesifik meseleleri hem görünür hâle getiriyor hem de onları sorunsallaştırıyor. Bununla birlikte, bir kavram olarak sanatın tanımlanması ile yeni tanışan okurları, hem öğrenci konumunda metinlere maruz bırakıyor hem de onların sanatın ne olabileceğine dair çeşitli okumalar yapmasını sağlayarak "çağın içinde" olduğuna inanan okurlarına yeni görme/ okuma biçimleri sunan bir anlatım dili inşa ediyor. Kitabın önsözünü kaleme alan sosyolog Michel Maffesoli, bu metinler için “Bir nevi manevi geçiş mekânındayız! Simgesel anlamda bir köprüdeyiz” sözüyle, aslında sanat üzerinden yaşadığımız çağın sosyal, ekonomik ve kültürel kodlarına baktığımızı, bundan da çok sesli görme/ okuma biçimlerinin ortaya çıktığını ifade ediyor. Zira hem sosyal hem politik hem de kültürel pratiklerin tümden değiştiği ve hayatımıza vazgeçilmez bir biçimde giren/ yönlendiren teknolojik enformasyonun bu kodları ne yönde zenginleştirdiği ya da erozyona uğrattığı da bu seslerin yorumlama gücü ile görünür hâle geliyor.
Ayşegül Sönmez’in sorularının muhatabı olan pek çok isim var bu kitapta. Onlar çağın içindeler, sanat nedir ve bugün çağdaş sanatı nasıl tanımlamalıyız, nasıl anlamalıyız sorularına birbirlerini tamamlayan ya da birbirinden ayrışan cevaplarla bir bakış açısı getiriyorlar. Onların yorum gücünü hiç kuşkusuz sanatlarını da yoğuran/ yontan, dünyayı anlama/ kavrama biçimleri şekillendiriyor. Catherine Millet ve Şener Özmen’den, Yoko Ono ve Taner Ceylan’a, Sarkis ve Georges Didi Huberman’dan, Terry Eagleton ve René Block’a, Ömer Uluç’tan Selma Gürbüz’e uzanan yazar ve sanatçıların söyleşileri, sanata ve düşünceye dair kendi manifestoları gibi bir anlamda. Öte yandan bu bildirilerin ortaya çıkmasını sağlayan şey, Ayşegül Sönmez’in sanatın ve düşüncenin zarlarını soyan, içini oyan, bir yanıyla muhalif diğer yanıyla da bilme arzusunu tetikleyen, en az bu bildiriler kadar güçlü açılımlar getiren/ talep eden soruları.
Onlar bu çağın/ kitabın aktris ve aktörleri. Sözgelimi Fransız sanat eleştirmeni ve romancı Catherine Millet’nin cinsel özgürlük ve aşk konusunda sahip olduğu geniş repertuvar bu kavramlara daha esnek bir açıdan bakmamıza imkân tanıyor. Bunu yaparken cinsiyet olgusunun toplumsal temelli bir inşâ olduğunu, deneyim ve fikirleriyle bize bir kez daha hatırlıyor Millet. Cinsel özgürlüğün konuşulabilir olduğu ve aile kavramının geleneksel konumunu korumayı sürdürdüğü dönemlerde, cinsel özgürlük kavramını bu pratiklerin rehberliğinde sorunsallaştırıyor. Bu durum yeni okumalar yapmamız açısından önemli. “Tek ve kesin aşk, kopmamız gereken bir romantizm mirasıdır” derken, seçtiğimiz insanlara göre aşkı tekrar ve yeniden icat ettiğimizi, dolayısıyla onun mutlak gerekliliği duygusundan koparak özgürleşebileceğimizi söylüyor. Kıskançlık gibi sorunlu aşk ölçütlerimize de bir format atıyor Millet.
Öte yandan metinler, "güzellik" kavramına da farklı açılımlar getiriyor. Bu karşıtlıklar kitaba bir arşiv niteliği kazandırırken, çelişkiler yaratarak düşünme pratiklerimiz için de özgür bir alan açıyor. Mimar Marcos Novak, güzellik kavramının eleştirisini yaparken, örnek bir model olmazsa güzelliğin daha özgür bir biçimde tasarlanacağını belirtiyor; güzelliğin nesnel, anlamın ise öznel olduğunu ifade edip ikisinin bir ilişki içinde olduğunu vurguluyor. Tam bu noktada Sönmez, benzer bir soruyu ressam Taner Ceylan’a yöneltiyor. Onun resimlerinde göze çarpan dergi/ billboard estetiğini dile getiriyor. Güzel bedenler, kusursuz karınlar ve bronz tenlerle bir idealizasyondan söz edilip edilmeyeceğini sorduğunda, Ceylan, bunun daha çok bir güzelleştirme çabası olduğunun altını çiziyor. Böylelikle estetiğin tanımı yapılırken, yaratıcının bakış açısına ve yapıtın ortaya çıkma sürecini şekillendiren bakma biçimine tanık oluyoruz okur olarak.
Güzelliğin estetik yorumlanması, sanatsal üretim açısından bedenin nasıl tasavvur edildiği ve bir mekân olarak bedenle kurduğumuz ilişkinin imkânlı olup olamayacağı konusunda Sönmez’i düşünmeye teşvik ediyor ve bu anlamda bir soruyu eleştirmen ve akademisyen Hasan Bülent Kahraman’a yöneltiyor. Kahraman, bir gündelik pratik olarak belki de hiç üzerinde düşünmediğimiz bir duygunun altını çiziyor: "Bedenimizi duymuyoruz biz. Dalağımızın çalıştığından veya böbreğimizin varlığından haberimiz yok. Cinselliğin değil ama cinsel ilişkinin farkı ve imkânsızlığı da burada. Bize bir bedenimiz olduğunu ayrımsatıyor; gene de orgazmın ne olduğunu söyleyemiyoruz." Böylelikle cinsel aşk kavramı da yaratıcı bir esin olmakla birlikte, bedenimizin var olduğu, onu duyularımızla hissetmeye belki de en yakın olduğumuz anlardan birinin -acı/ haz odaklı- imleyicisi olduğu okurun karşısına çıkıyor.
Bu noktada erotik olanın ne olduğuna/ olabileceğine dair de bir anlama çabasına tanık oluyoruz metinlerde. Sönmez, 2009 yılında ressam Selma Gürbüz’le gerçekleştirdiği söyleşisinde ondan, neye erotik diyebileceğimizin yanıtını alıyor. Ressam Gürbüz, erotik olanın estetik ve kırılgan olduğunu, kırılgan olduğu için de çekici olabileceğini ifade ediyor.
Söyleşilerin takip ettiği harita, okurun aklına “Erkek sanatçılar kadın okuması/ feminist okumalar yapabileceğimiz bir sanat üretebilirler mi” sorusunu da beraberinde getiriyor. Bu anlamda bir soruyla karşılaşmasa da romancı/ sanatçı Şener Özmen, “maskülen bir sanat ürettiğimizi sanmıyorum. Tam aksine, oldukça feminen bir noktadayız” tespitiyle, düşünce pratiğimizi tetikleyecek bir görme biçimi sunuyor.
Ben Ayşegül Sönmez Çağın İçinde, metinlerin tamamında, merkez noktası ne olursa olsun psikanalizin referanslarından da yararlanarak, okura konuşabileceği/ yorumlayabileceği bir malzeme veriyor. Annesini Alzheimer hastalığından kaybeden ressam Neş'e Erdok’la 2013 yılında yaptığı söyleşide Sönmez, psikanalizin öngördüğü biçimde, bir kadının yetişkin olabilmesi ve kendini özgür kılabilmesi için anneden kopması gerektiği bilgisini paylaşıyor ve ona, bir kadın ressam olarak bu bilginin sanatını nasıl etkilediği ile ilgili sorusunu yönelttiğinde, Erdok, “Bir anne olarak mutsuz olduğumu düşünürdü. Bu yüzden benden neşeli resimler isterdi. Açıkça dile getirmezdi. Karakter olarak hiç benzemezdik. Anlaşamazdık. Benim giyinme şeklimi, izlediğim filmleri sevmez. Ama işte, annedir. Kopabilmek lazım. Kopamazsanız kendiniz olamazsınız, resim yapamazsınız” şeklindeki yorumuyla aslında kitabın, diğer kavramlarla birlikte güçlü bir kadın okuması yapabilmesine de imkân tanıyor. Dolayısıyla sanatın ve sanatçının üretimini etkileyen, biçimlendiren olgularla birlikte bu okuma, metinlerin gücünü arttırırken, sanatçının yaratım süreci ve hayata karşı duruşu arasındaki hesaplaşmayı da görünür hâle getiriyor.
Öte yandan kendisini “neoliberalizmin uzun soluklu bir eleştirmeni” olarak tarif eden aktivist ve eleştirmen Brian Holmes, teknolojik enformasyonun ve toplumsal ağların, kurban/ efendi rolleriyle bireyin melankolik çelişkisini tanımladığı şu zamanlara “21. yüzyılda bizleri şaşırtacak tek şey, âşıkların yatağından kalabalığın vahşi kucaklayışına ve siber ağların yabancı dokunuşuna uzanan mahremiyeti ve onu dile getiren sanatsal ifadeler olabilir” şeklindeki şiirsel önermesiyle belki biraz romantik bir davet yaparak, hayal gücünü ve rüyaları yüzleştirmeyi, karşılıklı diyalogun, dokunmanın, aracısız sesin mekânı yapmayı öngörüyor. Ve bu karşılaşmaları samimiyet üretimi olarak tanımlıyor.
Ayşegül Sönmez, kitabın ilerleyen bölümlerinde, farklı disiplinlerde üretim yapan bu sanatçıların, sanatsever okurlara açmaya çalıştığı düşünce alanlarında yeni sorular sormaya devam ediyor. Edebiyat ve kültür eleştirmeni Terry Eagleton’a da bir sanat eserinden herhangi bir şey (politik, eleştirel) beklemeli miyiz veya bir sanat eserinden ne beklemeliyiz sorusunu yönelttiğinde Eagleton, bir sanat eserinin bu tür soruları reddederek ve bir işlevi olmamasını deklare ederek en devrimci yanıtı vereceğini ifade ediyor. Postmodernizmin unutkan bir kültür olduğunu da hatırlatan Eagleton, sanat eserinin sonu mutlu olacak bir işleve sahip olmayı reddederek aynı zamanda kapitalizmin de eleştirisini yapacağını vurguluyor.
Ben Ayşegül Sönmez Çağın İçinde, değişmekte olan çağı, çağdaş dünyayı nasıl tanımlamalıyız, onu biçimlendiren sosyal/ politik, kültürel ve ekonomik kodları, gelişen teknolojik enformasyonu hangi pratiklerle çözümlemeliyiz sorularına yanıtlar ararken, aynı zamanda bu çoksesli dünyanın da politik bir resmini çiziyor okura. Kitap, önsözünü de kaleme almış olan sosyolog Michel Maffesoli’nin bir tespitiyle temize çekiliyor. “Moderniteyi, Anglosakson bir zafer olarak düşünelim. Postmodernite ise Akdeniz havzasının rövanşı.”
Şunu da belirtmeden geçmemek gerek. İçeriği kadar tasarımıyla da dikkat çekiyor Ben Ayşegül Sönmez Çağın İçinde. Söyleşilerin sonuna eklenen "Portreler" başlıklı kısımda Hür Kellecioğlu’na ait illüstrasyon çalışmaları da dikkate değer bir renklilik kazandırıyor kitaba. Sanatatak Yayınları’ndan çıkan Ben Ayşegül Sönmez Çağın İçinde, kendini çağın içinde tanımlayan sanatsever okurlarına özgür alanlar yaratan düşünce pratikleri vaat ediyor.