Sevgili Leylâ Hanım... Bizim sizi kırmızı kâğıttan yapılmış gemilerle uğurlayışımızın üzerinden iki yıl geçti. İşte yine böyle bir 19 Temmuz günüydü...
19 Temmuz 2015 03:00
Sevgili Leylâ Hanım,
Bizim sizi kırmızı kağıttan yapılmış gemilerle uğurlayışımızın üzerinden iki yıl geçti. İşte yine böyle bir 19 Temmuz günüydü, sıcak ve kuru. Kırmızı kağıttan yapılmış gemiler ise püfür püfür esintili denizleri çağrıştırıyordu. Bence siz zaten çoktan sevgili ‘vapurunuza’ binmiş, yanınızda çok sevdiğiniz gemi makinisti babanızla birlikte başka bir denize, ‘iyi yürekli ve büyük’ bir denize açılıvermiştiniz.
Haberi aldığımda, elimde bana kendi ellerinizle imzalayıp, postaya verdiğiniz Eski Sevgili kitabınız, oturup kalakalmıştım uzun süre. Kulağımda ise hâlâ duyduğum telefondaki nazik sesinizle… Tek tesellim, sağlığınızdayken sadık bir okurunuz olduğumu size söyleyebilmiş olmamdı. Çünkü biliyordum sizin için önemli olan okurlarınızın sayısı değil, sizi gerçekten anlayan ve yaptıklarınızı takdir eden okurlarınızın olmasıydı. Sizi gerçekten anlayabilmiş miydim, o düzeyde okumalar yapabilmiş miydim, emin değilim ama yazılarınızdaki ışıktan hep etkilenmiştim. O gün elimde kitabınızla otururken tek tesellim de buydu işte. O imzalı kitap, sizin de bir okurunuz olarak beni takdir ettiğinizin biricik kanıtıydı. Ben işte o gün, size bir mektup yazmaya karar vermiştim. Zaten mektup yazmayı da siz sevdirmiştiniz bana. Meğer kısmet bugüneymiş…
Her şey yıllar önce ben henüz bir lise öğrencisiyken sizin Mektup Aşkları romanınızı okumamla başlamıştı. Jale adlı genç kızın okul arkadaşı iki genç kız ve hayranı erkeklerle mektuplaşmalarından oluşan kitabı bir solukta okumuş, ‘50lerde yaşamalarına rağmen bu ileri fikirli ve cesur kızların hayatlarından çok etkilenmiştim. O kızlar farklıydılar. Liseli zihnim bu farklılığı tüm boyutlarıyla kavrayamıyor olsa da kalbim seziyordu. Ve ben de onlar gibi olmak istiyordum. Peki, nasıl olabilirdim? O gün aklıma gelen ilk fikir iyi bir Leylâ Erbil okuru olmaktı ve yıllar bu kararımda ne denli haklı olduğumu da kanıtlayacaktı.
Daha sonraları Bir Tuhaf Kuştur, Gölgesi Zihin (Haz: Kaya Tokmakçıoğlu, Aylak Adam) kitabındaki Hülya Dündar Şahin imzalı yazıya rastlayacak ve kendi liseli kalbime bir selam gönderecektim: “Leylâ Erbil’in içerik olarak ilk bakışta daha hafif sayılabilecek ve bu nedenle yazarın yapıtlarından birini ilk defa okuyacak olanlara bir başlangıç olarak önerilebilecek olan üçüncü romanı Mektup Aşkları’nda Jale, Ferhunde ve Sacide, çok okuyan, şiir yazan ve toplumun geleneksel ahlak değerlerine karşı çıkan genç kızlardır. Üçü de şair ya da yazar olmanın peşindedir. Ferhunde, Jale’ye yazdığı bir mektupta, ‘vaktiyle sınıfın solcuları’ olduklarından, şiir yazdıklarından ve ‘koyun kızlardan’ olmadıklarından söz eder. Sınıflarındaki diğer kızlardan farkları ile Jale, Ferhunde ve Sacide’nin daha en baştan toplumda aykırı bir konumları olduğuna işaret edilir. Ancak içinde yaşadıkları toplumun yerleşik ahlak değerleri ve din baskıları, bu kızların şairlik ve yazarlık ideallerini gerçekleştirmelerine engeldir.”
Şimdi Boğaz’ın kenarında oturdum, gelip geçen vapurları izliyorum, zihnimde dönüp duran bir cümle eşliğinde; “Ben denize bakarım, iyi yürekli, büyük.” Düşüncelerim bir yandan sizin o harikulade “Vapur” öykünüzü ilk okuduğum zamana, bir yandan da okuduklarımdan bildiğim kadarıyla sizin çocukluğunuza gidiyor.
Mektup Aşkları’nı okumamdan kısa bir süre sonraydı. Benim gibi okuma meraklısı bir arkadaşım getirip koymuştu bir gün önüme "Vapur"unuzu. Henüz onunla Mektup Aşkları sevgimi paylaşmamıştım ama hissetmişti işte… Okudum ve hemen büyüleniverdim, sizin ‘alışılmış duygusallıklara karşı olan’ vapurunuzun, bir gün aniden kendi özgürlüğüne dair kaçıp gitmesini anlatan o alışılmamış güzellikteki öykünüzden. O alışılmamışı yapma cüreti ve özgürlüğüne kaçma düşüncesi tek kelimeyle baştan çıkarıcıydı. Oysa sizin satırlarınızın arkasında benim o an anlayamadığım bambaşka manalar da vardı.
Yıllar sonra yine sizin anınıza derlenen kitapta bu kez Fatih Altuğ’un ‘Leylâ Erbil’in “Vapur”unun Minör Hareketleri’ adlı yazısından okuyup öğrenecektim:
“Leylâ Erbil’in 1968’de çıkan Gecede kitabında yer alan Vapur öyküsünü baştan sona bir vapurun kendi başına hareketi kat eder. Ancak bu kendi başına hareket aynı zamanda her anlamda kolektif bir harekettir de. Bir makinenin hayret verici öz-hareketi, aynı zamanda topluluğun hareketini, iktidarın karşı hareketini, aile gerilimlerini, çocukluk sürecini ve kolektif hafızanın dinamiklerini de tetikler. Vapurun hareketi, kendisinden önce dolaşımda olan toplumsal enerjiyi başka türlü bir enerjiye dönüştürür. Bu dönüşüm hareketi esnasındaki kolektifleşme yalnızca izleksel değildir, aynı zamanda metnin sözdiziminde, anlatıcı geçiş ve dönüşümlerinde ve Leylâ Erbil’in başka metinleri kendi ifadesine dahil edişinde de izleri görülen biçimsel bir veçheye de sahiptir.”
Nerede kalmıştım? Sizin çocukluğunuz diyordum… Hasan Tahsin Bilgin ve Emine Huriye Bilgin çiftinin üç kız evladının ortancası olarak 12 Ocak 1931’de dünyaya gelmiştiniz. Tam da romanlara konu olacak bir eve doğmuştunuz aslında. Anneniz beş erkek kardeşin beşinin de denizci olduğu, Fatih’teki bir eve gelin gitmişti ve bu ev Fatih’teki büyük yangında kül olana değin, siz ablanız Mürvet ile kardeşiniz Sema da dahil olmak üzere bu kalabalık ailede yaşayacaktınız. Kendi yaşam hikâyenizi “Vapur”unuza bağlayacak detayları ise sizinle ilgili bir doktora tezi de yazmış olan Elmas Şahin’den öğrenecektim:
“Babası Hasan Tahsin Bey ile dört amcası da kaptan ve makinist olan Leylâ Erbil, eserlerinde geçen çoğu baba karakterlerine babasının göbek adı olan ‘Hasan’ adını verir. Babanın yaşamındaki etkisi az değildir. Öyle ki, 1959 yılında baba-kız denizlere açılıp Amerika’ya kadar uzanacaktır babanın baş-makinist olarak yönettiği bir şileple…
Deniz, vapurlar, gemiciler ve onların uzaklardan yolladığı mektuplar Karanlığın Günü’nden Tuhaf Bir Kadın’a ve “Vapur”a dek sizin pek çok eserinizde sıklıkla çıkar karşımıza. Şöyle der Şahin sizin için; “Ailenin tüm erkekleri denizci olunca elbette Leylâ Erbil’in de denize merakı olacaktır. Ancak Hasanlar için deniz, bir başka deniz, bir başka mekân olacaktır; ‘kimliksizlik, varoluş, sonsuzluk, özgürlük, yokluk, anne karnına dönüş ve kadın’ gibi ve daha bir sürü simgesel anlamlarıyla Erbil’in eserlerine yerleşecektir.”
Fatih yangını sonrasında ailecek Beşiktaş’a taşınırsınız. Hani şu “Vapur”da da bahsettiğiniz semte... Sırasıyla Esma Sultan İlkokulu, Beşiktaş İkinci Kız Ortaokulu, Beyoğlu Kız Lisesi ve son sınıfta iken ailenizin Caddebostan’a taşınması nedeniyle Kadıköy Kız Lisesi’nde okursunuz. Mektup Aşkları’nın kahramanları gibi daha okul yıllarındayken edebiyatla ilgilenir, şiirler ve öyküler yazmaya başlarsınız. Ancak sizi edebiyat dünyasıyla tanıştıracak asıl dönüm noktası İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okumaya başlamanız, asıl önemli kişi ise yine aynı üniversitenin Coğrafya bölümünde okumakta olan ve sizi ünlü ressam ve şair Metin Eloğlu, felsefeci ve denemeci Selahattin Hilav gibi isimlerle tanıştıracak olan ablanız Mürvet Bilgin olacaktır. Bu arada okul yıllarınızın arasına bir evlilik sıkıştırmayı da başarırsınız. Okula başlamanızdan bir yıl sonra Aytek Şay ile evlenip öğreniminize ara verir, fakat bir yıl sonra boşanıp eğitiminize de kaldığınız yerden devam edersiniz. Eşiniz Çerkes Ethem’in ağabeyi Çerkes Reşit Bey’in oğludur. Ve yıllar sonra Zihin Kuşları adlı denemelerinizde Çerkes Ethem’den de ‘Yoldaş Ethem’ başlığıyla bahsedeceksinizdir. Bense "Eski Sevgili" öyküsünü okuduğumdan beri hep merak ederim, oradaki kadın kahramanın, sarışın yakışıklılığına kapılıp evlendiği ve kısa süre sonra boşandığı kocası, Şay’ın izlerini mi taşımaktadır acaba? O yıllarda ise genç Leylâ Erbil çoktan kendini yeniden üniversiteye ve her geçen gün zenginleştirdiği edebiyat çevrelerine vermiştir bile. Üstelik ufkunda tanışır tanışmaz hayatına damgasını vuracak bir dev isim de belirmiştir…
Size bu mektubu yazmaya başladığımdan beri gözüm sık sık eski bir siyah beyaz fotoğrafa takılıyor. Ne o fotoğraftan, ne de fotoğrafı çektirenlerden bahsetmeden olmaz. 1950’lerden bir fotoğraf bu. Olanca gençliğiniz ve güzelliğinizle siz varsınız bu fotoğrafta.
Üstünüzde şık, üzerinize tam oturan, koyu renkli bir ceket, size çok yakışan bir şekilde kısa kesilmiş simsiyah saçlarınız, olanca gençliğinize rağmen yüzünüzde kendine güvenen, mağrur bir gülümsemeyle omzunuzu yanınızdaki kişiye dayamış bize bakıyorsunuz. Yanınızdaki kişi ise her anlamda size zıt renklere sahip. Üstünde açık renkli buruşuk pardösüsü, elinde selam vermekle itiraz etmek arasında gidip gelen bir edayla tuttuğu sigarası, yüzünde poz vermekle vermemek, gülümsemekle yüzünü buruşturmak arasında salınan bir manayla bize bakan, açık alnının ardındaki açık renkli saçlarıyla Sait Faik… İkiniz öyle yan yana bize bakıyorsunuz işte. Siyah beyaz bir fotoğrafta, biri koyu, biri açık birer gölge gibi… Fotoğrafa dikkatle bakanların yakalayacağı bir detay var oysa. İkinizin gözleri de aynı ışıkla parlıyor ve sanki ikinizin bakışları da aynı ‘suç ortaklığını’ saklıyor. Edebiyata karşı duyulan ortak hislerdir bunlar. Verilenle yetinmeyen, başka şeylerin, denenmemişin, özgünlüğün peşinde koşan iki özel sesin… Ve ben ikinize bakarken, hanginizi hanginizden kıskanacağımı şaşırıyorum!
Öykülerine hayranlık duyduğunuz Sait Faik’le tanışmanızın ardından kurulan dostluğunuz onun 1954’teki ölümüne dek sürüyor. Onunla tanışmanızı Yılmaz Varol ile yaptığınız ve Zihin Kuşları adlı denemelerden oluşan kitabınızın son bölümünde de yer verdiğiniz bir röportajınızda siz de şöyle anlatıyorsunuz: “Ben onunla tanıştığımda (1953 sonu – 1954 başı olmalı) hayranlığım doruktaydı. Utana sıkıla kendi şiir ve hikâyelerimi okudum. Şiirlerimi eleştirdi, hikâyelerimi övdü. Alıngan, sinirli, dürüst, utangaç, alabildiğince alçakgönüllü bir adam… Yüreklendirdi beni; ben de kararımı düzyazıdan yana koydum. Oysa aynı yıllarda Ahmed Arif şair olduğumda ısrar ediyordu…”
Türk yazınının yatağını değiştirdiğine, ardıllarına yeni ufuklar sunduğuna inandığınızı belirttiğiniz Sait Faik sizi öncelikle özgünlüğüyle cezbetmiştir. “Odak noktası daha çok kendisi olan insanı anlattı; kendine özgü biçimi, dili buldu,” dediğiniz Sait Faik sizin deyiminizle ‘gözünüzden bir perde kaldırmıştır.’ Nitekim siz de onun yolunda yürüyecek her zaman özgünlüğünüzü ön planda tutup biçim ve dil arayışlarınızı hiç sonlandırmadan aynı odak noktasında ilerleyecektiniz.
Hayat ne tuhaf sürprizlerle dolu… Sait Faik’in öldüğü yıl, Yüksek Mühendis Mehmet Erbil ile tanışır ve bir yıl sonra da 15 Mayıs 1955’te evlenirsiniz. Bu durumun iki önemli sonucu daha olur hayatınızda. İngiliz edebiyatı son sınıfı öğrencisiyken okulunuzu bırakır ve eşinizle birlikte 1957 yılına dek oturacağınız Ankara, Kızılay’a taşınırsınız. Burada ise çok değerli öykücü, romancı, şair ve sanatçı dostlardan oluşan yepyeni bir çevre beklemektedir sizi. Vüs’at O. Bener, Nezihe Meriç, Can Yücel, İlhan Berk, Orhan Peker, Fikret Otyam ve Hikmet Şimşek gibi isimlerden oluşan bu çevrenin içinde siz de ilk öykü denemeniz olan “Uğraşsız”ı 1956 yılında, Seçilmiş Hikayeler dizisinde yayımlatırsınız.
Ancak 1957 yılında eşinizin işleri nedeniyle Ankara’dan ve bu özel dost çevresinden ayrılıp, kızınızın doğumuna dek üç yılınızı geçireceğiniz İzmir’e taşınmak zorunda kalırsınız. Sonrası ise artık hiç dönmemecesine İstanbul’da bir yaşamdır… İstanbul’u ve özellikle de hareketli sanat, edebiyat, siyasi yaşamını özlemişsinizdir. Dost, Papirüs, Türk Dili, Türkiye Defteri, Yeditepe, Yelken, Yeni Dergi ve Yeni Ufuklar gibi dergilerde birbiri ardına öyküleriniz ve yazılarınız çıkmaya başlar. 1960 yılı ise ilk kitabınızın yayınlanmasını getirecektir size. On altı öyküden oluşan Hallaç ilk zamanlarda fazla ilgi görmese de zamanla değeri anlaşılacak ve “Türk edebiyatını hallaç gibi atan yazar” ünvanını da armağan edecektir size.
Ve böylece ilk kitabınız olan Hallaç’ın ikinci bölümünü Sait Faik’e adadınız. Bütünü ise Samuel Beckett’e adanmıştı. Burada biraz ara verip sizi besleyen isimlerden, ömür boyu yankıları süren kaynaklarınızdan bahsedelim isterseniz. Şöyle anlatmışsınız onları:
“Elbette anlaşılacağı gibi kaynaklarımdan biri Sait Faik’tir. Ancak Sait Faik’ten önce okuduğum, etkilendiğim yazarlar da var! Dostoyevski, Kafka, Sartre, Shakespeare vb… Belki bunlar kadar beni etkileyen başka şeyler: Mahallemizde çocukluğumda hep rastladığım bir deli kadının bağıra çağıra tekrarladığı sözler, bir ‘magician’ın elime geçen defteri, küçükken karşılaştığım ve dayanmakta zorluk çektiğim korktuğum buyrukçu, yasakçı insanlar da (bunlar daha sonra örneğin yürüyüşlerde, Sivas’ta ve mecliste seyrettiğim kana susamış adamlardı) var. Neyse ki dünyamı ısıtan şairler, şairler, şairler!.. Belki en önemli kaynaklarım erken karşılaştığım komünist insanlar, arkadaşlarım ve iki imza; Marx ve Freud!” Ve tabii Camus, Nazım Hikmet gibi isimler de vardır aralarında.
Marx’ı ve etkilerini bir yana koyalım, Freud’dan öylesine etkilenirsiniz ki sizin bilinçdışını kavrama arayışlarınız neredeyse tüm yazınınıza yol çizer. Bu arayış giderek içerikten taşar ve biçim, dil arayışlarına girmenizi tetikler ve hatta dilbilgisinin yerleşik kurallarını yıkıp bir nevi ‘Leylâ Erbil işaretlemeleri’ olarak tanınan, virgüllü ünlem, virgüllü soru, üç virgüllü soru gibi yeni işaretler icat etmenize neden olur. Ama bunların hiçbiri kolay ya da zorlama durumlar değildir. Şöyle anlatırsınız bu yola nasıl girdiğinizi; “Bir yazarın Freud’la, Jung’la, Lacan’la ilişkisi onların insanı kavramamıza kattıkları yeni bakış açılarıyla ilgilidir. ‘Bilinçdışı’nın kavranmasıyla yenilenen öz (burada insan) bize yeni teknikler sağladı, yeni biçimler elde etme olanaklarını verdi. Biçimin, içi boş soyut marifetlerden öte bir şey olduğunu bir kez daha öğretti. Dolayısıyla bazılarının sandığı gibi, boş kağıdın önüne durup şimdi bir yeni dil kurayım da görsünler demekle dil kurulamayacağını gösterdi. (…) İnsana bakış açım, onların tümünün sakatlanmış, yaralanmış oldukları noktasında ısrarlı olunca (herkesin sakatlanmış olduğu bir toplumda –dünyada- sakat olmak ‘normallik’ anlamına gelir), onları bilinen cümlelerle anlatmak ya da birinci tekille konuşturmak yeterli olmayabiliyor. Bunun gibi cümlenin yapısını, anlamını oynatan, başkalaştıran bir söylem klasik işaretleri de değiştirmeye zorluyor.”
Hep ‘kendiniz olma’ peşinde varoluşçu çizgide ilerlediyseniz de kendinizin de belirttiği gibi gerçeküstücülerden de bir hayli etkilendiniz. Virginia Woolf’un bilinç akışı tekniğini ülkemizde en iyi uygulayanlardan biri ise sizdiniz. Bir de bütün bunların üstüne tamamen bize özgü ‘tuhaflıklar’ı eşeleyen ve üstlerine cesaretle giden dilinizi ekleyince Leylâ Erbil’in özgün yazını çıkıyordu işte ortaya.
Biz yeniden yaşam öykünüzde kaldığımız yere dönelim. Aradan Zürih’te Türk konsolosluğunda katip olarak da çalıştığınız birkaç yıl geçer ve 1968 gelir. Gecede adlı, yedi öyküden oluşan ikinci kitabınızı, yayımı tamamen kendinize ait olarak bastıracağınız yıl olacaktır. 1968, tüm dünya için de miladi bir özellik taşır. Sizin için de öyle olacaktır.
Gecede, sizin yalnızca özgün edebi kimliğinizi değil; bu kez, boyun eğmeyen, kendi düşüncelerini söylemekten kaçınmayan, mücadeleci yönünüzü de tanımamızı sağlayacaktır. Önce, Marx’ı ve Freud’u birlikte andığınız için o yıllarda size tepki duyanlara inat, Gecede çıktığında Cumhuriyet gazetesine, gözlerine sokarcasına “İnsanı Marxist ve Freudist açıdan ele alan” diye bir ilan verirsiniz. Ardından ilk kitabınızı yarışmaya sokmamanıza rağmen, Gecede’yi sizin için özel bir insanın adını taşıyan Sait Faik Öykü Armağanı’na gönderirsiniz. Ancak ödül Orhan Kemal ile Faik Baysal’a gider. Bu durum ise sizin 1969 yılında beklenmedik bir eyleme yol açmanıza neden olacaktır.
Bu eylemin ne olduğunu ve doğuş nedenlerini yine siz anlatıyorsunuz bize:
“Gecede’nin benim yazarlığımda olduğu kadar edebiyatımızda da bir yeri olduğuna, bir yol açıcı kitap olduğuna inanırım. Kitap yayımlandıktan sonra F. Akatlı gibi, D. Özlü, N. Gürsel, S. İleri, H.İ. Dinamo gibi her kesimden yazarlar da kitabın öneminde, bir ‘mihenk taşı’ olduğunda birleşen yazılar yazmışlardı. Yani bu güvencimde haksız sayılmam. Ancak yazarların ve eleştirmenlerin bir bölümünü böylesine çeken Gecede asıl o günün köşebaşlarını tutmuş, jüri üyeliği de yapan belli egemen kesim tarafından (ki ben onlara ‘Gun of Four’, ‘Dörtlü Çete’ adını takmıştım) ya görmezliğe gelinmiş ya da takbih edilmiştir. (…) Bildiğiniz gibi biz taa 69’larda ödüllere girmeme eylemi başlatmıştık. Sait Faik’in mezarı başında toplanmaya karar verdik. Ama çağrılı olanlar ve bize katılacağını mutlaka umduğumuz beklediğimiz arkadaşlar, Bilge Karasu, Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Nezihe Meriç, Füruzan, (Ağaoğlu o yıllarda henüz düzyazıya geçmemişti) her biri başka mazeretlerle toplantıya gelemediler, gelmediler. Biz de Sait Faik’in mezarı başında Hayati Asılyazıcı, Demir Özlü, Selim İleri, Naci Çelik, Fikret Ürgüp ve birkaç adını anımsayamadığım arkadaşla kaldık. Başaramadık yani. Sonunda sanıyorum bugün benden başka kimse kalmadı ödüle girmeyen. O günlerde sağken bir de Ayhan Bozfırat katılmazdı. Tabii tek başına bu eylemi sürdürmenin pek anlamı yok, biliyorum azıcık kahramanlık taslamak gibi bir şey de oldu ama ben de böyleyim işte!”
Evet, siz böylesinizdir işte! İnandığı yolda ne olursa olsun mücadeleden geri durmayan bir cesur yürek… O göreceli başarısız eylemin ardından, hayatınızın sonuna dek hiçbir yarışmaya katılmamakla kalmaz, yayınlanan her kitabınızın ilk sayfasına da gururla “Bu kitap hiçbir ‘ödül’e katılmamıştır” ibaresini düşersiniz. 1970’de Türkiye Sanatçılar Birliği’nin, ardından da, 1973’te Aziz Nesin’in girişimleriyle 1974’te kurulan Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kurucu üyeleri arasında yer alırsınız. Olaylı 1 Mayıs’larda da hep meydandasınızdır. 1996 yılında gündemde olan ‘ölüm orucu’ meselesinde de hükümete yönelik toplanan yüz yazar ve şair tarafından imzalanan bildirinin birkaç ön girişimcisinden birisinizdir. 1999 yılında ‘kazansanız da hemen istifa edeceğiniz’ ön bildirimiyle birlikte ÖDP milletvekili adayısınızdır. Kurduğunuz ve başkanlığını yürüttüğünüz 1 Mayıs 2009 Yazarlar Komitesi’nden ‘nesnel koşulların henüz oluşmamış’ olduğu gerekçesiyle istifa etseniz de daha önce çağrısını yaptığınız gibi 1 Mayıs’ta yine Taksim’desinizdir. “1 Mayıs’ları, mitingleri, yürüyüşleri hiç kaçırmadım. 1969 kanlı pazardan beri. Bu yıl da komiteden istifa etmeme karşın oradan sağlam kalmış arkadaşlar ve başkalarıyla 1 Mayıs’ta buluşup yürüdük.”
O yıllarda, yani 1970’lerde ise henüz hâlâ yazarlık sesinizin duyulması mücadelesini vermektesinizdir. Elmas Şahin anlatıyor: “Gecede’nin yayımlanmasından iki yıl sonra Erbil’in ilk romanı Tuhaf Bir Kadın (1971) Habora Yayınevi’nin basımıyla görücüye çıkar. ‘Kadın’ın toplumun değerlerine, dini otoritelere ve tabulara başkaldırışı, yoğun ilginin yanında muhafazakar kesimlerin tepkisine yol açsa da yazarın en çok konuşulan kitabı olur.
Altı yıllık bir suskunluk döneminin ardından ikinci bir ses getiren üçüncü öykü kitabı 1977’de Cem Yayınevi tarafından basılan Eski Sevgili ile özellikle içinde yer alan Bunak öyküsünün annelerin girilmeyen yatak odalarını alaşağı edişi, kadının içinde bulunduğu çıkmazı gözler önüne serişi Leylâ Erbil’in edebiyat koltuğunu iyice sağlamlaştırır.”
Yazılacak yazlılar, söylenecek sözler vardır sizi bekleyen. Ancak hayat da kendi akışında akmakta ısrarlıdır. Babanızı 1973 yılında kaybetmenizin ardından, annenizi de 1984 yılında sonsuzluğa uğurlarsınız. 1985 yılında yayımlanan Karanlığın Günü adlı ikinci romanınız bu kaybın ardından otobiyografik özellikler taşıyacak ve anne-kız ilişkileri çerçevesinde yaşam, cinsellik, siyaset ve ölümden bahsedecektir. Bir yıl sonra ise bir başka acıyla sarsılacaksınızdır. Ölümü, size ailenizden birinin kaybı kadar acı verecek bu kişi edebiyatseverlerin de biriciği bir isimdir.
Siz ne demiştiniz Leylâ Hanım? “Vefalı bir insan sayılırım; özel ilişkilerimde ne denli talihsizliğe, saldırıya uğramış olsam da hâlâ kardeşliğe, dostluğa, dayanışmaya dönük inancım yitmedi.” Bu dostların arasında Demir Özlü, Sezer Duru (Özlü) ve Tezer Özlü’nün ise ayrı bir yeri vardır. Siz asıl Demir Özlü ile arkadaşsınızdır ancak çocukluklarından beri sizin eve gide gele Sezer ve Tezer ile de aile gibi olmuşsunuzdur. Bu yakınlık özellikle Tezer Özlü’nün evlenip, bir süre Arnavutköy’de yaşamasıyla (aynı dönemde siz de bir süreliğine Arnavutköy’de oturmuşsunuzdur) iyice pekişir.
Zihin Kuşları’nda ‘Benim Gözümle Tezer Özlü’ başlıklı bölümde ne ince anlatırsınız dostluğunuzu ve onun ölüme doğru giden son günlerini… Özlü, 18 Şubat 1986’da, tedavi gördüğü Zürih’te yaşamını kaybeder. Onun yokluğunu hayatınız boyunca duyumsarsınız. Bizse ikinizin dostluğunun o paha biçilemez ayrıntılarını, 1995’te Özlü’nün vasiyeti üzerine yayımladığınız Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar adlı çalışmanızla öğreniriz.
Zaten sizin hayatınızda mektuplaşmanın, deyim yerindeyse ‘mektup aşklarının’ yeri bir başka olmuştur her zaman. Bunun nedeni yalnızca 1988 yılında yayımlanan ve yine yaşamınızdan kimi ayrıntıların sezinlendiği Mektup Aşkları adlı üçüncü romanınız değildir. Hayattayken görmeyi çok arzulasanız da, hastalığınızın izin vermediği ve ancak ölümünüzden sonra yayımlanabilmiş Leylim Leylim- Ahmed Arif’ten Leylâ Erbil’e Mektuplar’dan da öğreneceğimiz gibi, mektuplarla iyice gelişip büyüyen, büyük şairimiz Ahmed Arif’in size duyduğu tek taraflı aşktır. Evet, o ünlü “Hasretinden prangalar eskittim…” dizeleri hep sizin için yazılmıştır. O sizin için yalnızca hep bir dost olsa da, Mektup Aşkları’nın satırlarında, onun mektuplarından artık bizim de tanıdığımız sesinin yankılandığı da gözlerimizden kaçmaz.
Hayatınıza sayısız parıltılı dost girmişti. Ancak bunların içinde hepsini de erken kaybettiğiniz, üç ismin yeri sizin için bir başkadır şüphesiz. Bunların ilk ikisi Sait Faik ve Tezer Özlü’dür. Üçüncüsü ise 11 Ocak 1995’te bombalı bir saldırı sonrası kaybedeceğimiz Onat Kutlar olacaktır. Bu değerli dostun kaybının ardından, yarışmalara katılmamanın yanı sıra jüri üyesi olarak da yer almama ilkenizi bir seferliğine kırar ve aynı yıl düzenlenen Onat Kutlar Anlatı Ödülü jürisinde bir defalığına yer alırsınız.
Siz ve Onat Kutlar denilince, aklıma hemen Zihin Kuşları’nda anlattığınız o nefis anekdot geliyor. “Genciz, ilk hikâye kitaplarımız yayımlanmamış henüz. 1954-55 yılları olmalı. Gece, kış, Asmalımescit’ten, şimdiki Yakup’un bulunduğu Nil Lokantası’ndan çıkmış olmalıyız; muhtemelen Demir, Adnan, Nevhiz ve Feridun, belki Selahattin ve Ömer’le Sevim? Taksim’e doğru ilerliyoruz, Galatasaray Lisesi önlerindeyiz ve Onat’la ben yan yana düşmüşüz, Türk edebiyatını nasıl yenileştireceğimizi tartışıyoruz. Ben, insanı anlatmakta yetersiz kalan bu dili, bu kalıpları nasıl değiştireceğimi söylüyorum, Onat’sa, ‘Ben de o dili madrigallere dönüştüreceğim…’ diyor. İlk kez görürcesine durup bakıyoruz birbirimize, lisenin bahçesindeki ağaçlardan fışkıran dipsiz bucaksız sığırcık şamatasına kahkahalarımız karışıyor.” İşte ben, bunu okuduğumdan beri, zamanı durduruyorum Leylâ Hanım. Siz, Onat Kutlar ve hayalimde Sait Faik, Tezer Özlü gibi daha niceleri orada durmuş, sığırcıkların uçuşu eşliğinde sonsuzluğa doğru kahkahalarla gülüyor, gülüyorsunuz.
Yaşamsa kayıpların ardından devam eder. 1998’de yayımlanacak olan ilk ve tek deneme kitabınız Zihin Kuşları, 1954’ten bu yana çeşitli dergilerde yayımlanmış yazılarınızı, sizinle yapılmış söyleşileri ve daha önce yayınlanmamış kimi yazılarınızı bir araya getirmekle kalmaz, her yönünüzle gerek sizi gerekse eserlerinizi daha yakından da tanımamızı sağlar. Bu kitaba dair Selahattin Hilav şunları söyleyecektir: “L. Erbil, romanlarında ve öykülerinde olduğu gibi Zihin Kuşları’nda da bizde kadının durumu, cinsellik ve aşk üzerinde sürekli olarak duruyor. Sadece biyolojik gereksinime dayanan kaba cinsellik ve özlenen aşkın yokluğu, yazarımızın başlıca temalarından biri. Bu konuya değinmelerinden birinde Hegel’in aşka ilişkin açıklaması yer alıyor (s. 27). Gerçekten de aşkın, karşımızdakinin bedenini istemek olmadığını, ‘karşımızdakinin isteğini istemek’ olduğunu söylüyordu.”
Konuk yazar olarak sayısız yurtdışı davetiyle dopdolu ve üretime yönelik geçen yılların ardından yepyeni kitaplarınızı okuyacağımız 2000'li yıllar gelir. Yine Elmas Şahin anlatıyor; “Bu verimli yıllarda bir de Cüce giriverir yaşamımıza. Yirmi birinci yüzyılın ilk yılları; Freud’un ‘fallus’ kavramıyla yere göğe sığdıramadığı, devleştirdiği ‘erkek’ ile cinsel bir organdan başka bir şey olmayan yani ikinci varlık ‘kadın’ arasındaki ilişkilere sahne olan ‘Cinsiyetler Savaşı’nın en çarpıcı örneklerinden birisi olan Cüce’yi tanımamızı sağlar. 2001 yılında Yapı Kredi Yayınları’nın roman dizisi arasına giren Cüce, Leylâ Erbil’in kaleminde eleştirel bir biçimde erkeklik ve kadınlık kavramlarını gözler önüne serer. Erbil dikkatleri çekmeye devam eder ve Türkiye Pen Yazarlar Derneği’nce 2002 yılında Nobel’e aday gösterilir. (…) Okuyan Us Yayınları tarafından yazarın ‘novella’ adını verdiği Üç Başlı Ejderha 2005 yılında çıkagelir. Anlatının, gerçeğin, tarihin fantezinin iç içe örüldüğü, Freud’un rüyalarının, Joyce’un bilinçakışının sarmaladığı, ayaklar altında çiğnenen ‘kadının ve kadınlığın var oluşu ve yok oluşu’ fantastik bir film şeridi gibi Erbil’in eserinde yansıyıverir. Üç Başlı Ejderha’da ‘Bir Kötülük Denemesi’ adlı bölüm ise İkinci Yeni’nin kurgu dünyasındaki görüntüsünün yanında Freud’un ‘penis ve iğdiş’ kavramlarının Ece Ayhan’ın kurgu dünyasındaki adı olan ‘Tanrıçay’ ile şair ve yazar arkadaşlarını nasıl iğdiş etmeye kalktığının ve nasıl kendisine benzetmeye çalıştığı ‘bir kötülük denemesi’ olarak eserde öyküleşiverir. ‘Bir Kötülük Denemesi’ ilk önce Ocak 2003’te Geceyazısı’nın birinci sayısında gözükür ve iki yıl sonra da Üç Başlı Ejderha novellasında yer alır. Leylâ Erbil ‘Bir Kötülük Denemesi’nde Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar, Fikret Otyam, İlhan Berk gibi şair ve yazarlara kurgu dünyasının karakterleri olarak yer verir. Tanrıçay’ın ‘haksızlığa uğrayan şair ve yazar arkadaşları’ olarak, elbette anlatıcı kadın kimliği ile bir de kurgu dünyasının içinde ‘kendisi’ vardır.”
Ne var ki "Bir Kötülük Denemesi” çok da tepki çeker. Aynı adla çeşitli saldırılara da uğrarsınız. Tıpkı daha sonra Orhan Pamuk’u ve yazınını eleştirdiğiniz bir yazınız nedeniyle hasetlikle suçlanacağınız gibi. Ama siz gözünü budaktan sakınmayan cesur bir sessinizdir. Her defasında aynı gözüpeklik ve kararlılıkla, en iyi bildiğiniz şekilde, siz de yazarak cevaplar vermekten çekinmezsiniz. Haklılıklar, haksızlıklar bir yana… Benim bugün emin olabildiğim tek bir şey var. O da hayranlık uyandırıcı cesaretiniz ve ‘put kırıcı’ nitelikteki sözleriniz… Zaten edebiyata getirdiğiniz özgünlükten başlayıp eserlerinizin cesur içeriklerine, sanat ve edebiyattan politikaya dek uzanan geniş bir yelpazedeki cesur sesiniz ve eylemlerinizden tutup her türlü ortamın içindeki duruşunuza dek, siz hep ‘put kırıcı’ olup, bunu size verilmiş bir sıfat gibi taşımadınız mı?
21. yüzyıl adınıza düzenlenen sayısız sempozyum, hakkınızda yazılan tezler ve ısrarlar üzerine kabul etmek zorunda kaldığınız ödüllerle geçedursun, Kasım 2005’te ağır bir hastalık (Langerhans Cell Histiocytosis) ile mücadele etmeye başlarsınız. İşin ilginç yanı ilk başlarda hastalığın teşhisinde zorlanılır. Tuhaf Bir Kadın’ın yazarı, dünyada çok az kişide görülen ‘tuhaf’ bir hastalığa yakalanmıştır. Sağlığınız iki yıl sonra normale dönse de, 2012 Ocak ayından itibaren yeniden nüksetmeye başlar. Bu süreçte biz de sosyal medyada sizin için yapılan kan bağışı duyurularıyla kaygılanırız. Oysa daha kısa bir süre önce, Ekim 2011’de Kalan’ı yayınlamışsınızdır. Yine de bir mucize olur. Ya da belki de bir Leylâ Erbil mucizesi demek daha doğrudur. Her şeye rağmen, Nisan 2013’te Tuhaf Bir Erkek adlı romanınız çıkar. Bu maalesef sizin yayımlanacak son eseriniz olur. Tuhaf Bir Kadın ile başlattığınız roman çemberinizi, Tuhaf Bir Erkek ile kapamış olursunuz.
Ve sonra… 19 Temmuz 2013’te tedavi gördüğünüz Balat Hastanesi’nde yaşama veda eder, 22 Temmuz 2013’teki cenazenizde “Vapur” öykünüzden bölümlerin yer aldığı kırmızı kağıttan vapurlar eşliğinde Zincirlikuyu’daki sonsuz uykunuza uğurlanırsınız. Fark etmişsinizdir burayı kısaca geçiştirmeye çalışıyorum. Başka şeylerden bahsedelim mi?
“Hayat tuhaf” demiştim ya. Size bu mektubu yazarken, tesadüfen bambaşka bir kadının fotoğrafıyla daha karşılaşıyorum.
1969 yılında Apollo uzay gemisini aya götürüp, yüzeyine indirecek ve daha sonra da dünyaya geri döndürecek yazılımın kodlarını yazan ekibin başı olan Margaret Hamilton… Üst üste konulduğunda kendi boyunu aşan bir kuleyi meydana getiren, cilt cilt defterlerden oluşan bu söz konusu upuzun matematik kodunu, kendi eliyle yazan bu küçümen görünüşlü kadın, hiç bitmeyecekmiş gibi duran o devasa ciltlerden oluşan bu kulenin yanında poz vermiş. İnsan beyninin mucizevi gücünü gösteren bu fotoğraf karesindeki kadın, nedense bana sizi ve upuzun cümlelerden oluşan eserlerinizi çağrıştırıyor o ilk bakış anında. Onlara her baktığımda, kusursuz bir matematik formülünün dengesinden doğan güzelliği sezmeye başlıyorum. Kim bilir gören gözler için ne sırlar sakladınız siz, o keskin zekânızdan doğup kusursuzlukla uzayan cümlelerinizde?
Siz sıradan okurlardan hoşlanmazdınız bilirdim. Her bir satırınızda saklı duran, sayısız, hemen her alana yönelik atıflarınızı anlayabilecek düzeyde, bilmediklerini de araştırıp çözmeye çalışan, edilgen olmayıp okuma sürecine kendi emeğini de katan belli düzeydeki okurlarınız olsun isterdiniz. Ben sizi anlayabildim mi emin değilim. Bence hâlâ önümde çözülmeyi bekleyen satırlar duruyor. Her baktığımda yeni bir anlamını daha keşfedip mutlu olacağım, sonsuz sayıdaki okumalar…
Siz şimdi gittiniz. Herkesin güzel atlara binip ayrılmasına inat, yine kendinize özgü bir biçimde vapurunuza binerek… Boğazın kenarında oturup vapurları izlemeyi sürdürüyorum. Gece olmuş. Gökyüzündeki bir yıldız, bana göz kırparcasına kayıveriyor. Yoksa?