Mehmet Atılgan: Beni daha o yaşta şehirde gezdirerek bende bir kent bilinci oluşturmaya çalışıyor gibiydi. Şehrin dokusu, kültür mirasıyla ilgili ufak tefek şeylere dikkatimi çekmeye çalışırdı...
01 Haziran 2017 14:28
Mehmet Atılgan, Yusuf Atılgan'ın Serpil Gence ile olan evliliğinden olan tek çocuğu. Yusuf Atılgan, oğlu henüz 10 yaşındayken hayata veda etmiş olsa da bu kısa zamanda, belki de geç baba olmanın verdiği bir heyecanla, oğluna çok düşkün olduğunu, onunla çok ilgilendiğini hem çeşitli mektuplarından hem de anılarından biliyoruz. Bu yakınlığın izinden yola çıkarak yazar Yusuf Atılgan'ı hem oğlu hem okuru olarak Mehmet Atılgan'dan dinledik.
Babanızı kaybettiğinizde henüz 10 yaşındaydınız. Sizde kalan anısı nasıl Yusuf Atılgan’ın? Nasıl hatırlıyorsunuz babanızı?
Sonuçta çocuktum elbette. Herhangi bir eserini de okumuş değildim o zaman. Gerçi “Ekmek Elden Süt Memeden”i okumuştum ama o kadar. Gündelik hayatında nasıl biriydi diye sorarsanız, bana karşı çok sevgi dolu, şefkatli, ilgili bir babaydı. Annem kadar, hatta dönem dönem annemden daha fazla benimle ilgilendiğini hatırlıyorum. İkisinin ayrı ayrı çalıştığı dönemler vardı. Karacan ve Can Yayınları'nda benim dört yaşıma kadar olan dönemde mesaili çalışıyordu. Bu yüzden çocukluğumun hatırlayabildiğim döneminin oldukça uzun bir zamanını babamla geçirdim diyebilirim. Belediye otobüsüne binip alakalı alakasız yerlere giderdik. Ya da gittiği yerlere beni de alır götürürdü. Çalıştığı dönemlerde beni Karacan Yayınları’na götürdüğünü, orada esnaf lokantalarında yemek yediğimiz zamanları da hatırlıyorum. Küçük Çamlıca’yı çok severdi. Orada, tepede bir melengeç ağacı vardı. Ona “koca melengeç” derdi, altında oturup çay içerdik. Vapura binmeyi çok severdi. Bütün vapurların ismini, nerede yapıldığını falan bilirdi mesela. Özellikle daha eski vapurlar, İnkılap gibi, Sarayburnu gibi... Bu isimlere dikkatimi çeker, "bak bu İskoçya’da yapılan vapurlardan o yüzden bizim burada Haliç’te yapılanlara oranla daha derindir" derdi. Beni daha o yaşta şehirde gezdirerek bende bir kent bilinci oluşturmaya çalışıyor gibiydi. Şehrin dokusu, kültür mirasıyla ilgili ufak tefek şeylere dikkatimi çekmeye çalışırdı.
Moda’da oturuyorduk. Moda gezilerimiz olurdu, o zamanlar bugün kafelerin olduğu yerde bir sürü dondurmacı var. Onlardan Ali Usta hâlâ duruyor, biraz da tekelleşmiş bir hâlde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Markettense küçük esnaftan alışveriş yapmayı önemserdi babam, bu yüzden hep o zamanki dondurmacılardan en küçüğüne gittiğimizi hatırlıyorum. Efendiler isminde bir dondurmacıydı. Hatta sonradan balkaymak oldu ama biz yine de hep oradan yerdik dondurmamızı.
Sokak isimleri ve onların hikâyeleri eşliğinde sabah yürüyüşleri yapardık. Aylak Adam’da da vardır hatta, sokak isimleri ve onun arkasındaki hikâyelere çok meraklıydı. Kalamış’ta bir arkadaşına ziyarete inerdik arada. Ona giderken bütün sokakları sayardık. Moda’dan Kalamış’a gitmiştik, 22 tane sokak adı saymıştı o gün. Miskin lafını çok severdi örneğin. Tembel yerine miskin derdi. Bir gün iş dönüşü anneme “Serpil bir sokak ismi gördüm Miskin Adam diye” dedi. Annem de güldü, komikmiş diye konuştular. Ertesi gün geldi. İşe giderken bakmış ki tabela silinmiş, "meğer 'Misk-i Amber'miş sokağın adı dediğini, buna çok güldüklerini hatırlıyorum. Bu sokağın, o zaman da çok kötü kokan kurbağalı derenin olduğu yerde olması da oldukça ironik aslında.
Tam da bu miskin lafını çok kullanması üzerinden, Enis Batur’un K24'le paylaştığı, sizin emeklemeye başladığınız dönemde yazılmış bir mektupta, “babası gibi tembel olacak anlaşılan” diyor. Neden böyle demiş olabilir?
Enis Batur çok yazan bir yazar olduğu için aralarında hep böyle şakalaşırlardı. Babam, “nasıl bu kadar çok yazabiliyorsun” diye hayret edermiş. Araya onar yıl girerek iki roman yazmış, üçüncüsünü bitirmeye ömrü vefa etmemiş biri sonuçta. Aralarında böyle konuşmalar olduğunu biliyorum. Kendisinin bu özelliği üzerine de espriler yapardı. Üretken bir yazar değildi ama tembel denilecek biri miydi bilmiyorum. Değildi bence. Bir taraftan da çok disiplinli, her gün yediği, içtiği, uyuduğu saat bile belli olan bir insandı. Yaptığı işi, özellikle yazma işini çok titizlenerek yapardı.
Bir okur olarak, yazar Yusuf Atılgan’la tanışma deneyiminiz nasıldı?
Ben Aylak Adam’ı 15 yaşında okudum. Lise birin yazıydı. Her yazar çocuğunda böyle bir şey var mıdır bilmiyorum, çok da gencim sonuçta ve kitabı okumaya başlarken, “ne yani babam yazdı diye sevmek zorunda mıyım” hissim vardı. Sonra çok beğendim Aylak Adam’ı. “Vay be babam iyi yazarmış gerçekten” dedim kendi kendime. Bir yıl sonra da Anayurt Oteli’ni okumuştum ama kendimi C.’ye daha yakın hissetmemden belki Aylak Adam’ı daha çok sevdiğimi hatırlıyorum. Kitapla ilgili bana söylediği bir ayrıntı var, Aylak Adam'da sadece bir yerde "ve" bağlacı kullanmış. Hatta onu da keşke kullanmasaymışım demişti.
C., özellikle de Zebercet Türkiye edebiyatının en karanlık karakterlerinden biri. Bu karakterleri, bu hikâyeleri yazan kişinin babanız olması size nasıl hissettiriyor?
Flaubert nasıl ki "Madam Bovary benim" demiştir, babam da “Zebercet benim” demiş zamanında. Elbette böyle bir şey yazmış olması onun da karanlık yönleri olduğunu göstermez. En azından benim tanıdığım kişi öyleydi. Kitapları ilk okuduğumda ergenlik dönemimde olduğumu düşünürsek, zaten öyle çok neşeli zamanlar da geçirdiğim söylenemez. Bu yüzden kendimi bulmuştum ben de o hikâyelerde. O dönem anti-kahraman edebiyatı seviyordum. Aylak Adam’dan önce Salinger’ın Gönülçelen (Çavdar Tarlasında Çocuklar) kitabını okumuştum. Gönülçelen’de Holden Caulfield birisine, “Central Park’taki ördekler kışın nereye gider” diye sorar. C. de benzer bir şekilde “karıncalar yuvalarından çıktı mı” diye sorar bir taksi şoförüne. Sonları da benziyor aslında biraz, ikisi de kimsenin kendilerini anlamayacağını düşünür örneğin. Camus’nün Yabancı’sını da o yaz okumuştum. Dolayısıyla varoluş sancısı çeken, bir parça karanlık karakterlere uzak değildim. Belki de o yüzden bunu çok da sorgulamadım.
Neler izler neler okurdu o dönem, özellikle aklınızda kalan bir şeyler var mı?
Sinemaya çok düşkün olduğu birçok yerde yazılmıştır zaten. O zamanlar adı Sinema Günleri olan İstanbul Film Festivali’ni her yıl takip ederdi. 60’lar- 70’ler ABD otör yönetmenlerini çok severdi özellikle. Sam Peckinpah, Alan Pakula, Stanley Kubrick, Coppola çok sevdiği yönetmenlerdi. John Cassavetes’i çok sevdiğini, Şubat 1989’da öldüğünde üzüldüğünü, annemle aralarında konuştuklarını hatırlıyorum.
Okudukları arasında Patrick Süskind’in Koku’sunu hatırlıyorum. Onun dışında Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlığı’nı, Sylvia Plath’in Sırça Fanus’unu okuduğunu. Bir keresinde de Çehov’un Bozkır’ını okuduğunu ve ardından anneme, “bu nasıl bir adam böyle yıllar sonra yine okuyayım dedim yine ağladım” dediğini hatırlıyorum.
Bilge Karasu’yla çok yakınlardı. Ankara’da yaşıyordu o, babam da gider gelirdi Ankara'ya. Anayurt Oteli’ni yazdıktan sonraki bir Ankara ziyaretinde, Bilge Karasu romanı okumuş, babamı görünce de "cani" gibi bir şey söylemiş. Babam da şaşırıp "neden böyle dedin" diye sorduğunda kediyi öldürmüşsün romanda demiş. Kedileri çok severdi Bilge Karasu malum. Babam da çok severdi kedileri. Hatta köyde iki kedisi vardı birinin adı Colette, diğerininki de Kör Kadı'ymış. Anayurt Oteli'ne kedinin girişini de "romanı yazarken sürekli tepemde çatıda bir fare vardı, ben de kedi ekledim romana" diye açıklardı.
Hem kentli hem köylü olmak, ikisini de içselleştirebilmiş bir entelektüel olmak, Yusuf Atılgan söz konusu olduğunda akla gelen ilk özelliklerden. Biraz köyle olan ilişkisinden bahseder misiniz?
Aslında hep bilinenin aksine köylü bir aileden gelmiyor. Babası çocukluğunda aşar memuru, Manisa’da yaşıyorlar. Ailesi göçmen. Fakat 1922’deki büyük Manisa yangını sonrası merkeze çok da uzak olmayan Hacırahmanlı köyüne yerleşirler. Osmanlı’nın da son günleri zaten. Babası orada birikmiş parasıyla bir bakkal dükkânı açar, bir taraftan çiftçilik de yapar. Ailenin kırsala gidişi sonradan yani. Ölümüne kadar köyle olan bağı devam etti. Berberi bile köydeydi. Yılda üç dört kere köye giderdi, gittiğinde orada kestirirdi saçlarını örneğin, orada bir berberi vardı. Ailesinin köylülüğü sonradan yani. Ama orada, özellikle cezaevinden sonra inzivaya çekildiği o dönemde köy hayatı yaşadığını biliyoruz. Kentle ilişkisi ise her zaman çok kuvvetliydi.
Cezaevi sürecine gelirsek o zaman, 1944 yılında 10 aylık bir mahkûmiyeti söz konusu. Bu, hayatındaki dönüm noktalarından biri diyebiliriz. 10 aylık cezaevi süreci, öğretmenlik hakkının elinden alınması ve köye dönüşü… Sonrası için hep, “solcularla olan bağını kesmişti” diye yazılıp çizildi örneğin. O günlerin etkileri nasıldı üzerinde?
O dönemini pek bilmesem de Vedat Türkali’iyle çok yakın arkadaşlardı örneğin, her zaman da devam etti arkadaşlıkları. İstanbul Üniversitesi'nden de arkadaşlar zaten. "Kâdir amca" benim için Vedat Türkali’nin adı. Babam kızdırmak için Abdülkadir Pirhasan adıyla hitap ederdi ona, Kadir'in a'sını da şapkalıymış gibi uzatarak söylerdi. Sonrasında örgütlü bir şekilde sol hareket içinde olmadığı doğru. Ama yazarlığı açısından bakıldığı zaman politik olmadığını söyleyemeyiz.
Arkadaşı İhsan Bayram, İzmir’de düzenlenen bir anma toplasında özellikle Sanasaryan Han’da yattığı dönemin çok zor olduğundan bahsetmişti. İşkence gördü mü görmedi mi bilmiyorum ama bir kötü muamele gördüğü kesin. Hatta Anayurt Oteli’ndeki o 22 günün bunun bir yansıması olduğunu söylemişti.
Futbola olan ilgisinden bahseder misiniz biraz?
1939 yılında 18 yaşındayken üniversite eğitimi için Manisa’dan İstanbul’a geliyor. Beyazıt’ta bulunan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümü binası 1942 yılında yanınca, eğitime geçici olarak Beşiktaş’ta Resim ve Heykel Müzesi’nin de bulunduğu Dolmabahçe Sarayı’nın Veliaht Dairesi’nde devam eder. Atılgan ve aralarında Vedat Türkali’nin de bulunduğu fakülteden birkaç arkadaşı okula yakın olmak için Çırağan Asariye Yokuşu’nda ortak ev tutarlar. Asariye Yokuşu o sırada Beşiktaş’ın futbol maçlarını oynadığı, Çırağan Sarayı’nın bahçesinde yer alan Şeref Stadı’nın tam karşısındadır. Babam, okuldan arta kalan zamanlarında sık sık maç izlemeye evine ve okula çok yakın olan Şeref Stadı’na gide gele Beşiktaşlı olur.
Kaderin garip bir cilvesidir ki, babam Beşiktaş’ın tarihinin en başarılı dönemini yaşadığı üç yılı göremeden hayata veda etmişti. Ölümünden (9 Ekim 1989) sadece bir hafta sonra Beşiktaş Adana Demirspor’u 10-0 yenerek hem kendi hem de Türkiye Birinci Futbol Ligi’nin hâlen egale edilemeyen en farklı galibiyetini alır (15 Ekim 1989), izleyen üç sezonu da şampiyon tamamlar.
Futbola ve genel olarak spora olan düşkünlüğü Beşiktaşlılığıyla sınırlı kalmamış, 1950 yılında çiftçilik yaptığı Manisa’nın Hacırahmanlı kasabasında Türkiye’nin kasaba düzeyinde ilk spor kulüplerinden birini kurmuş, kulübün futbol takımında oynamış ve antrenörlük yapmış.
Sadece futbola değil bütün spor türlerine karşı çok ilgiliydi. Olimpiyatlarda gülle atmadan uzun atlamaya kadar her yarışmayı sonuna kadar dikkatle izlerdi. 1984 yılında Los Angeles Olimpiyatları’nı izliyorduk. Sovyetler o yıl olimpiyatlara katılmamıştı. ABD, 1980 Moskova Olimpiyatları’na katılmamıştı, Sovyetler’in Afganistan’a girişini protesto ettikleri için. Sovyetler de ABD’yi boykot etti. Babamın keyfi kaçmıştı Sovyetler katılmadığı için. Çünkü devrim ülkelerine bir sempatisi vardı. 1986 Meksika’daki Dünya Kupası’nda Sovyetler, hakemin aslında ofsayt olan iki golünü sayması sonucu Belçika'ya yenilmişti. Hakeme çok sinirlendiğini hatırlıyorum. 1988’de de Avrupa Futbol Şampiyonası da yine Sovyetler’in çok iyi olduğu bir dönemdi. Babamın sempatisi sebebiyle Sovyetler’i tutuyordum, tüm arkadaşlarım Hollanda’yı destekliyordu. Sanırım Türkiye'de Sovyetler’i tutan üç beş çocuktan biriydim. 1986 Dünya Kupası sırasında “çabuk gel İtalya ‘90” dediğini hatırlıyorum. Ama maalesef görmeye ömrü yetmedi.