"Knausgaard çok zarif bir şekilde felsefeyi, doğayı, kuşları ve Stephen Gill’in fotoğraflarını bir aile dramı içinde ele alıyor. Hepsi birbirine bağlı; hepsi felsefenin ve inancın erdemiyle dolu. Bu küçücük kitap Kierkegaard’ı da anlamak ve öğrenmek için nefis bir fırsat; hatta iki kitabı birlikte okumak en iyisi."
11 Kasım 2021 19:30
Norveçli yakın bir arkadaşımın evine davet edildiğimde, masa etrafında toplanmış aile üyelerinin uzun saatler boyunca bahçede gördükleri kuşlardan, sincaptan, göçmen kuşların hangi tarihte döndüğünden söz ettiklerine tanık olmuştum. Her yaştaki aile üyelerinin kuş, ağaç, çiçek isimlerini bilmesi de ayrıca dikkatimi çekmişti. Bu benim için çok şaşırtıcıydı, çünkü bizim evde aile toplantılarının vazgeçilmez konusu “Türkiye nasıl kurtulur” olurdu, siyaset ve ekonomiden uzaklaşamazdı sohbetler. Bu durum o Norveçli aileye özgü müydü, yoksa ulusal özellikleri miydi bilmiyorum ama sanki doğa sevgisinden değil, doğaya yakın yaşamaktan kaynaklanıyordu bu sohbetler; çünkü aynı hevesle geyik avından da söz ediyorlardı.
Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard’ın yeni novellası Gökteki Kuşlar’ı okurken aklıma Norveçli arkadaşımın ailesi geldi. Ağır iklim koşullarına göğüs gererek yaşayan halkların doğayla daha güçlü bağlar kurması gerekiyordur. Kuzey ülkelerinde haftalarca, hatta bazı bölgelerde aylarca süren gecelerin sonrasında doğaya bakışları Akdeniz’de yaşayan bizlerden farklı olacaktır doğal olarak.
İnsan ve doğa
Doğayla kurulan bağ öğreticidir. Binlerce yıldır insanlar doğadan öğrenmiş, doğayı taklit ederek sağ kalmayı başarmıştır. Erdem için de filozoflar doğayı gözlemlemeyi önerirler; bu filozofların başında Søren Kierkegaard gelir.
Kierkegaard Kırdaki Zambak ve Gökteki Kuş: Üç Dinî Sohbet adlı kitabını Matta İncili’nden alıntıladığı bölüm üzerine kurgular. İsa’nın dağ vaazı olarak bilinen (Matta 6:24-34) ayetler, insanlara erdemi kırdaki zambakta ve gökteki kuşta aramalarını söyler. Kierkegaard da kitabında bu ayetlerin anlamı üzerinde durur.
(Matta 6:26) “Gökte uçan kuşlara bakın! Ne eker, ne biçer, ne de ambarlarda yiyecek biriktirirler. Göksel babanız yine de onları doyurur. Siz onlardan çok daha değerli değil misiniz? Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir? (6:28) Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın!”
Kierkegaard 55 sayfalık bu kısacık kitabında üç tema altında İsa’nın dağ vaazındaki zambak ve kuşu örnek alarak üç erdemden söz eder. Doğadan öğreneceğimiz birinci erdem durgunluktur. Bu, filozofun estetik söylemidir. İnsan sessizlik içinde, yakınmadan, başka biri olmaya çalışmadan, kendini ve diğerlerini yargılamadan, durgunluk içinde yaşamayı kuşlara ve çiçeklere bakarak öğrenebilir, çünkü onlar gelecek endişesiyle bugünlerini karartmazlar, ânı geldiği gibi yaşarlar.
İkinci erdem ahlaksal söylemdir. Yine aynı doğa içinde yaşayan hayvanlar ve bitkiler gibi boyun eğmeyi, itaat etmeyi öğrenmelidir insan. Bazen gökteki kuşlara bakıp onlar gibi özgür olmayı, uçmayı ister insan ama bir kuş asla bir insan gibi olmayı arzulamaz, çünkü kendi varlığını kabul etmiştir, kendi yaratılışına boyun eğer. Bu bölümde Kierkegaard duaları da ele alır. Ona göre Tanrı’ya dua etmek yersizdir, sessizlik ve durgunluk içinde Tanrı’nın krallığına girmek gerekir, ondan bir şeyler dilemek, istemek, talep etmek doğru değildir; filozof bu noktada Hıristiyan öğretisinden uzaklaşır.
Üçüncü –ve bence kitabın en hoş bölümü– metafizik söylemiyle ilgilidir. Aslında daha önce söylediklerine yeni bir şey eklemez burada filozof, sadece ânı yaşayarak elde edilecek sevinci anlatır. Kuş ve zambak acı çekmedikleri için sevinçli değillerdir, onlar da acı çeker ve yok olur ama çekecekleri acıların kaygısını taşımazlar. Bunu var olmanın hafifliği olarak dile getirir.
Kierkegaard dinî yazılarını ayrı tutardı. Bu kitabına da “dinî sohbet” alt başlığı vermesi, kuramsal argümanlar üzerinden gitmeyeceğini, aksine, bir vaaz ya da sohbet havasında yazmayı planladığını gösteriyor.
Knausgaard
Kierkegaard bu kitabı yazdıktan 172 yıl sonra nereden icap etti de yeniden gündeme geldi? Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard, Gökteki Kuşlar romanında Kierkegaard’a, oradan da Matta İncili’ne gönderme yapınca, sayesinde yıllar sonra Kierkegaard’ın “Tanrı’nın krallığına girmek” sözüyle ne kastettiğini anladım. Kierkegaard mecazi anlatımlarla felsefe yaptığı için bana hep fazla şiirsel gelmiştir; analitik düşünceden uzaklaştıkça inanç ve Hıristiyanlık üzerine derinleşmesi mümkün oluyordu ama bugünün analitik düşünen felsefe okuru için de bir o kadar uzak kalıyordu. Knausgaard bir bakıma Kierkegaard’ın felsefesini bugüne taşıyor ve anlaşılır kılıyor.
Karl Ove Knausgaard, altı ciltlik otobiyografik kurmaca Kavgam serisiyle son yılların en dikkat çeken yazarlarından biri oldu. 1968, Oslo doğumlu yazar, sanat ve edebiyat üzerine de metinlere imza attı, ülkesinde ödüller kazandı ve üretkenliğiyle dünyanın her bir köşesinde hayranlar kazandı. Öte yandan hayat hikayesini anlatırken yakınlarının, akrabalarının, eski eşlerinin, sınıf arkadaşlarının isimlerini gizlemediği için bir dolu da düşman edindi, hakkında birkaç dava açıldı. Bir söyleşisinde dostlarını yazarlığı için Şeytan’a satan Faust’a benzediğini itiraf etti.
Knausgaard günümüz yazarlarında görmediğimiz denli kurumsal dinle bağlantılı eserler yazıyor. Hıristiyanlığın temel öykülerini ele alan İncil göndermeleriyle dolu metinleri var, üstelik İncil’in yeni Norveççe çevirisinin de danışmanlığını yapan kişi. Kierkegaard ile de buluşma noktası yine Hıristiyan metafiziği üzerinden oluyor.
Gökteki Kuşlar novellasının fikri, arkadaşı Stephen Gill’in “Direk” adı altında derlediği fotoğrafları görünce geliyor. The New Yorker dergisine 2 Mayıs 2019’da yazdığı “To Be a Bird” (Kuş Olmak) adlı makalede Gill’in kuş fotoğraflarından nasıl etkilendiğini anlatıyor ve Gökteki Kuşlar metni bu resimler sayesinde şekilleniyor. Stephen Gill evinin önündeki arsaya bir direk yerleştirmiş ve hemen yanına konumlandırdığı fotoğraf makinesiyle kuşların bu direğe konuşlarını resmetmiş. Böylece kuşları uçarken değil, alışık olmadığımız şekilde konarken çekme şansı bulmuş. Direğe zamanla her tür kuş konuyor ve Gill siyah beyaz şahane fotoğraflarla kuşların konma ânını yakalıyor. Knausgaard’ın kitabında bu resimlerden örnekler yer alıyor.
Gökteki Kuşlar
“Gökteki Kuşlar” birinci tekil şahıs tarafından anlatılan bir öykü. Öykünün anlatıcısı Solveig bir hastanede hemşire olarak çalışıyor, doğup büyüdüğü kasabaya yıllar sonra dönmesinin nedeniyse yaşlı ve hasta annesinin bakımını üstlenmek zorunda oluşu. Hastaneye yatan eski bir okul arkadaşıyla karşılaşmasıyla başlıyor öykü. Aynı anda Solveig’in kızı arayıp birkaç günlüğüne yanlarına geleceğini haber veriyor. Solveig, annesi ve kızıyla, üç nesil kadının ilişkisi temelinde şekilleniyor kurgu.
Bu sırada Solveig penceresinin önünde yuva yapan bir çift kumrunun yumurtalarını gözlemliyor. Her sene aynı yerde yuva yapan kumruların yavruları yumurtadan çıkar çıkmaz bir atmacanın saldırısına uğruyor. Buna rağmen kumrular her sene aynı yerde, sanki önceki yıl yavrularını kaybetmemiş gibi yuva yapıyorlar. Kuşların kaygı ve endişe duymayışları, geleceğe korkuyla bakmamaları ve ânın içinde sonsuzluğu bulmaları, Kierkegaard’dan aldığı temaları işleme şansı veriyor Knausgaard’a.
Karl Ove Knausgaard kendine has bir anlatı tarzına sahip. Asıl olaylarla yan olaylar bir arada, birbirinin içine geçerek anlatılıyor. Öykünün başlarında Solveig kızıyla telefonda konuşurken bir yandan da hastane koridorunda kahve alan diğer hemşireyle konuşuyor. Aslında hemşireyle konuştuğu hiç önemli bir konu değil, kurguya hiçbir katkısı yok ama araya böyle ikinci bir diyalog yerleştirerek anlatılan ânı daha gerçek kılıyor yazar.
Sonuçta “Gökteki Kuşlar” ders veren, didaktik bir öykü değil ama derinde bir yerlerde kuşların ölüm karşısında durgunlukla varlıklarını sürdürmeleri, varoluşun niceliği değil niteliği üzerinde durmaları, gelecek kaygısı taşımamaları insanlar için de öğretici boyut taşıyor. Knausgaard çok zarif bir şekilde felsefeyi, doğayı, kuşları ve Stephen Gill’in fotoğraflarını bir aile dramı içinde ele alıyor. Hepsi birbirine bağlı; hepsi felsefenin ve inancın erdemiyle dolu. Bu küçücük kitap Kierkegaard’ı da anlamak ve öğrenmek için nefis bir fırsat; hatta iki kitabı birlikte okumak en iyisi.
•
FOTOĞRAFLAR:
Stephen Gill, The Pillar