Latin Amerikalı yazarların çoğu aynı zamanda büyük kitle hareketlerinin, darbe karşıtı grupların bir parçasıydı ve yaşadıkları ortam onların yeni anlatı imkânlarını zorlamasını sağladı...
15 Ağustos 2016 15:45
Latin Amerika edebiyatı 1960’lara doğru yaşadığı patlama ile tüm dünyada tanınmakla kalmadı, dünya edebiyatına yeni bir fenomen de kazandırmış oldu. Varoluşçu bir karamsarlık da içeren realist hikâyeler, coğrafyanın kaderi içinde sürüklenen karakterler, dilin ve geleneklerin imkânlarını aşan bir üslup bu edebiyatın en önemli özellikleriydi. Patlamanın daha politik alt metinlere sahip ve ironinin gücünü daha çok kullanan ikinci dönemi sayılabilecek 1970 sonrası ise bu rüzgârın etkisi ile sırtını bir parça da büyülü gerçekliğe dayayarak darbenin, yazarın kişisel tarihine etkilerinin de açıkça hissedildiği bir edebiyat ortaya çıkacaktı.
Latin Amerika edebiyatını, ülkelerin 21. yüzyıl boyunca yaşadığı askerî ve sivil darbeler göz önünde bulundurulduğunda darbe etkisi olmadan okumak adeta imkânsızdır. Birçok toplumsal ve siyasal olayla Türkiye’nin “dünyanın öbür ucundaki” kardeşi diyebileceğimiz Latin Amerika ülkelerine bu derece yakınlık duymamız boşuna değil. Edebiyata da yansıyan bu yakınlıkta ülkelerin, dolayısıyla yazarın ve okurun ortaklaşan kaderi önemli bir etkiye sahip. Türkiye edebiyatında da farklı dönemlerde gerçekleşen darbeler, ardında Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu ve Erdal Öz gibi isimlerin tarihe tanıklık eden eserlerini bıraktı, fakat Latin Amerika edebiyatında bu darbeler, bitmeyen iç savaşlar, cunta dönemleri bütün dünyaya yayılan ve Latin American Boom olarak adlandırılan edebiyat patlamasının en önemli kaynaklarından biri oldu. Latin Amerika edebiyatının darbelerin ardından kendisine tıpkı bir dönemin Fransız ya da Rus edebiyatı gibi bir patlama yaratabilmesinin en önemli sebebi ise bu patlamayı yaratan yazarların aynı zamanda politik bir geçmişe de sahip olmasıydı. Şans ya da şanssızlık, nasıl görürseniz, Latin Amerikalı yazarların çoğu aynı zamanda büyük kitle hareketlerinin, darbe karşıtı grupların bir parçasıydı ve yaşadıkları ortam onların yeni anlatı imkânlarını zorlamasını, tanıklıklarını farklı tarzlarda öyküleştirmesini ve Türkiye’deki darbe edebiyatından farklı olarak tüm dünyada tanınan bir edebî akımın oluşumuna kaynaklık etmesini sağladı.
Latin Amerika edebiyatının, diktatörleri, baskıcı rejimleri ve darbeleri konu alan, kimi zaman karamsar, kanlı ama bir o kadar da yalın ve sözlü anlatıyı, meselleri anımsatan hikâyelerinde kendimizden bir şeyler bulduğumuz bir gerçek. Şili, Arjantin, Kolombiya, Peru, Guatemala, Küba, Meksika, Brezilya gibi ülkelerin, çoğu Amerika desteği ve etkisiyle gerçekleşen askerî ve sivil darbeler eşliğinde ortaklaşan kaderi, tüm bu baskı ortamı sırasında yaşayan bir neslin kayıp yaşamını da yansıtıyor. Bu kayıp neslin bir parçası olan yazarlar ise günümüzde dahi darbe etkisinde yaşanan hayatlara dair eserler üretmeye devam ediyor. İşte Türkçede de bulabileceğimiz, Latin Amerika edebiyatının dünyada en çok tanınan isimleri tarafından yazılmış, içinden darbe ve sonrasında yaşanan diktatörlüklerin geçtiği romanlar ve denemeler.
Yönetmen Miguel Littin, 1985 yılında kılık ve kimlik değiştirerek ülkesi Şili’de tam altı hafta geçirir. Littin, içinde birçok sanatçının da bulunduğu, beş bin kişilik ülkeye girmesi yasaklı isimler arasındadır ve 12 yıldır diktatörlükle yönetilen ülkesinden uzaktır. Yönetmen, Uruguaylı bir iş adamı gibi davranarak, ülkesinde üç farklı film ekibi ile birlikte içinde General Pinochet’nin özel odasının da bulunduğu birçok mekânda ve sokaklarda saatler süren çekimler yaptı. İşte bu maceradan bir yıl sonra Márquez ve Littin Madrid’de bir araya geldi ve ortaya yönetmenin kahramanı olduğu bir kitap ortaya çıktı. Márquez’in amacı Littin’in darbe sonrası diktatörlük ortamında giriştiği belgeselin perde arkasını kaleme dökmekti. Şili’de Gizlice kitabı, darbe sonrası hayatı değişen bir yönetmenin “Bu, hayatımın en kahramanca eylemi olmayabilir ama, en onurlu eylemi olduğu kesin.” dediği bir maceranın hikâyesi.
Nobel Ödüllü Márquez’in yazının en önemli özelliği Latin Amerika’yı sosyolojik, tarihî, politik olarak ulaşılabilir kılması ve bilinçli bir kurgusallıkla gerçeği yansıtması diyebiliriz. Yüzyıllık Yalnızlık’ta bu iki özellik en yoğun hâliyle karşımızdadır. Her ne kadar kitap ilk bakışta Macondo kasabasında yaşayan bir ailenin birçok neslinin hikâyesi olarak görülse de, bu kişisel tarih, Kolombiya ve Latin Amerika’nın bitmek tükenmek bilmeyen iç savaşlarının, çete şiddetinin ve kaçınılmaz olarak darbelerin de temsili gibidir.
Söz konusu Latin Amerika darbe edebiyatı olduğunda, Turing’in Hezeyanı konunun işlenme şekli ile “büyülü gerçeklik” etkisindeki anlatılardan önemli bir farklılık gösteriyor. Bolivyalı yazar Paz Soldán, askerî darbeler döneminden kalma diktatör Montenegro’nun, ülkeyi, büyük şirketlere satma çabasını ülkesini bu durumdan kurtarmaya çalışan bir bilişim çetesine odaklanarak ele alıyor. Anlatıda, farklı karakterlerin gözünden, darbe dönemi diktatörünün karşısında hem sokaklara dökülen halkın hem de bir grup hacker’ın ülkenin kaderini değiştirmek için uğraşı işleniyor.
Miguel Angel Asturias, ülkemizde Márquez ya da Borges kadar bilinen bir yazar olmasa da tüm dünyada Latin Amerika edebiyatının en çok okunan yazarlarından biri. Türkçede ise sadece en önemli eseri diyebileceğimiz Sayın Başkan’ı okumak mümkün. Sayın Başkan, çizdiği karakter ile Nobel Ödüllü Asturias’ın kaleminden çıkan en tehlikeli roman olarak görülüyor ve Güney Amerika ülkelerinde ne zaman bir devrim ya da darbe havası esse kitapçı vitrinlerinden ilk kaldırılan kitap olarak biliniyor.
Yazarın, darbe sonrası diktatörlükler üzerine söylediği sözler, darbelerin sonuçlarını yaşanmışlıklara dayanarak dile getirmesi açısından da önemli: “Daha çocukluğum sıralarında, diktatörün adından, o da evlerin en kuytu köşelerinde, ancak alçak sesle bahsedilirdi. Bu tip başkanlar elle tutulur hiçbir eser bırakmamışlardır. Aksine, ülkelerini fakirleştirmişler, öksüzleştirmişlerdir. Bu şartlar altında yazara tek yol kalıyordu: Muhalefet… Bu yol da yazarı kaçınılmaz şekilde ya hapse ya sürgüne götürüyordu. Ben ikisini de tattım. Hatta bir ara vatansız kaldım. 1954'ten 1959'a kadar nüfus cüzdanım yoktu. O sırada hukuk fakültesi dekanı olan bugünkü başkanımızın çabasıyla Guatemala pasaportu alabildim. Latin Amerika yalnız folklordan ibaret değildir. Ben de kitabımda bunu anlatmaya çalıştım.”
Günümüzde Latin Amerika edebiyatının en çok tanınan isimlerinden biri hâline gelen Roberto Baleño, darbe döneminin sanatçı üzerindeki etkisini belki de en iyi kaleme alan isim. Meksika'dan Allende'yi desteklemek üzere Şili'ye doğru yola çıkan ve ülkesine 11 Eylül 1973 General Pinochet darbesinin ertesi günü varan, varır varmaz da Pinochet karşıtı direnişe katılmaya karar veren Bolaño, Vahşi Hafiyeler adlı kitabını “kendi kuşağıma yazdığım bir aşk mektubu” diye tanımlar. O kayıp darbe kuşağı içinse, "kuşağım tüm gençler gibi aptal ve cömertti, elimizdeki her şeyi veriyor, karşılığında hiçbir şey beklemiyorduk. Şimdi bizden geriye hiçbir şey kalmadı... Latin Amerika toprağında yatıyor cesetlerimiz," sözlerini söyler. Askerî ve sivil darbelerin hüküm sürdüğü bir tarihte, yazarın kuşağı ne ilk ne de son kayıp nesil olacak, o hayatlardan geriye ise tüm dünyaya etkisi yayılan bir edebiyat ve onlarca anlatı kalacaktır.
Roberto Bolaño’nun pek çok eserinde olduğu gibi Uzak Yıldız’da da otobiyografik ögelerle karşılaşıyoruz. Pinochet darbesinden sonra değişen hayatları bir edebiyatçının gözünden anlatan yazar, darbe sırasında sanatçıların yüz yüze kaldıkları baskı ortamını ele alması açısından da çok önemli. Darbelerin meşrulaştırılma süreci ve bir toplumun dönüşümleri üzerine 12 Eylül askerî darbesine benzer bir dönemi anlatan Bolaño, edebiyatta siyasetin etkisine dair de okuru yüzleşmesi gereken sorularla baş başa bırakıyor.
Latin Amerika’nın yüzyıllar süren sömürü tarihi, askerî ve sivil darbelerin bir sonucu değil sebebi gibidir. Eduardo Galeano, her ne kadar birbirinden değerli edebî eserlerin yaratıcısı olsa da, deneme türündeki kitabı Latin Amerika’nın Kesik Damarları tüm dünyada ismi ile birlikte anılan bir eser hâline gelmiştir. Darbe etkisi altındaki kurmaca eserlerden farklı olarak deneme türünde olan kitap, onlarca yıllık bir tarihe deneyimler eşliğinde tanıklık etmesiyle, yazarın hikâyelerinin de önüne geçecek kadar ilgi görmüş, hatta yazar bu konudaki rahatsızlığını da dile getirmiştir. Kitap darbelerin, diktatörlerin ve Güney Amerika ülkelerini tek lokmada yutmak isteyen emperyalizmin kestiği damarların resmi niteliğindedir.
Latin Amerika’nın tarihi sadece darbelerden, işkence ve sürgünlerden değil aynı zamanda bitmeyen bir mücadeleden ve umuttan da ibarettir. Galeano’nun başyapıtlarından biri sayılan Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, tam da bu mücadelenin ve direnişin tarihine tanıklık ediyor. Bir yaşam öyküsü de denilebilecek denemelerden oluşan kitap, bambaşka iki coğrafya olarak Türkiye ve Latin Amerika’nın ortaklaşan tarihini de anlamamız için bir rehber niteliği taşıyor.
Arjantin’de darbe sonrası faşist diktatörlük döneminde geçen Örümcek Kadının Öpücüğü, bizi 1976 yılında bir hapishane koğuşuna götürür. Arjantinli yazar Manuel Puig, 1819’dan bu yana sadece iki devlet başkanının darbesiz bir şekilde görevini teslim ettiği Arjantin’in bir dönemini, aynı koğuşu paylaşan bir devrimci ve bir eşcinselin ilişkileri üzerinden anlatır. Film teknikleri üzerine de çalışmalar yürüten Puig’in anlatısı sinematografik ögeler eşliğinde adeta söz konusu baskı rejiminin içine girmemizi ve darbenin sıradan hayatlar üzerindeki en ağır etkilerini üzerimizde hissetmemizi sağlar. Kitap, 1985 yılında Brezilyalı yönetmen Hector Babenco tarafından aynı isimle beyazperdeye de yansımış ve Latin Amerika sinemasının kült filmlerinden biri hâline gelmiştir.
Ruhlar Evi, Latin Amerika’nın en önemli yazarlarından biri olarak görülen Isabel Allende’nin tüm dünyada en çok okunan eserlerinden biri. Üç kuşak bir ailenin tarihini, Latin Amerika tarihinden bilindik isimlerin hayatlarındaki perde arkası hikâyeler eşliğinde ele alan yazar kurmaca ile anının kol kola ilerlediği bir anlatı ortaya çıkarıyor. “Şili'nin seçimle iş başına gelen, askerî bir darbeyle devrilip öldürülen Marksist başkanı Salvador Allende'nin son saatleri nasıl geçti? Nobel Ödüllü büyük şair Pablo Neruda'nın cenaze töreni, faşist diktatör Pinochet'nin onca baskısına karşın, nasıl bir gösteriye dönüştü” gibi Şili tarihine damga vuran birçok olayın da bilinmeyen taraflarını ele alan roman, büyülü gerçeklik türünün de en önemli eserlerinden biri olarak görülüyor.
1973 Şili darbesi sonrasında sürgüne gönderilen ve uzun yıllar Venezuela’da yaşamak zorunda kalan yazar Isabel Allende, Yüreğimdeki Ülkem’de yer alan denemeleri ile kendi tanıklıkları üzerinden bir darbe sonrası hayat haritası çiziyor. Darbelerin en önemli etkilerinden biri olan “yurtsuz” hissetme hâli, Yüreğimdeki Ülkem’de hayatının çoğu sürgünde geçen Isabel Allende’nin deneyimleri üzerinden özyaşamsal bir biçimde aktarılıyor. Kendini hiçbir yere ait hissetmeyen, ülkesine dönmesi, dönse dahi orada yaşamını olağan bir şekilde sürdürmesi mümkün olmayan bir yazarın iç dünyasına ve onun içindeki “ülke” imgesine doğru sarsıntılı bir yolculuk Yüreğimdeki Ülkem.