Kültürlü camlara devrik iktidarlar

Kültürel iktidar benim ve benim gibi çalışarak hayatını devam ettiren yayın emekçilerinin hayatında neye tekabül ediyor?

02 Mayıs 2019 10:00

Kültürel iktidar tartışmasının daha çok politik tartışmaların bir gölgesi olarak masamıza yansıması, bu konuyu tartışırken bize ait bir şeyleri tartıştığımız algısını da beraberinde getiriyor. Oysa, gerçekte olan bu değil. Serbest çalışan bir editör olarak basit bir soru sordum kendime: Kültürel iktidar benim ve benim gibi çalışarak hayatını devam ettiren yayın emekçilerinin hayatında neye tekabül ediyor? Tartışmanın merkezinde yer alan, bir iktidar alanının ele geçirilmesi, fethedilmesi, pastadaki payın paylaşılması başlıkları ücretli bir çalışanın hayatına değen şeyler mi? “Kültürel iktidar bunun neresinde” sorusunu aklıma getiren iki ana başlığı sıralamak istedim.

Kültürel iktidarın çeperlerinde: İktidar talebi olmamak

Bütün yayınevlerinin, üzerlerinde durduğunda onlara büyük bir prestij kattığını düşündüğü bir etiket var: Bir kültür kurumu olmak. Başlı başına varlığıyla bir kültür kurumu olmak bir yayınevi için elbette büyük bir kazanç. Çünkü bu durum, bahse konu olan yayınevini okurun gözünde oldukça kıymetli bir yerde konumlandırırken, bu kıymetli yer kitaba ve okumaya atfedilen “ulvi” anlamlarla birlikte katmerlenebiliyor da. Gelin görün ki, yayınevleri en başta birer şirket. Evet, bu kadar. Kültürel ve entelektüel duruşumuza mümtaz katkılar yapmak gibi bir görev ve işlevleri olmadığında da onlara “yayınevi” demekten geri durmadığımıza göre, rahatlıkla asli işleri bu diyebiliriz: Kitap yayımlamak/üretmek.

Bir şirketten ibaret olan ve kültür namına bir faaliyetini görmediğimiz yayınevlerini bir kenara bırakıp olumlu örneklere uzanalım: MonoKL Yayınları’nın 25-26 Eylül 2015 tarihlerinde Kartal Belediyesi’yle birlikte düzenlediği “Aşkın Metafiziği” başlıklı uluslararası felsefe konferansı iyi bir örnek olabilir. Alain Badiou ve Slavoj Žižek bu konferans eliyle Türkiye’deydi. Kültürel olarak bir katkıdan bahsederken, İstos Yayıncılık’ın her cumartesi Galatasaray’daki kitapçısındaki İstos Sohbetleri’ni de kastediyorum mesela. Siren Yayınları’nın “Kitap, Kaşık ve Diğer Gerekli Şeyler” ve Aras Yayınları’nın “Son Okuma” podcast programlarını da. Aynı zamanda bir kültür kurumu işlevi de gören yayınevlerinin ekseriyetle butik yayınevleri olması tesadüf mü? İktidar talebinin uzağına düştükçe, bir kültür kurumu olma çabası ve imkânı artıyor görünüyor. Evet, kültürel iktidar bunun neresinde? Bireysel emeklerin ve çabaların inşasıyla ayakta duran, alternatiflerle yükselen bir kültür alanımız var, kültür kurumu işlevlerini fazlasıyla yerine getiren bu şirketlerin bir iktidar talebi de yok. (Akıllarda bir çengel olarak kalmadan ben not düşeyim: Yapı Kredi Yayınları’nı ve Beyoğlu’nda yer alan ve 2017 Eylül’ünden itibaren yenilenerek yeniden açılan Yapı Kredi Kültür Sanat’ı büyük bir istisna olarak işaret etmeliyim. Yapı Kredi Kültür Sanat’ın son olarak Bomonti Kültür ve Eğlence Merkezi Yön. A.Ş.’ye isim sponsoru olduğunu da ekleyeyim, Twitter hesabında yer alan son “bio” kültürel iktidar tanımları için de açıklayıcı bir yüz olabilir diye düşünüyorum: “Yaratıcı kültür kampüsü Yapı Kredi bomontiada, Bomonti kültür mirası içinde birlikte üretmeyi, paylaşmayı ve keyifli vakit geçirmeyi teşvik ediyor.”)

Buharlaşan emeğin nabzı iktidarla atmıyor

Okuyucuların ya da yayıncılıkla teması olmayan herhangi birinin kitapçı vitrinine gelen kitabın ondan önceki aşamalarıyla ilgili çok az fikri var. Bu da kitapların en fazla “artan fiyatlar” üzerinden konuşulmasına neden oluyor ve yayıncılığın içerisinde, çeşitli aşamalarda buharlaşan emekler bir defa daha görünmezleşiyor. Bu bir üretim zinciri ve yazardan/çevirmenden kitap dosyasının yayınevine gelmesiyle başlıyor ve bir kitapçıda raflar arasında çalışan emekçi eliyle okura ulaşmasına kadar devam ediyor. Çevirmenler, editörler, düzeltmenler, musahhihler, dizgi operatörleri, mizanpajcılar, matbaa çırakları, depo hamalları, kitapçılarda çalışan ve birçok örnekte şahit olduğumuz gibi gün içinde mola vererek oturma iznini bile zor elde eden emekçiler. Neyse ki, sosyal medyayı aktif kullanan çevirmen ve editörlerin sayısı artmış durumda ve bu durum da onların hangi kitaplarla ilgilendikleri ve bir gününü nasıl geçirdikleri gibi bilgileri vermesinin yanında, çoğunluğu serbest çalışan bu yayın emekçilerinin yayınevleriyle çalışma koşullarını, sözleşmelerini, ödeme alma şekillerini, bıktıran yazışmalarının nasıl gerçekleştiğini ve durmadan devam eden bu çalışma döngüsünü de okurlarla tanıştırıyor. Tamamen parça başı işlerle çalışan, sözleşmelerinde, çalışma şartlarında, ücretlendirmelerinde ve işsiz kaldıkları aralıklarda hayatlarının tamamında günaşırı bir krizle karşılaşma ihtimali yüksek olan serbest çalışanlardan bahsediyoruz. –Ferit Burak Aydar’ın (@FeritBurakAydar), Rasim Emirosmanoğlu’nun (@Holybreath) ve Elif Okan Gezmiş’in (@goelifgo) Twitter adresleri editör ve çevirmenlerin günlük pratikleri hakkında bir fikir verebilir. Konumuz esas olarak burada düğümleniyor: Yayınevlerinin sorunları, dolar kuruna bağlı olarak artan kâğıt fiyatları çevresinde konuşulurken, sıra yukarıda özetleyerek bahsettiğim ve yayın aşamalarının tüm ara işlemlerini gerçekleştiren emekçilerin sorunlarına gelmiyor, onların meselelerine dokunmuyor ve gelin görün ki ilk etapta onları mağdur ediyor: Sözleşme yüzdelerin azaltılması, çalışma koşullarının zorlaştırılması ve kemerlerin sıkılması en zayıf halkadan başlatılıyor. “Daralmaya giden” şirketlerin aklına gelen ilk tedbir, 2018’in yaz aylarında yükselen krizde de değişmedi: Editörleri işten çıkarmak. Büyük işler yaptık diyelim, konferanslar, sempozyumlar, iş birlikleri ve diğer kültür faaliyetleri sıralı bir şekilde hayatımızı güzelleştiriyor; peki, buharlaşan bunca emeği ve işsiz kalan editörü ne yapacağız? Kültürü, iktidarı ve kültürel iktidarı konuşurken sadece şirketlerin geleceğini konuşmakla kurtaracağımız bir şey yok. Yayıncılığın tamamının sorunlarını konuştuğumuz yerde başlıyor ya da başlayacak esas tartışma.

Yayıncılıktaki son birkaç ekonomik ve etik krizde olan biten, yapılan açıklamalar ve suskunluklar, bu sıraladığım boşlukların ne kadar büyük olduğunu ispatlamaktan başka bir işe yaramadı. Başta editörlerin ve çevirmenlerin olmak üzere, yayın emekçilerinin güvenceden uzak bir sistem içinde üretim yapmaya gayret ettikleri aşikâr. Çevirmenlerin haklarını korumak için çabalayan Çevirmenler Meslek Birliği önemli bir örnek olarak hayatımızda ama daha fazlasına ihtiyaç olduğu da ortada. Büyüyen sorunlar yumağına karşı kolektif bir şeyler yapma gerekliliğinin ve emeğinin karşılığını korumak için verilen bir mücadele pratiğinin kenarından akıp gidiyor kültürel iktidar tartışmaları. Kültür kurumlarına dönüşmesini canıgönülden isterken yayınevlerinin, gerçekler bize kültürlü camlara devrik iktidarların gölgesinin düştüğünü gösteriyor.

 

(Not: Başlığı Saian ve K”st’ün “Buğulu Camlara Devrik Cümleler” düetinden değiştirerek aldım.)