Emine Yıldırım’ın senaryosunu yazdığı, Ramin Matin’in yönettiği ve sinemamızda benzerine çok rastlanmayan bir kız kardeşlik filmi olan Kusursuzlar, bir gerilim hattı üzerine kuruyor hikâyesini: Koruyucu abla ve korunmaya muhtaç küçük kardeş...
04 Ocak 2018 14:02
Margarethe von Trotta’nın Kız Kardeşler ya da Mutluluğun Dengesi (Schwestern oder Die Balance des Glücks, 1979) filminde, birbirlerine fazlaca bağlı iki kız kardeşten küçüğünün hatırına geliveren bir çocukluk ânı var: İki kardeş annelerinin aynalı şifonyerinin karşısında ruj sürüp birbirlerinin yanağına öpücük izleri kondururken bir yandan da kıkır kıkır gülüyorlar. Kelimelere döküldüğünde kulağa yüksek ihtimalle “sevimli” gelecek olan bu sahneyi, tam aksine, tedirgin edici kılan şey Trotta’nın onu çekme biçimi. Hafifçe birbirine dönük iki parça aynadan yansıyan iki kız kardeşin imgeleri hem birbirinin üzerine biniyor hem de tekrar ede ede sonsuza uzuyor. Bu an, tek başına, iki kardeş arasındaki hastalıklı ilişkiyi odağına alan filmin bütününün duygusunu mükemmelen yansıtıyor. Güven duygusu vermesi gereken yakınlık mesafesi aşılmış, kardeşler arasındaki ilişki bir sınır ihlaline dönüşmüş. Abla fazla korumacı, kardeş fazla bağımlı. İkisi de aynada kendini göremiyor, biri ötekinin üzerini kapatıyor; ikisinin birden kendi imgeleri yok oluyor.
Ingmar Bergman’ın Çığlıklar ve Fısıltılar’ının (Viskningar och rop, 1972) ölüm döşeğindeki ablalarına bakmaya gelen iki kız kardeşin birbirleriyle yeniden tesis etmeye çalıştıkları ilişkilerinden tutalım da, Catherine Breillat imzalı Kız Kardeşim’in (À ma soeur!, 2001) cazibeli ablasının ilk sevişmesine tanıklık etme mecburiyetinde kalan şişman küçük kız kardeşine, beyazperdede psikolojik bir derinliğe sahip kız kardeşlik -biyolojik olanları elbette- filmlerinin çoğunda, eninde sonunda bir mesafe sorunu var gibi. Çoğu ayrışamamaktan (kötücül ikizleri saymıyorum bile) kaynaklı dehşet hikâyeleri; çoğu benliğin sınırlarının ihlalinin bıraktığı hasarla ilgileniyor. Yani, benzemek ya da benzememek, ama illa ki öteki ile ilişki içinde tanımlanmak, öyle tanımlanmaktan kaçamamak. Belki dahası, asıl olarak kendini tanımlayabilmek için karşındakini tanımlamaya, onu kendi aksine, “ben olmayan”a sabitlemeye çalışmak…
Emine Yıldırım’ın senaryosunu yazdığı, Ramin Matin’in yönettiği ve sinemamızda benzerine çok rastlanmayan bir kız kardeşlik filmi olan Kusursuzlar (2013) da benzer bir gerilim hattı üzerine kuruyor hikâyesini: Koruyucu abla ve korunmaya muhtaç küçük kardeş. Hani neredeyse otomatikman, ebeveynler tarafından tanımlanmış bu ilişkinin dinamiklerine, ebeveynlerin ortadan kaybolmasıyla birlikte bu ilişkinin dönüştüğü hâle, hâllere bakıyor film. Bir yandan bu ilişkinin dramatik olduğu kadar gündelik aile içi hâlleri arasında dolaşırken, bir yandan da dışarıdaki tehlike karşısında bürüneceği başka türlü bir hâle de çapa atıyor. Bir toplumsal gereklilik olarak kız kardeşlik ilişkisine, dayanışmasına atıfta bulunuyor. Trotta’nın filminin aksine Kusursuzlar’ın iki kız kardeşi bu sayede hayatta kalmayı başarıyorlar belki de.
Fakat şimdilik, henüz filmin başında, evin tesisat borularından bir ses geliyor sadece. Yalnız ihmal edilirse, bütün ev mahvolur, biliyorsunuz.
Lale ve Yasemin, her kardeş gibi hem rekabet içindeler hem de işbirliği; hatta suç ortağılar, her kardeş gibi. Film hemen açılışında, iki kardeşin birbirlerine tezat teşkil etmek üzere inşa edilmiş karakterlerinin eskizini hızla çiziyor. Plajdalar. Lale, küçük olan, siyah kocaman şapkası, yüzünü neredeyse tamamen kapatan güneş gözlükleri, üzerine büyük gelen kocaman anneanne elbisesi ile şemsiyenin altına sığınmış, tedirgin tedirgin sigara içiyor. Yasemin, abla olan, denizde, kıyıdan iyice açılmış, kollarını açmış masmavi uçsuz bucaksız denizin orta yerinde, suyun üzerinde sere serpe yatıyor. Issız bir koyda iki kız kardeş olmaya çalışıyorlar. Biri neyse diğeri o olmamaya özen gösteriyor.
Arabayı elbette Yasemin kullanıyor; Lale endişe ediyor. Lale kafasına anneannesinin yemenilerinden birini bağlayıp, sigarasını ağzının kenarına yerleştirip dalgın dalgın bahçe suluyor; Yasemin hızlı hızlı yemek hazırlıyor. Lale’yi uyku tutmuyor, kalkıp televizyon karşısında zincirleme sigara içerek uyuyakalıyor; Yasemin sabah erkenden koşuya çıkarken kardeşinin üzerindeki ağır yün battaniyeyi kaldırıyor, küllüğünü döküyor. Yasemin, annesiyle babasını özlediğini söylüyor; Lale dolabın arkasında annesinin mayosunu bulduğu ve çürük yumurta gibi koktuğu için attığını. Aralarında küçük olana göre üç buçuk, büyük olana göre dört yaş fark var. Üç ay önce kaybettikleri anneannelerinin evinde iki kız kardeş tatil yapıyorlar. Dahası, beş yıl önce anne babalarını bir trafik kazasında kaybetmişler. Lale’nin sırtındaki yara izlerinin tazeliğinden ve her gün endişe içinde tüm gazetelere göz gezdirmesinden anladığımız üzere bir de büyük sırları var. Evin tesisat borularından gelen sesin de işaret ettiği tedirgin edici şey de bu.
İki kız kardeş arasındaki gündelik gerilimlerin altından bir ceset çıkıyor nihayetinde. Bu sırrı yazının sonuna saklamanın bir anlamı yok: Yasemin kardeşini korumak için, Lale’ye tecavüz eden bir erkeği elleriyle öldürmüş.
Filmin sonunda, gecenin bir yarısı kör karanlığın ortasında arabaları bozulduğunda, keskin araba farlarının sert ışığında ve onlardan da keskin bir rüzgârda cesetle birlikte ortaya saçılıp dökülüyor her şey. Bu cinayet elbette bir yanıyla iki kardeş arasındaki ilişkinin de bir metaforu. Koruyucu abla ile korunmaya muhtaç kardeş ilişkisinin taşınabileceği uç noktalarından biri. Bir yanıyla da, süregiden ilişkinin sıradan bir durağı. Zira küçük kardeş halen, onun için adam öldürmüş olan ablasını “geç kalmış” olmakla suçlamaya devam ediyor. Film boyunca, onu terk edip gitmekle, anne-babasının cenazesine gelmemekle, kısacası “onun için orada olmamakla” suçladığı ablası bu kez de “geç kaldığı” için başına bu korkunç şeyin geldiğini iddia ediyor Lale. Yeterince korunmadığı, yaşadığı kötü şeylerin başına ablası yüzünden geldiği hissi belli ki hâlâ orada öylece duruyor.
Yasemin ise, korunması gereken kardeş söz konusu olduğunda ne yapılması gerekiyorsa onu yaptığından, her zamanki gibi kendinden emin. Ona verilen görev bu. Ama senin canını yakıyordu Lalecim, diyor sakince. Yine de, bir an için, her ikisi için birden güçlü olmaktan yorulup, o da gardını indiriyor; “hep kendini düşünüyorsun, beni görmüyorsun”, diye ağlıyor Yasemin, belki de ilk kez. Bir kırılma ânı. Ve ablanın bir anlık zayıflığı, kardeşi hemen güçlendirmeye yetiyor. Ufak bir rol değişikliği. Lale olaya el koyuyor, bir dolmuş durduruyor, yardım çağırıyor.
Kusursuzlar’ın sonu aslında iki sebepten güçlü. Öncelikle iki kardeşi birden anladığımız için: Kardeşinin, telefonlarını açmaktan kaçındığı sevgilisine evin adresini vererek haddini aşan zalim ablayı da; yan komşuları Kerim’in ondan hoşlandığını söyleyerek ablasını rezil etmeye niyet eden gaddar küçük kardeşi de. Ortadaki cesede rağmen, abla-kardeş olarak birbirlerine yaptıklarını yapmaya devam edeceklerini de pekâlâ biliyoruz. Evin bahçesine bir battaniye serip, üzerinde -belli ki tıpkı eski günlerdeki gibi- kıkır kıkır gülmeye başladıkları bir âna geri dönecek olursak. Küçüklükten kalan bir şeylerin onları sıkı sıkıya birbirlerine bağladığı ve bu bağın onlara bir güven ağı sağlamakla birlikte, aynı zamanda bir şeylerin değişmesine -en çok kendilerinin-, büyümesine, evrilmesine, başkalaşmasına engel olduğu oranda onlara zarar verdiğinin de bilincini taşıyan o küçük âna. Aslında Yasemin’in zamanında çekip gitmiş olmasının kıymetine, o kopuşu gerçekleştirmesinin gerekliliğine ve bunun her iki taraf için de kabulüne… Diğeri olmadan yapamama ile birbirine tahammül edememe diyalektiği, hele de yaşları yakın kız kardeşlerin ilişkisini tanımlayan asıl şeydir belki de.
Lale ve Yasemin bunun farkına varır gibiler filmin sonunda.
Ama finalin asıl gücü, bir kez ortadaki cesetten –ve elbette beraberinde borulardan gelen o seslerden- kurtulduklarında, yeniden bir ilişki tesis edebilmelerinde gizli. Margarethe Von Trotta’nın kız kardeşlerinin aksine, birbirlerinden kopmayı başarıp sonra yeniden suç ortağı olabildikleri için hayatta Lale ile Yasemin. Çünkü gecenin bir vakti bindikleri o erkeklerle dolu minibüste birbirlerinden başka kimseleri yok. Bizim Nevin ile, Çilem ile kız kardeş olduğumuz gibi kız kardeşler artık Lale ile Yasemin. Toplumsalda, birbirlerinden bağımsızlaşmış olarak, yeniden kız kardeşler.