"Afro-Amerikan şiirinin kanonun dışında konumlanmasında Langston Hughes’un öncü bir rol oynadığını söylemek herhalde yanlış olmaz. Hughes kendinden sonra gelen tüm Afro-Amerikan yazarları derinden etkileyen bir dönüşümün gerçekleşmesini sağladı: Ten rengini inkâr etmeden, siyahlıktan yola çıkarak kaleme aldı şiirlerini."
12 Kasım 2020 21:30
Amerika’da Siyah olma duygusunu anlatan başlıca metinlerden James Baldwin’in Yerli bir Çocuğun Notları için hangi sıfatı kullanırdınız? Otobiyografik? Yalın? Kışkırtıcı? Eleştirel? Gerçekçi? Langston Hughes, New York Times’da kaleme aldığı bir eleştiri yazısında Baldwin’in bu denemeleri için daha farklı bir sözcüğe başvuruyor: Şiirsel. “Düşünce şiire dönüşüyor ve şiir düşünceye ışık tutuyor,” diye yazıyor Hughes:
“Nasıl deniz dalgaları kullanıyorsa, Baldwin de kelimeleri öyle kullanıyor, onlarla kıyıya vurup çekiliyor, ilerleyip geri adım atıyor, yükselip selam vererek kayboluyor.”
Form olarak şiire belki de en uzak bir metin için diyor bunu. Çünkü Hughes burada başka bir duyuya öncelik veriyor: Sese. Daha doğrusu sesin, düşünceyle ahengine. Zamanı yaklaşık 70 sene ileriye alıp çağdaş şairlerden Ben Lerner’ın bir söyleşisinden not aldığım şu sözleri anımsatıyor bana:
“Şiir, dilin her bir parçacığının en çok anlamla yüklü olduğu alandır.”
Hughes da bir ses ritmiyle, sözcük seçimiyle erişilen o anlam yoğunluğunda arıyor şiiri.
O dönem adından daha yeni söz ettiren Baldwin’e bir eleştirisi de var. Özellikle ilk romanı Git Onu Dağda Söyle’de bu ahengin yetersiz olduğunu söylüyor. “Benim düşünceme göre Baldwin denemesinde düşünce kışkırtmada, kurmacada duygu uyandırmaktan daha başarılı,” diye yazıyor Hughes. Ardından da şunu öğütlüyor: “Baldwin’in görüşlerinin yarı Amerikalı, yarı Afro-Amerikalı ve daha tam birbirleriyle karışmamış olması önünde bir engel ve bunu aşması gerektiğinin Baldwin’in kendisi de farkında.”
Afro-Amerikan şiirinin kanonun dışında konumlanmasında Langston Hughes’un öncü bir rol oynadığını söylemek herhalde yanlış olmaz. Ondan önce de şiir ve kurmaca eserler kaleme alan Siyah yazarlar vardı, Paul Laurance Dunbar ya da W. E. B. Du Bois gibi. Harlem Renaissance akımının üyelerinden, oyuncu ve müzisyen kimliğiyle tanınan Paul Robeson da etkisi azımsanamayacak bir figür haline geldi (ki ilginç bir anekdot, Robeson’a dair Kürt şair Cegerxwîn’in daha sonra Şivan Perwer tarafından bestelenen “Heval Pol Robson” adlı bir şiiri de vardır). Ne 33 yaşında hayatını kaybeden ve Siyahlara özgü konuşma biçimiyle şiirler kaleme alan Dunbar ne de daha çok kurmaca dışı eseri The Souls of Black Folks (“Siyahların Ruhu”) ile tanınan W.E.B. Dubois, Hughes kadar cüretle Siyahlara özgü bir estetiğin bilinçli olarak benimsenmesini teşvik etti. Hughes kendinden sonra gelen tüm Afro-Amerikan yazarları derinden etkileyen bir dönüşümün gerçekleşmesini sağladı: Ten rengini inkâr etmeden, siyahlıktan yola çıkarak kaleme aldı şiirlerini. Ona göre hiçbir Siyah sanatçı kendi dünyasından, kültüründen, hele hele müziğinden, dansından, neşesinden azade olmaya çalışmamalıydı. “Zenci Sanatçı ve Irksal Dağ“ adlı manifestosunda şöyle diyordu Hughes: “Sanki kendi ırksal dünyası başka herhangi bir dünya kadar ilgi çekici değilmiş gibi ‘Şair olmak istiyorum, Zenci şair değil’ diyen Siyah şair adına utanıyorum. Kendi yüz hatlarındaki beyazlık yoksunluğunun garipliğinden ürktüğü için akademisyenlerin yordamıyla Zenci suratlardan kaçarak günbatımları resmeden Siyah sanatçı adına da utanıyorum. Sanatçılar ne yaptığını seçmekte özgür olmalı, şüphesiz, ama seçtiğini yapmaktan da asla korkmamalı.”
Langston Hughes
Şiiri belki de Siyahların siyah rengiyle ilk buluşmalarından biri. New York’ta, özellikle 20. yüzyılın başlarından itibaren Siyahlarla özdeşleşen bir getto olan Harlem mahallesini mesken edinmiş Harlem Renaissance akımının arka planında yatan bakış açısı da buydu: Beyazların dayattığı estetik anlayışını hiçe sayarak, Siyahlara özgü bir estetiğin tohumlarını atmak. Bunun için gerekenler ise siyahı utanılan bir renk olmaktan çıkarıp, bir başka deyişle önce kendini kabullenip, bir tutam da özlem duyulan o özgürlüğe göz kırpmaktı. Tıpkı Hughes’un “Dream Variation” (Hayal Çeşitlemesi) şiirindeki gibi:
Kollarımı genişçe açmak
Güneşte bir yere doğru,
Dönmek ve dans etmek
Beyaz gün bitene dek
Sonra dinlenmek serin akşamda
Uzun bir ağacın altında
Gece usulca yaklaşırken
Benim gibi kara, –
İşte budur rüyam!
Kollarımı genişçe açmak,
Güneşin yüzüne doğru,
Dans et! Dön! Dön!
Hızlı gün bitene dek
Dinlenmek soluk akşamda …
Uzun, ince bir ağaç…
Gece yumuşacık yaklaşırken
Benim gibi siyah.
Hughes’un hayatının şiirle kesişmesi en iyi caz kompozisyonlarından mülhem bir doğaçlamanın sihriyle açıklanabilir ancak. Columbia Üniversitesi’ndeki üniversite öğrenimini yarıda bırakıp bir teknede denizci olarak iş bulması ve bu sayede Afrika’nın Batı kıyısındaki liman şehirlerini gezmesi onda kalıcı bir iz bırakmasaydı, belki de “tamtam” sesleri eksik kalacaktı şiirlerinden. İki büyük seyahatinden döndükten iki yıl sonra, 1926’da yayımladığı The Weary Blues (“Yorgun Blues” ya da bir diğer çevirisiyle “Yorgun Ezgiler”) şiirleri de bu dönemde tomurcuklandı. Kendini yeniden keşfetme sürecinin ilk duraklarından, evrelerinden biriydi bu seyahatler. W.E.B. Dubois’nın Siyah İnsanların Ruhları eserinde araladığı kapıyı sonuna kadar açacaktı Hughes: Bundan böyle kocaman bir kıtayla özdeşleşecekti siyahlık. Sonraki yıllarda pan-Afrikalılık akımıyla ve özellikle 1960’lardan itibaren Malcolm X’in o ünlü “Biz Afrikalıyız” sözleriyle bu özdeşlik çok daha politik bir anlama bürünecekti. Şöyle başlıyor The Weary Blues:
Ben Zenciyim:
Siyahım gece siyah olduğu gibi,
Siyahım Afrika’mın derinlikleri gibi.
Tema belliydi artık. Peki ya vezin? Yeni kurulan bu estetiğin sesi, ritmi ne olmalıydı? Hughes, uğradığı gece kulüplerinde çalan müziğe kabartıyordu kulağını. “Caz bana göre Amerika’da Zencilerin yaşamının özünde yatan ifadelerinden biridir,” diye yazıyordu.
“Zenci ruhunun atışının ebedi tamtam sesi –metro vagonlarından, çalışmak, çalışmak ve çalışmaktan ibaret, beyaz bir dünyadaki yorgunluğa karşı isyanın tamtamı; mutluluk ve kahkahanın, bir gülümseme ile yutulan acının tamtamı. (…) Benim görüşüm, genç Zenci sanatçının ödevi– başkalarının ona vereceği bir ödevi kabul ediyorsa eğer –halkının arzularında gizlenen o eski ‘beyaz olmak istiyorum’ fısıltısını sanatının gücüyle ‘Neden beyaz olmak isteyeyim ki? Ben Zenciyim– ve güzelim’ ile değiştirmek olmalı.”
Cazın gülümseten, dans ettiren coşkusu ile blues’un ritmine karışır siyahın güzelliği. The Weary Blues’un son şiiri “Epilog”da adeta bir bütün olurlar bir daha ayrılmamak üzere:
Ben de Amerika’yı söylüyorum.
Koyu kardeşinizim.
Yemeğimi yemeye mutfağa gönderirler beni
Misafirler geldiğinde,
Ama gülerim,
Güzel yerim,
Güçlenirim.
Yarın,
Masada oturacağım
Misafirler geldiğinde.
Kimse cüret edemeyecek
“Git mutfakta ye”
Demeye
O zaman.
Üstelik,
Görecekler ne kadar güzel olduğumu
Ve utanacaklar, –
Ben de Amerika’yım.
Yeri geldiğinde de sahneye çıkıp şiirini müzikle birleştirecekti. Böylece çok önemli bir geleneği de başlatanlardan biri olacaktı.
Siyahların özgürleşmesi önce kimsenin köle ve ikinci sınıf vatandaş olmayı hak etmediğinin idrakiyle mümkün olabilirdi, yani önce beyazların asırlar boyu ürettiği bir söylemin lime lime edilmesi gerekiyordu. Masum gibi görünen bu dizelerin amacı tam da bu: Utancın yükünü Siyahların omuzlarından alıp asıl ait oldukları yere, beyazların sırtına yüklemek. Sadece şiirlerinde değil, öykülerinde (Özellikle de “Beyazların huyları” diye çevrilebilecek The Way of White Folks’ta) ve oyunlarında da bunu yapacaktı. “Bu dönemde üreten biz genç zenci sanatçılar koyu tenli benliğimizi korkmadan veya utanmadan ifade etmek istiyoruz,” diye yazıyordu Hughes ve şu sözlerle bitiriyordu manifestosunu:
“Beyazların hoşuna giderse ne âlâ. Gitmezse, hiçbir önemi yok. Güzel olduğumuzu biliyoruz. Çirkin olduğumuzu da. Tamtam ağlar ve tamtam güler. Siyahların hoşuna giderse ne âlâ. Eğer gitmezse, onların hoşnutsuzluğunun da bir önemi yok. Mabetlerimizi yarınlar için inşa ediyoruz, olabildiğince güçlü, ve duruyoruz dağın tepesinde, kendi içimizde hür.”
İnkâr edilen güzelliğin Hughes’un aynasında hiç sönmemek üzere yansıması, sivil haklar mücadelesini mümkün kılan bilinçlenmenin belki de ilk adımıydı.
Gece ne kadar güzel
Halkımın yüzleri de öyle.
Yıldızlar ne kadar güzel,
Halkımın gözleri de öyle.
Güzel, bir o kadar güneş.
Güzel, bir o kadar halkımın ruhu.
Firaliliğin sembolü olarak Afro-Amerikan edebiyatın çekim merkezi New York’un parya semti Harlem’e taşınıyordu. Bugün bir sanat kolektifi tarafından sahiplenen evinde temeli atılacaktı Harlem Renaissance akımının. Siyah bireyi siyah rengiyle ve şiirle buluşturmuştu Hughes. Yakın şair dostu Gwendolyn Brooks’un tabiriyle bunu yapmayı bir misyon olarak benimsemişti:
“O kendini, halkının gerçek kıymetini bilen biri olarak görüyordu ve Siyahların ‘dünyanın en muhteşem insanları’ olduklarını düşünüyordu. Şiirlerinde, kurmacalarında, denemelerinde ve oyunlarında onların varlığını kutlamak istiyordu. Güçlü yanlarını, direnme güçlerini, cesaretlerini ve mizahlarını kayda geçirmek istiyordu.”
Bireyin ardından bu kez şiir bireylerin yaşadığı mahalleyi sarıp sarmalayacaktı. Bayrağı ise Brooks devralacak, şiirin tılsımını Harlem’den Şikago’nun kenar mahallelerinden Bronzeville’e taşıyacaktı.
•