Levent Cantek: Sadece yazarlar değil herkes çok yazıyor, çok şey söylüyor, çok konuşuyor. Dedikodu, magazin, tanışıklık, aktüalite çok karışıyor, böyle olunca biri hakkında yazmak zorlaşıyor
19 Ocak 2017 15:02
Bu söyleşinin başlığı “Hangi başlık konuştuklarımızı hapsetmeyecek” de olabilirdi. Levent Cantek, edebiyat, sinema, müzik ve mizaha emek vermiş isimlerin portrelerini, daha önce Mizah Mahallesi ve Resimli Edebiyat Takvimi’nin sayfalarında belirlediği üslupla Kuş Eppeği’nde biraraya getiriyor. Bu üslubun sınırlarını ve imkânlarını Cantek’e sorduk. “Ben kolay eleştirilebilecek metinler yazdığımı düşünüyorum” diyen Cantek, Kuş Eppeği, portre yazımı, sınırlar, yaşamın birkaç cümleye indirgenip indirgenemeyeceği üzerine sorularımızı yanıtladı. Söz, Levent Cantek’te…
Kuş Eppeği, ad, vaat, içerik ve boyut olarak aynı izlekte ilerliyor. Hem bir yazar hem de bir editör gözüyle yanıt vermenizi istesem: Form ne kadar önemli sizin için?
Biçimle oynayan kitapları seviyorum ama yayıncılık açısından risk olduğunu da biliyorum. Bu kitaba özgü bir deneme yapmak istedim, mesele o.
Kuş Eppeği’nde kimler var? Bir seçki, herhangi bir seçki, içeri aldıkları kadar, dışarıda bıraktıklarıyla da cümlesini kurar. Bu bakımdan, nasıl bir “kültür dünyası” sunuyor Kuş Eppeği?
Buna başkaları karar vermeli, “kültür dünyası” da tartışmalı bir alan. Niye o var da bu yok tartışması bence zaman kaybı olur. Şöyle diyeyim, ömrüm ve iştahım oldukça yazacağım bir anlatım tarzı bu, daha çok insan yazacağım.
Kadınların, gayrimüslimlerin temsili, mesela, bir kıstas mıydı sizin için?
Geniş bir alana baktığımı düşünüyorum, insan neyi seviyorsa, neyle ilgilendiyse, neye hâkimse oralarda geziniyor. İlla kıstas istiyorsanız gençlere ve yakın döneme özellikle pek bakmadım. Sanıldığı kadar çok kadın şair ve yazarımız yok ayrıca. Azınlıklar hakeza öyle… Ama Orhan Gencebay diliyle söylersem “ne söylesem bir eksik.”
Kuş Eppeği, Mizah Mahallesi ve Resimli Türkçe Edebiyat Takvimi’nde daha önce okurla buluşmuş isimleri de içeriyor. Mesela Mizah Mahallesi’nden Salih Memecan bu seçkide var da Oğuz Aral yok, takvimdeki portrelerden hemen herkes var da Hüseyin Rahmi yok. Bu sınırları nasıl belirlediniz?
Bir reçetem var diyemem, Resimli Türkçe Edebiyat Takvimi’nde günün tarihî olayına atıfta bulunarak arka sayfada iktibaslar yapardık. Bu sene bu iktibas işini yapmadım, olabildiğince özgün metin yazmaya çalıştım. Portreleri de o sebeple daha çok yazdım, her hafta bir tane olsun demiştim ama galiba daha fazla oldu. Kuş Eppeği’nde kullanmadığım elliye yakın portre var elimde. Kimisini sevmedim, kimisi daha bitmemiş gibi geldi… Erteledim diyelim… Birlikte çalıştığım insanlarla da konuştum, kimisi bu kitapta sadece edebiyatçılar olsun istedi, sinemacılar, müzisyenler, mizahçılar ayrı tutulsa diyenler oldu. Dinlemedim hiçbirini. Hissiyatım böyleydi.
Portre yazarları ekseri şahsen tanıdıkları isimleri yazmışlar; Yahya Kemal’den Refik Halid’e, Yusuf Ziya’ya pek çok isim bu yolu seçmiş. Beri yandan, Cemal Süreya “toplumda o sıra öne çıkan” isimleri yazarak toplumun yazıda izdüşümüne ulaşmayı hedefliyordu. Levent Yılmaz da sonradan Paralel Hayatlar adıyla kitaplaştıracağı portrelerin çıkış noktası olarak, bir söyleşisinde, “Tek derdim, aslında, eleştiri idi” diyor. Levent Cantek’in bu toplamı hazırlarken hedeflediği neydi?
Her edebî metinde dil oyunu, eleştiri, malumat, hoşbeş, alkış ve yuhalama vardır. Saydığınız isimleri azımsamak gibi bir niyetim yok, tarz olarak aynı şekilde yazdığımızı düşünmüyorum. Biyografik nitelikler, açıklamalar, mukayeseler yapan, uzun uzadıya anlatan birileriyle kıyaslanmam, bana değil asıl onlara haksızlık. Geçen birisi yüz yıl önce yazılmış bir portre kitabıyla beni kıyaslamış, bana mantıklı gelmiyor bu. Yorum yapmak, eleştirmek öğrenilen bir süreçtir ve tek biçimli değildir. Çocukken ilk eleştirdiğim yazar Kemalettin Tuğcu’ydu, bana gözyaşı da döktürmüş ilk yazardı ama. Kanarak okumak ve oradan sıyırılmak öğreticidir. Üniversitedeyken siyasî düşünceler dersini seçmeli olarak alan mühendislik bölümü öğrencilerini izlemiştim. Bir şeyi tartışırken neredeyse hepsi çok net ve keskindiler, abartıları doğru değildi ama ben öğrendiğim için söyledikleri bana zihin açıcı gelmişti. Onlar kadar kılıç kuşanmamam gerektiğini fark ettim. Derler ki o kötü romanı niye okuyorsun, o filme niye vakit harcıyorsun? Neyin yanlış yapıldığını anlamak çok öğreticidir, niye böyle bakılmıyor, bilemiyorum. Şairlerin yazdığı anlatılara özellikle dikkat kesilirim. Bağlamları farklıdır. Şairden coşku ve ters köşe okursunuz. Onlar genellikle başka tarafa bakarlar. Benim yazdıklarım illa bir şeye benzetilecekse şiir kitaplarının içindeki metinlere benziyor. Kıstas ve amaç derken hep aynı soruyu yineliyorsunuz, inanın, bu soruların tek bir cevabı yok, doğru cevabı ise hiç yok. İnsan yazmazsa ölecek gibi hisseder veya bir şeye kızarak, bazen coşkuyla yazar. Hatta bazen nedensiz yazar, nedeni sonradan üretir.
Yakup Kadri’den Çetin Altan’a, Haldun Taner’den Oktay Akbal’a, Beşir Ayvazoğlu’na, Enis Batur’a pek çok isim bu türde çok önemli eserler vermişken, portre edebiyatımızda ve okur nezdinde hakkı teslim edilen bir tür mü sizce?
Ben bu hakkını teslim etme işlerine pek inanmam. Bakın siz, böyle bir soru sorarak bu teslimi yapıyorsunuz işte. Portre yazanların veya türle ilgili kitapların az ilgi görmesinin bence bir önemi yok. Hayatta yaptığınız en iyi şey yazmaksa, sizi en mutlu eden şey yazmaksa… Yazacaksınız. Edebiyat öğretmenleri, yarışma jürileri, sanatseverler, kurumlar getirecek gerisini… Portre edebiyatı adına, onları temsilen konuşmayı ben yapamam. Zaten konuşma yapmak sevimsiz bir şey… Affedin beni…
Doğan Hızlan, 99 Yüz için yazdığı Önsöz’de “Her insanın biyografisi tek bir cümleye indirgenebilir” diyor. Bir yaşam bir portreye indirgenebilir mi sizce?
Bunun cevabı yok, edebiyat söz konusu olduğu için yok. Bir cümle, size bir yazarı anlatıyor gibi gelebilir, bir başkasına hiç ilgisi yok gibi gelebilir. Az cümleyle anlattığım için bana da söylenecek bunlar. İtiraz eden ve beğenmeyen de çıkacak, çok beğenen de. Bir hayatı, bir cümleyle değil üç cümleyle bile anlatmak risktir… Alkışa ya da yuhalanmaya hazır olacaksınız.
Bağlantılı olarak soralım: Kitapta iki portresi olan tek isim Aziz Nesin. İlk portrede Nesin’in birey olarak yazar, ikinci portrede ise toplumsal bir figür olarak yazar portresi öne çıkıyor. Neden önemliydi bu toplamda iki Aziz Nesin’in yer alması?
Aziz Nesin’i seviyorum da ondan, ileride bir gün biyografi yazarsam, onu yazacağım. Çalışkanlığını, huysuzluğunu, adanmışlığını seviyorum. Bunu sorsunlar diye iki kere yazdım…
Peki, yapılan her tanım aslında bu isimleri bir kimliğe, bir sıfata hapsetmiyor mu? Sözgelimi, “soap opera mutsuzluğu ve bahtiyarlığı” Sevim Burak’ı, “melankoli tutsağı” Tezer Özlü’yü, “günahkâr kullarından edebiyatın” Murathan Mungan’ı, “mürteci öfkesi” Falih Rıfkı Atay’ı doyurucu bir şekilde tarif ediyor mu sizce?
Bu söyleşiye bir başlık atacaksınız, peki o başlık, konuştuklarımızı hapsetmeyecek mi? Lütfen yanlış anlamayın, şaka yapıyorum. Hapsetmek demeyelim. Bunlar birer yorum, metaforlar içeriyor, epeycesi muğlak hatta. Ben bir şey yazıyorum, çoğu şey, bilenleri için bir gönderme. O yazarın geçmişinde bir yeri olduğunu bilmiyorsanız, size iyi ya da kötü akışkanlığı olan bir cümle gelebilir, geçer gidersiniz. Dünyanın sonu değil, portre dendiğinde ansiklopediler akla geliyor. Ben kolay eleştirilebilecek metinler yazdığımı düşünüyorum. Bunu sevmiş, bunu abartmış, bunu yazarken eğlenmiş diyecekler.
Hilmi Yavuz, Belleğin Kuytularından’da “Acaba Yakup Kadri kadar müstehzi, Yusuf Ziya kadar acımasız, Yahya Kemal kadar doğrucu olabilir miyim? Belki bütün bunlar, ancak, portreleri yazılacak kişilerin adlarını vermeden yapılabilir” diyor. Sizin üslup açısından tutturmayı hedeflediğiniz bir ton var mıydı?
İnsan olarak iyimser biri olduğumu düşünüyorum. Kin tutmuyorum, kolay unuturum, işime gücüme bakarım. Hayallerim var, onlar için çalışıyorum. Yazarlığımın, yazarak geçinmemin de bir lütuf ve şans olduğuna inanıyorum. İyi bir okurum, iyi bir film izleyicisiyim. Bunları niye anlattım? Ton dediğimiz, üslup dediğimiz şeyler buralardan çıkar, eğitimden, aileden, çevreden, sınıftan, yazma deneyiminden, zamandan ve yoğunlaşmadan çıkar… Hilmi Yavuz’la başlayayım, verdiği her örneğe itiraz ediyorum, ben asla öyle demem. Yakup Kadri, müstehzi filan değildir veya Yahya Kemal doğrucu. Yusuf Ziya, acımasız değil, olsa olsa acınasıdır. Sorunuza geleceğim, bağlamı şöyle kurayım. Bir yazar vardı, öğrencileri okuduğu için sevişme sahnesi yazamadığını, karakterlerini küfrettiremediğini söylüyordu bana. Saçma olduğu için buna gülünebilir ama bir yandan da sükûnetle bu ihtimamı anlayabiliriz. Öte yandan aynı yazar, üniversitedeki öğrencilerine kitabını zorunlu olarak satın aldırıyorsa gülmekten fazlasını yapmalıyız. Şimdi bu örnek, edebiyatın bir parçası mı? Yakına, bugüne geldikçe yazar büyüsü dağılıyor, tanıyorsun, görüyorsun. Yazar da bunu dağıtıyor, Türkiye, tarihin hiçbir ânında şimdiki kadar çok yazmadı. Sadece yazarlar değil herkes çok yazıyor, çok şey söylüyor, çok konuşuyor. Dedikodu, magazin, tanışıklık, aktüalite çok karışıyor, böyle olunca biri hakkında yazmak zorlaşıyor. Oğuz Aral’ın bir uyarısı varmış, kendi uyabilmiş mi bilmiyorum, bence anlamlı bir çerçevesi var. Diyor ki “kimsenin çayını içemeyeceksin,” eleştireceğin insanlarla aynı masaya oturmayacaksın, yok oturursan eleştiremezsin. Uzun yaşarsam, ileride anılarımı, isim isim, hiç saklamadan yazacağım. Ama yakından tanıdığım yazarları, hele bugünün yazarlarını Kuş Eppeği tadında anlatmayı hiç düşünmedim.
Bir kişinin portresi, kuşkusuz, övgü, hiciv, parodi gibi pek çok işleve hizmet edecek şekilde yazılabilir. Yusuf Ziya, Kerime Nadir, Levent Kırca, Kuntay, Kozanoğlu gibi bazı portrelerde sivri eleştiri, yadırgayan ve yargılayan bir tavır varken, “dalından düşecek kadar büyük bir rüya elması” dediğiniz Nazlı Eray için, mesela, yoğun bir sevgi hissediliyor. Portre, hep bir başkasının, hep yazarın mıdır?
Siz de bir yorum yapıyorsunuz, insanların neyi yadırgayacağını bilmek her zaman tahmin edilebilir değil. Nazlı Eray için “hafif deli” dedim, ya sizin gibi düşünmüyorsa… Nasıl okuduğunuz önemli, tabii ki ne demek istediğinizi anladım. Sanıyorum Kuntay’ın her yazdığını, sadece kitaplarını değil günbegün her gazete yazısını günlerce aylarca okumuşumdur. Kozanoğlu’nun her kitabını ta çocukluğumdan biliyorum, kendimi bir Yusuf Ziya uzmanı sayabilirim. Sizin sivri dediğiniz eleştiriyi ben yakınlaşmaktan gelen hararet olarak görüyorum. Yoksa o sivriliği sahiden yöneltebileceğim başkaları vardı, onlara henüz girmedim diyelim. Genel olarak iyimser metinler yazdığımı düşünüyorum, en çok o yönden eleştirilebilirler hatta… Biraz “şair helecanı” var içerde… Eşe dosta Selçuk Baran’la iki saat konuşabilseydim keşke diyorum mesela… Enis Batur’la hiç tanışmıyoruz, bir kere telefonda konuştuk, size hikâye yazdırmak istiyorum dedim, şaşırarak kahkaha attı. Yazdığım portreler biraz o kahkaha tadında olsun isterim. Uçucu ve hayat dolu…
Adalet Ağaoğlu, Halide Edib gibi yapan- eden portrelerin yanında, “Türkçenin en çok âşık olunan kadını” Tomris Uyar ve bir ölçüye dek “Resimsi. Sinemasal” Füruzan fazlasıyla edilgen, maruz kalan portreler olarak ortaya çıkıyor. Bu eleştiriye ne dersiniz?
Öyle yazmadığımı iyi biliyorum. Kim söylüyor bunu? Üstelik, kadınların daha iyi yazdıklarına inanıyorum, her türlü azınlık ve her türlü azınlığın azınlığı, bence yazmak hususunda iki adım önde… Romantize etmiyorum, işim gereği çok okuyorum, gördüğümü söylüyorum.
Nahid Sırrı Örik için “Sözcükleri mi eskiydi yoksa erkek Bâbıali, eşcinsel Nahid Sırrı’yı yazardan mı saymıyordu” diye soruyorsunuz. Ya bugün? Bugün edebiyatımızda bir tür müesses nizamdan söz edilebilir mi sizce? Bugün edebiyatımız “erkek” mi?
Evet, ekseriyetle erkek ve çok bağırıyor, çok iddialı. Bağırınca haklı olduğunuz düşünülür, iddia ederken çok net olursunuz, hayran toplarsınız. Günümüz edebiyatı nerede duruyor sorusunun cevabı daha derin tabii… Onu söylemiyorum, bir yoğunlaşmadan söz ediyorum. Zamanın ruhu da öyle. Herkes çok haşin ve sert… Hiç kolay değil artık hasbihal etmek.
Reşat Nuri neden romancılığımızın “hem sonu hem doğuşu”dur?
Reşat Nuri, romanı topluma sevdirerek, okutarak bir yerden bir yere getiren çok ama çok önemli bir yazar, ondan sonra kimse öyle şeyler anlatmadı. Belki artık gerek yoktu, belki bir daralma oldu. Paradigma değişti. Hem ortaya çıkışı hem de yokluğu böyle anlatılabilir.
Oğuz Atay için “Türkiye’nin ruhu” diyorsunuz. Neden?
Lütfen yanlış anlamayın, yazdıklarımla ilgili derkenar türünden bir açıklama yapmayı kendi adıma doğru bulmuyorum. Bir tane yaptım, siz de beni kırmayın. Üstelik, bence Oğuz Atay okuyan herkesin bilebileceği bir şey bu. Muamması pek yok demek istiyorum.
Önsöz’de “… yazarlar enikonu yalancıdır… E ben öyleyim. Üstüne üstlük yazarlar bir de hırsızdır” diyorsunuz. Bu, okur bir yana, yazar Levent Cantek’ten, editör Levent Cantek’e bir hatırlatma olarak da okunabilir mi? Ya da bu bilgi, editör olarak çalışmalarınıza ne kadar içkin?
Yok canım öyle bir şey yapmıyorum. Kuramsal tartışmalara dair mizahi bir gönderme aslında bu. Vaaz verir gibi kestirimde bulunuyorum, şöyledir böyledir filan. Ama madem yeri geldi, yalancı deyince aklıma geleni anlatayım. Otuz yıl önce anneanneme yüksek sesle roman okuyordum, dramatik bir sahnede, rahmetli başladı ağlamaya. O ağlayınca üzülmesin diye “yalan bu anane” dedim, “roman işte ağlama.” “Yalan olur mu, yalan yazar mı koca yazar” dedi. Roman dediğin yalan dünya, şiir dediğin yalancı cennet… Yuvarlanıp gidiyoruz. Sanat olmasa nasıl katlanırdık bu hayata bilmiyorum.