“Yaşadığımız dünya bu, başka bir dünya değil”

Lidia Yuknavitch: İnsanlığımızı ve varlığımızı yıkmak isteyen güçlere göğüs germe mücadelesinin her daim devam ettiği fikri bana az da olsa ümit veriyor

22 Şubat 2018 13:55

ABD’li yazar Lidia Yuknavitch, Uyumsuz Olmanın Güzelliği adlı TED konuşmasıyla hatırı sayılır bir kitleye ulaştı. Yazarın Türkçedeki ilk kitabı Dora: Freud’a Kafa Tutan Kız’ın ardından post-apokaliptik bir evren tasvir eden romanı Dünyanın Sonu Türkçe okuruyla buluştu.

Marguerite Duras’ın “Heteroseksüellik tehlikelidir” epigrafıyla açılan Dünyanın Sonundayız, diktatörlüğe karşı duran Joan’ın (Jeanne d’Arc) hikâyesini, adını bir başka Orta Çağ feministinden alan Christine Pizan’ın vücuduna işlenmiş greftler aracılığıyla anlatıyor.

Dünyadaki şiddetten, radyoaktif kirlilikten CIEL adlı bir koloniye sığınan, dünyada hayatta kalabilmiş son insanlar... Önce tüysüzlük, ardından pigmentasyon kaybıyla, sonrasındaysa genitallerini yitirmeleriyle artık yeni bir görüntüye sahip bu insanlar, hikâyelerini ancak vücutlarına işleyerek dile getirebiliyor. Hikâye anlatmanın, dolayısıyla bir sese sahip olmanın bir tür direniş biçimi olduğu bu dünyada, her türlü seks eylemi ve cinsel düşünce yasak. CIEL, kültür yaratma maskesi altında bütün kadınların bedeni üzerinden cinselliği ve onunla birlikte gelen her şeyi düzenlemeye koyulan, bir şöhret ve milyarderken sonrasında iktidar olan Jean de Men adlı bir diktatör tarafından yönetiliyor.

Jeanne d’Arc hikâyesinin yeniden yazımı olarak da nitelendirilebilecek, beden üstündeki tahakküme karşı morfolojik olarak değişen bedenlerle bir isyanın mümkün olup olmadığını sorgulayan, hâliyle biyopolitikaya ve cinsel kimlik - biyolojik cinsiyet gibi konulara da değinen Dünyanın Sonundayız üzerine yazarla bir söyleşi gerçekleştirdik.

Söyleşi teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkürler. Beklenen soruyla başlamak istiyorum: Dünyanın Sonundayız Trump’tan önce, Trump’ın adaylığının bile söz konusu olmadığı bir dönemde yazıldı. “Oportünist şovmenlikten tapılan bir şöhret, milyarder, faşist bir iktidar sahibi olmaya giden yolculuğu. Geriye ne kaldı?” diyorsunuz. Trump başkan seçildiğinde neler hissettiniz?

Korktum! Pek de değil aslında, Trump seçildiğinde hissettiğim şey daha ziyade öfkeydi. Bir de hüzün. Sonrasındaysa mücadele etme dürtüm depreşti. Trump Kıyameti’nden birkaç yıl önce ABD’nin büyük bir faciaya doğru ilerlediğini düşünüyordum. Obama dönemi beni heyecanlandırmıştı; fakat kapitalizme, gelir seviyelerindeki eşitsizliğe ve medya ile şöhret kültürünün medcezir misali yükselerek insanların kimliklerini silip herkesi sadece birer tüketiciye dönüştürmesine şüpheyle yaklaşıyordum. Ayrıca doğayla, gezegenle ve birbirimizle ilişkimizde, onlara adeta ayak direten düşüncelerimizin üstüne de düşünüyordum. Bizi buraya getiren anlatıları da: Savaş Anlatısı’nı, Tanrı Anlatısı’nı ve Aşk Anlatısı’nı.

Trump döneminde neler değişti, neler aynı kaldı? Kitaba bakınca gelecek konusunda iyimser olmadığınızı görüyorum.

Trump dönemi yıkıcı, aykırı, çirkin politikalar, fikirler ve eylemleri şimdiden harekete geçirdi. İnsanlar ölüyor. Gezegen tehlikede. Yaşamlarımız risk altında – aramızdaki en savunmasızlar ise her gün kurban ediliyor bile. Yani evet, bir yandan felaket karşısında iyimser hissetmiyorum.

Öte yandan bu korku ve tehdit yeni bir şey değil. Şiddet, güç, tahammülsüzlük ve sömürge dürtüleriyle dolu çok daha uzun bir tarihin parçası; şu an sadece bu eski tarih çağdaş bir biçimde tekerrür ediyor. Yeni bir çehreye bürünmüş hâlde – Trump’ın durumunda iğrenç, zalim, ahlaksız, hilekâr, karikatürümsü bir çehreye. Ama bu tür tehditler her zaman aramızda ve içimizde yaşıyordu. Bu yüzden, insanlığımızı ve varlığımızı yıkmak isteyen güçlere göğüs germe mücadelesinin her daim devam ettiği fikri bana az da olsa ümit veriyor.

Lidia YuknavitchKitapta, düzene isyan eden figür olarak Jeanne d'Arc’ı seçtiniz. Jeanne d'Arc’ın özel bir anlamı var mı hayatınızda?

Hem de çok. Çocukken (kısa süreliğine... pek başarılı olmadı) Katolik olarak yetiştirildim. Jeanne d’Arc’ı ilk o zaman duymuştum. Alevler içindeki bu kadın çocukluk hafızama kazındı. Daha sonra, gençliğimde çok canlı bir şekilde rüyama girdi. Rüyada beş yaşlarındaydım, evimiz yanıyordu, ben de çimenlerde oturmuş onun yanmasını izliyordum. Korkmuştum. Jeanne d’Arc bana doğru geldi ve, “Seni kimse kurtarmayacak” dedi. Ürkütücü ve iç karartıcı bir rüya da olsa düşününce mantıklıydı; istismar, acı dolu bir evde yaşıyordum ve oradan kendimi ancak ben kurtarabilirdim. Yani rüya benim için önemliydi. Ayrıca sanırım başka birçok genç kadın gibi ben de Jeanne d’Arc’a biraz âşık oldum. Kızların hayranlık duyabileceği pek fazla kadın savaşçı figürü yok. Sonra, lisansüstü eğitimim sırasında hayatını, yaşadığı dönemi araştırdım ve hikâye içimde şekillenmeye, yazana kadar beni rahat bırakmayacak bir hikâyeye dönüşmeye başladı. Son olarak, Jeanne’ın yanan bedeninin, tarihte İsa’nın bedeniyle boy ölçüşecek tek beden olduğu fikri ilgimi çekmişti. Yani benim, bir kadının nazarında öyleydi. İsa’nın bedeninin işkence edilmiş, sembolik figüründen kocaman bir inanç sistemi türüyor. Bir kızın yanmış bedeninden ne tür bir hikâye türeyebilir?

Dora: Freud’a Kafa Tutan Kız kitabınız Sigmund Freud’un Dora vakasının yeniden yazımıydı. Bu romanı da yeniden yazım olarak görebilir miyiz?

Bunlara yeniden yazımdan çok yeniden yerleştirme derim sanırım. Tarihsel kişileri, onların varsayılan tarihlerinden alıp başka bir zaman aralığına yerleştiriyorum. Aynı zamanda onların gerçekte kim oldukları fikrini de umursamıyorum. Ida Bauer’i ve Jeanne d’Arc’ı tekrar yazmıyorum. Onları bir anlatıda kendi tarihlerini şekillendiren, sınırları kırma kudretine sahip karakterler olarak tekrar canlandırıyorum.

Dünyanın Sonundayız, Lidia Yuknavitch, Çev.: Tülin Er, Çınar YayınlarıBu tarz bir yazının nasıl oluştuğundan bahseder misiniz? Özgün hikâyeye ne kadar bağlı kalıyorsunuz, buna nasıl karar veriyorsunuz?

Benim yer değiştirmelere, yeniden yerleştirmelere, hikâyeyi bozmaya ya da yeniden hikâyelendirmeye duyduğum ilgi tarihe, geçmişe ya da geçmişteki hikâyeleri nasıl anlattığımıza duyduğum büyük merakla ilişkili. Tarihe inanmadığımdan değil, bir hikâyeyi anlatmanın yüzlerce farklı yolu olduğuna inandığımdan. Bu yüzden “farz edelim ki”yle başlayan sorular beni daima büyülüyor. Özellikle de kadınlar, beyaz olmayanlar, yerli insanlar, LGBTQ bireyler, yoksullar, gözetim altındakiler vb. gibi, sözde bir kültür yaratmak için ham madde olarak kullanılan toplumlar için “farz edelim ki” kendi hikâyeleri oldu demek benim için önemli. Tarih, yönetici sınıf yükselsin diye kurban edilenlerin bedenlerine yazıldı. Daha açık olmak gerekirse, yazarken tarih kitaplarını, yüzlerce resmi ve diğer araştırma malzemelerini tam yanımda tutuyorum ki, çarpıtıyor da olsam tarihin içinde yüzebileyim.

Beden imgesi kitaplarınızda önemli bir yer tutuyor. Dora’da, Freud’un sadece saygınlığına değil, bedenini de hedef alıyordu Ida. The Chronology of Water’da (Suyun Kronolojisi) kapak görseli olarak kendi bedeninizi kullandınız. Şimdi de insanların bedenleri aracılığıyla hikâyelerini anlattığı distopik bir evren kurguluyorsunuz. Morfolojik olarak değişmiş bedenler var, karakterlerin görünümleri bizimkilerden farklı. Beden imgesinin bu kadar yer tutmasını nasıl açıklayabiliriz? Jeanne’ın yanan bedeninden hareketle, beden imgesini bir daha birileri bir bedeni yakmasın diye çarpıttığınızı söyleyebilir miyiz?

Yazdığım her kitap ya da hikâye, beden ve temsiliyle ilgili önemli sorular içeriyor. Benim için beden bir bakış açısı, bir deneyim silsilesi, bir öğrenme yolu. Bence bedenlerimiz, bilincin, biyolojinin, spritüelliğin/ kozmolojinin, ifade etmenin kesiştiği bir tür bağlantı noktası. Beden, sadece deneyimden deneyime geçmek için kullandığımız bir araç değil, aynı zamanda o deneyimin kendisi için bir metafor da. Ben zihin-beden ikiliğine inanan biri değilim (ah şu Kartezyen Düalizm). Fiziksel varlığımızla öteki varoluşların arasındaki ilişkiyi daha yeni anlamaya başladığımızı düşünüyorum.

Bir kadın olarak ayrıca bedenimizle ilgili anlatıların biz olmadan, sesimiz bastırılarak üzerimize yazılmasına dur demekte, bedenlerimizi kendi istediğimiz biçimde anlatmakta diretiyorum.

Christine Pizan kitabın diğer kadın kahramanı. Christine de Pizan’a, Ortaçağ’da ahlaksızlıkla damgalanan bir kadın yazara referans. Dora bir uyumsuzdu, Jeanne bir isyankâr. İsyankârları ve uyumsuzları seviyorsunuz. Son kitabınızın adıysa The Misfit’s Manifesto (Uyumsuzun Manifestosu). İleride de sizden bu tür hikâyeler mi göreceğiz? Uyumsuz olmayı nasıl tanımlarsınız?

Aslında hiçbirimiz kusursuz olmadığımızdan herkesin içinde bir uyumsuz var, tabii uyumsuz olmanın tek bir tanımı da yok, yine de bu kitapta topladığım öykülerde, kimlik oluşturma hikâyelerinde kendine bir yer bulamayan, hayat denen hikâyede diğer insanlar gibi kendine bir yer bulamayan kişiler farklılığın var olduğunun birer kanıtı sayılıyor. Bunlar dayanmanın, içindekileri dışarıya ifade etmenin, yenilikler yapmanın, her şeyi yeniden keşfetmenin, kültürün sınırlarının merkezi nasıl tuttuğunun ve herkes için yeni anlamlar oluşturmaya nasıl yardımcı olduğunun öyküleri, şöhret olmayanların öyküleri. Şöhret kültüründen oldukça sıkıldım.

Şöhret demişken, sadistik asker lideriniz Jean de Men olarak anılıyor. Seks yapmak yasak. İnsanlar her zaman her yerde izleniyor. Siz bunları distopik bir gelecekte, bilim kurgu evreninde anlatmayı seçtiniz. Neden?

Çünkü kadınların yaşamları ve bedenleri, onları sevdiği ve koruduğu iddia edilen kültürler tarafından işkence görüyor, görünmez kılınıyor ve şekillendiriliyor. Çünkü kadınlar hâlâ nesne olarak görülüyor, bir önceliği olan, kendi varlıklarıyla eylemleri üzerinde güce sahip olan özerk varlıklar olarak değil.

Kitap için kurduğunuz evren Black Mirror’a göz kırpan bir evren. Christine Pizan’dan alıntı yapacak olursak: “Televizyon ve filmlerden bıktıktan, sosyal medya artık açlığımızı doyurmaz olduktan sonra, hologramlar, sanal gerçeklikler, ilaçlar…” Sosyal medya ve teknolojiyle nasıl bir ilişkiniz var? Sosyal medya kullanımıyla ilgili tedirgin misiniz?

Öncelikle Black Mirror’a bayıldığımı söylemeliyim. Benim sosyal medya ve teknolojiyle ilişkimse çoğu memelininki gibi biraz karışık. Bir taraftan sosyal medya bir çöplük. Bir sürü sığ saçmalık dolu, insanlara her gün korkunç troller saldırıyor, gevezelikle kusmuktan ibaret saçma ve anlamsız tartışmalar ve tavırlarla karşılaşıyorsunuz. Öte yandan Black Lives Matter hareketinde, #MeToo hareketinde, başka birçok eylemde olduğu gibi inanılmaz hızlı, enerji dolu bir biçimde yeterli çoğunluğa, tanıklara ulaşıyorsunuz; bu açıdan sosyal medya radikal değişimin yaşandığı, olasılıklarla dolu bir alan aynı zamanda. Birçok insanın, beyaz olmayan birinin polisler tarafından öldürülüşünü görebilmesi önemli. Birçok kişinin Standing Rock’taki protestoları görebilmesi, bunlara katılabilmesi önemli. Makam ve kurumların yalanları, onları ifşa etme hızımız sayesinde kesintiye uğruyor. Yani teknolojiye “karşı” ya da teknolojinin “yanında” değilim – teknoloji var, o kadar. Yaşadığımız dünya bu, başka bir dünya değil. Mevzubahis olan onunla ne yapacağımız. Teknolojinin kullanımını ya da suistimalini belirleyen şey kim olmaya karar verdiğimiz.

Son bir soru: Strayed ve Le Guin’le bir fotoğrafınızı gördüm. Le Guin’in ölümünün ardından nasıl hissettiniz? Le Guin sadece edebiyatta değil, feminist yazında da çok etkileyici bir kişilikti.

Ursula Le Guin benim dostumdu, ayrıca tüm yazı kariyerim boyunca temel ilham kaynağımdı. Kalbim kırık, bir parçası kopmuş gibi hissediyorum. Onun eserleri birçok kadın yazarın, kendi vücutlarımıza, kendi hayal gücümüze, bizim hikâyelerimizi bastırmak ya da yok etmek isteyen kültürlere dair hikâyeler anlatmaya cesaret eden kadınların yolunu açtı. Benim eserlerim onun eserleri sayesinde var. Onu çok özlüyorum; bence yazarların görevlerinden biri de üstatlarımızdan, bizden önce gelen sanatçılardan miras aldığımız tutkuyu yaşatmak. Onunla kısa bir süre önce konuşmuştum. Bana söylediği şeylerden biri de şuydu: "Sesini gür tut. Yere sağlam bas. Savaşçının ömrü tek bir yaşamdan uzundur."

 

Fotoğraf: Andrew Kovalev