Türkiye'den insan hakları manzaraları

"Küresel dünya 'daralan sivil alan' olarak tanımlanan yeni bir sosyo-politik gelişmeyle karşı karşıya. Bu politika sivil alanın daraltıldığı hemen her ülkede 'yerli ve milli' olarak vurgulansa da, ortak özelliklere, ortak politika ve yöntemlere ve ortak sonuçlara sahip."

15 Temmuz 2021 11:48

20. yüzyılın son 50 yılına bakarak 21. yüzyılın bir insan hakları yüzyılı olacağını öngörebilirdik. 20. yüzyılın insanlık tarihinin en kanlı yüzyıllarından biri olduğunu söyleyenler aynı yüzyılın bir haklar çağı olduğunu da teslim ediyordu. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana insan hakları ve insan hakları mücadelesi yükselişteydi.

Ancak 21. yüzyılda bugüne kadar yaşadıklarımız bu beklentileri boşa çıkardı.

Demokrasiler ve insan hakları rejimleri ciddi bir krizle karşı karşıya…

20. yüzyıl demokrasileri askerî liderlerin önderliğindeki darbelerle birdenbire, deyim yerindeyse kalp kriziyle ölüyordu. Burada her zaman bir demokrasiye geçiş umudu vardı. Ama 21. yüzyılda gördük ki demokrasiler seçilmiş liderlerin ellerinde yine deyim yerindeyse boğularak katlediliyor.[1] Bu gerçek bizi yeni bir gerilimle karşı karşıya bıraktı. Demokrasi ve insan haklarına saldırıların diktatörlerin aksine seçilmiş liderlerden gelmesi demokrasi ve insan hakları arasında yeni bir gerilim hattı oluşturdu.

Bu durum 21. yüzyılda insan hakları ve demokrasi mücadelesinin kendi eksiklikleriyle birleşerek durumu güçleştirdi.

Küresel dünya “daralan sivil alan” olarak tanımlanan yeni bir sosyo-politik gelişmeyle karşı karşıya. Bu politika sivil alanın daraltıldığı hemen her ülkede “yerli ve milli” olarak vurgulansa da, ortak özelliklere, ortak politika ve yöntemlere ve ortak sonuçlara sahip.

Toplumun ortak siyasal zemininin daralması bu durumdaki hemen her ülkede yoğun bir kutuplaşmayı ve otoriterleşmeyi getiriyor. Üstelik bu kutuplaşma ve otoriterleşme kitle desteği de buluyor. Sistematik bir biçimde yargının siyasallaştırılması, temel yasama süreçlerinin yıpratılması, medyanın yanlı ve taraflı bir denetime alınması, toplumun örgütlü ve ses çıkarabilen kesimlerinin örgütlü yapılarının zayıflatılması ve tüm bunların artan bir milliyetçilik ve güvenlik paradigmasıyla desteklenmesi…. Ağırlıkla yerli ve bazen de yabancı düşman tehdidinin yaratılması demokratik kurumların yıpratılması ile birleşince ortaya milliyetçilik ve ırkçılık temelli popülist söylemler ve yaratılan korku ikliminde toplumun belli bir kesiminin otoriterleşmeyi tek kurtuluş olarak görmesi çıkıyor.

Latin dünyasında başta Brezilya olmak üzere Venezuela, Bolivya ve Kolombiya, Asya’da başta Hindistan ve Rusya olmak üzere Bangladeş, Tayland ve Endonezya, Batı Asya’da başta İsrail olmak üzere Irak, Filistin ve Lübnan, Afrika’da Kenya, Fildişi Sahili, Kamerun, Burundi, Uganda ve Zimbabve ve nihayet Avrupa’da da Polonya ve Macaristan bu özellikleri gösteren ülkeler.[2]

Türkiye de bu ülkelerden biri.

Ortak politika ve özellikler

Otoriter yönetimlere geçişin ilk göstergesi hakikate, hakikati dile getirenlere saldırmak. Toplumsal bir mücadele ve ortaklaşmalar sonucu oluşturulan ve uluslararası insan hakları gündemi ve yasalarından da ilham alan hakikat doğrudan saldırılarla gözden düşürüldüğünde, milliyetçilik sosuna bulandırılmış yalanın egemenliği ya da yanlışın egemenliği başlıyor ki, bu propaganda etrafında kalıcı, demokratik bir gelecek inşası imkânsız hale geliyor.

Tahmin edilemez olmak, belirsizlik de ortak bir özellik. Yani ne yaparsanız başınıza neyin ne zaman geleceğini bilememek de bu rejimlerin ortak özelliklerinden.

Otoriter rejimlerin bir başka özelliği ise uzun yılların mücadelesi sonucu elde edilmiş kadın ve LGBTİ hareketlerine duydukları nefret. Bu nefretin kökeni ister Müslümanlık’ta, ister Yahudilik’te isterse Hıristiyanlık’ta aransın, nefret söyleminin ve suçlarının egemenliği, kültürel kökenleri bu dinlere dayanan liderlerin ve rejimlerin muhafazakâr politikaları temsil etmesinden kaynaklanıyor. Türkiye’de 20 Mart 2021’de Cumhurbaşkanı’nın İstanbul Sözleşmesi’nden çekileceğini açıklamasıyla Türkiye’de kadın ve LGBTİ+ hakları ciddi bir darbe aldı. Özellikle ülkede toplumsal cinsiyet temelli şiddetin arttığı ve kadınları ve LGBTİQ+’ları koruyacak mekanizmaların zayıflığı göz önünde bulundurulursa. “Hiç şaşırtıcı olmayan bir biçimde geri çekilmenin gerekçelendirilmesi Polonya’da da gözlemlenen toplumsal cinsiyet karşıtı retorikle paralellik gösteriyor. Türkiye’de hükümet açıklamalarında LGBTİ topluluğu günah keçisi haline getirme çok büyük yer tutsa da, ‘geleneksel’ aile değerlerine sahip çıkmak bu kararın temel nedeni olarak gösteriliyor. Her iki ülkede de toplumsal cinsiyet karşıtı politikalar güç kazanıyor.” (Hafıza Merkezi-Berlin/The Istanbul Convention, Gender Politics and Beyond: Poland and Turkey/Cemre Baytok, https://www.hm-berlin.org/publications/)

Çeşitliliğe, farklılığı kabule, kimliklerin eşit olarak temsiline dayanan insan hakları rejimi de bu yeni politikacıların ve politikaların hedefine oturuyor.

Hedef alma yöntemleri de aynı: Önce medyada ve siyasi liderlerin bizzat rol almasıyla, troller yardımıyla yerli milliyetçilik soslarına bulanmış hedef göstermeler; düşman hukuku uygulamaları, güvenlik güçlerinin keyfi tutumu ve güçlendirilen cezasızlık zırhları; ırkçılık, yabancı düşmanlığı, genişletilmiş bir kontrol ve gözetim mekanizmasıyla, tutuklamalar, korkutmalar ve cezalandırmalar. Buna bir de sivil alanın GONGO’larla (yani hükümet yanlısı veya bizatihi hükümetlerin kurdurduğu STK’lar) doldurulmasını ekleyelim.

Yukarıda saydığım ortak özelliklerin hemen hepsini Türkiye’de de bulmak mümkün.

Ve Türkiye…

Bu gelişmenin Türkiye’deki tezahürü toplumun en çok sesi duyulan ve bilgi üreten kesimlerine ve toplumsal düzeni dönüştürebilecek barış ihtimaline saldırıyla başladı. Medya, akademi ve sivil toplum örgütleri hedefteydi. Ve giderek tüm muhalefet… Ses çıkarabilen kesimlerin zayıflatılmasına paralel olarak yargının politize edilmesi ve yürütmenin bir kırbacı haline getirilmesi de hızla yaşandı. Yani kuvvetler ayrılığının tamamen ortadan kaldırılması, dolayısıyla yürütmenin denetim mekanizmalarının tahribi; tek adam, tek ideoloji, rejiminin kurulması.

Tüm bunlara bir de pandemi eklendi. Dünyada pandemiye en çok kurban veren ülkelerin otoriter liderlerce yönetilen ülkeler olması bir tesadüf değil. Türkiye’de pandemiyle mücadele bir önleme ve halkın sağlığını koruma sorunu olarak değil de, militarist bir zihniyetle, güvenlik sorunu olarak ele alındı. Bunun sonucunda da otoriterleşme ve militaristleşme hız kazanırken insan hakları ihlalleri de sıradanlaştırıldı. Pandemi nedeniyle alınan büyük olağanüstü hal yöntemleri yarının baskı araçları olmaya aday. İstisna halleri gerekçe gösterilerek başlatılan olağanüstü uygulamaların devletler tarafından nasıl kalıcılaştırıldığını bizden iyi kim bilecek! Pandemi iktidar tarafından rahatsız olduğu kültürel üretimi fiilen yok etmek için de araçsallaştırıldı, çevre talanı pandemiden güç alarak arttı ve Covid-19 sınıfsal sınırlar içinde ilerledi. DİSK’in araştırmasına göre DİSK üyesi işçiler arasında pozitif vaka sayısı Türkiye ortalamasının 3 katıydı. Türkiye’de iktidar partilerinin kongreleri serbestçe ve neredeyse sıfır önlemle yapılırken, sivil toplumun genel kurul ve toplantıları ya tamamen yasaklandı ya da sürekli ertelendi. Bu otoriterleşmenin önemli nedenlerinden olan ekonomiyi, Mahfi Eğilmez’in bir analizinden bir cümle alarak, bir başka yazının konusu olmak üzere erteleyeyim:

“En yüksek gelir elde eden grupla en düşük gelir elde eden grup arasındaki fark (P80/P20 oranı ya da P90/P10 oranı) son on yılın en yüksek düzeyine çıktı. 2010’da bu fark 8 kat iken, 2013’te 7,4’e gerilemiş, 2019’da yeniden 8 kata çıkmıştır.”

İnsan haklarını hatırlamak

Türkiye son yıllarda insan hakları rejiminden son sürat uzaklaşan bir ülke görünümünde. Çıkarılan yasalar, kararnameler ve bunların uygulanması ülke sınırları içinde reform olarak sunulurken, bir kısmına üye, bir kısmına aday üye olduğumuz uluslararası platformlarda Türkiye’nin demokrasi karşıtı bir anaforda giderek dibe battığı görüşü hâkim.

Türkiye’de belli başlı hak alanlarındaki durumu hatırlayalım.

Yaşam hakkı: Öncelikle 2000’lerin başında sona erdirilen ve uluslararası hukuk açısından insanlığa karşı suç olarak kabul edilen zorla kaybetme uygulaması 2019 ve 2020’de tekrar hortlatıldı. Özellikle Fethullah Gülen örgütlenmesi ile bağlantılı olduğu iddia edilen kaybedilme vakaları hakkında yetkililerden hâlâ tatmin edici bir cevap alınamadı. Çok sayıda kaçırma ve geçici süreyle kaybetme vakasının yanı sıra Hüseyin Galip Küçüközyiğit ve Yusuf Bilge Tunç’un kaybedilmesi devletin bu eski ve köklü şiddet repertuarının tekrar sahneye konduğunu gösterdi. Bu iki kaybedilme vakasının akıbetleri hâlâ meçhul. Ayrıca ’90’lı yılların az sayıda failine yönelik açılan davalar da hâlâ sürmekte olan Ankara JİTEM davası, Ana JITEM-Anter-Ayten Öztürk ve Dargeçit davaları haricinde topluca beraatle sonuçlandırıldı. 1995 yılından bu yana insanların yakınlarının akıbetini sormak ve adalet için İstanbul Galatasaray Meydanı’nda toplandığı Cumartesi Anneleri eylemi de 700. buluşmada (25 Ağustos 2018) kaybedilenlerin yakını ve İHD yöneticisi 47 kişinin gözaltına alınmasıyla nihayetlendirilmeye çalışıldı. O tarihten bu yana Galatasaray Meydanı yasaklı hale gelirken Kasım 2020’de gözaltına alınan 47 kişiden 46’sına dava açıldı. Haklarında 3 yıla kadar hapis cezası isteniyor.

Cumartesi Anneleri eyleminde Elmas Eren ile Emine Ocak oğullarının fotoğrafları ile...

Baran Tursun Vakfı verilerine göre 2007’den bu yana dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle 403 kişi öldürüldü. Bunlardan 93’ü çocuktu.

Uluslararası Kriz Grubu verilerine göre güvenlik güçleri ve PKK arasındaki çatışmalarda (2015 Aralık ayından 8 Haziran 2021 tarihine kadar) 5.464 kişi öldü. Bunların 1.269’u güvenlik güçleri mensubu, 3.393’ü PKK militanı, 549’u sivil ve 226’sı da bağlantısı belirlenemeyen kişilerdi. Bu rakamlar Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarında yaşanan insan kayıplarını kapsamıyor.

İşkence ve kötü muamele: 2020 yılında pandemi önlemleri nedeniyle kontrollü bir şekilde başvuru kabul edilmesine karşın, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na (TİHV) işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı gerekçesiyle 605 kişi başvurdu. İnsan Hakları Derneği (İHD) Dokümantasyon Birimi’nin verilerine göre 2020 yılında hapishanelerde işkenceye ve kötü muameleye uğradığını iddia eden mahpus sayısı ise 358 oldu. Dünyanın “gelişmiş” demokrasilerinde de münferit işkence vakalarına rastlanıyor. Amaç bunların hiç gerçekleşmemesi olmasına rağmen bu uygulamaları yapanların soruşturulması ve gerektiğinde cezalandırılması insan hakları ve demokrasinin ve Türkiye Anayasası’nın bir gereği. Ancak uygulama şöyle işliyor: İşkence yapan kolluk görevlileri hakkında bir şikâyette bulunulması, soruşturma ya da dava açılması halinde işkence görenler hakkında derhal “memura hakaret etmek, mukavemet etmek, bu sırada yaralamak, kamu malına zarar vermek” gibi gerekçelerle karşı davalar açılıyor. İşkenceciler aleyhine açılan davalar cezasız kalırken, işkence görenler aleyhine açılan davalar kısa sürede ağır cezalarla sonuçlanabiliyor. TİHV verilerine göre, 2019 yılında Cumhuriyet Savcılıkları tarafından “kamu görevlisine direnme” suçunu oluşturan TCK’nın 265. Maddesi’nden 38.582 kişi hakkında soruşturma açılmış, bunlardan 28.843’ü hakkında kamu davası açılmış. Buna karşın aynı yıl içinde işkence suçunu düzenleyen TCK’nın 94. Maddesi’nden 1.098 kişi hakkında soruşturma açılırken, sadece 97 kişiye kamu davası açıldı.

Fail yerine mağduru suçlama geleneği Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan bu yana amansızca uyguladığı “inkâr habitus”unun doğal bir sonucu.

İfade özgürlüğü: Medya (alternatif az sayıdaki ortamlar hariç) tamamıyla ülkeyi yönetenlerin kontrolüne geçirildi. Eleştirel gazeteciler hedef gösterilerek, ismen belirtilip uzaklaştırılmaları istenerek ya çalıştıkları medya organlarından uzaklaştırıldı ya da kovuşturma ve cezaevi ile sindirilmeye çalışıldı. Ana akım medya hükümet yanlısı işinsanları tarafından devralındı. Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ)’nin son rakamlarına göre Türkiye’de hapse atılmış olan gazeteci sayısı 47. Son dört yıldır gazetecileri hapsetmekte dünyada birinci sırada olan Türkiye bu sayı ile ikinciliğe düştü. CPJ bu gerilemenin, yani insanlık için ilerlemenin Türkiye medyası için bir gelişme/iyileşmeden değil, aksine, Türkiye’de hükümetin 100’den fazla bağımsız medya organını kapatması ve gazeteciler aleyhine daha fazla sayıda Terörle Mücadele Yasası kapsamında dava açılmasıyla bağımsız ve eleştirel gazeteciliğin ciddi olarak gerilemesinden kaynaklandığını belirtti.

PEN America’nın 2020 Yazma Özgürlüğü Endeksi/Freedom to Write Index Türkiye’nin yazar ve entelektüelleri hapsetmede dünyada üçüncü sırada geldiğini açıkladı.

Free Web Turkey verileri de ocak ayında yaptığı açıklamada 1 Kasım 2019 ile 31 Kasım 2020 arasında 1.910 URL, alan adı ve sosyal medya gönderisinin mahkemelerce veya yetkililerce sansürlendiğini açıkladı. Yasaklanan ve sansürlenen bağlantıların üçte ikisi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ailesi veya AKP hakkındaydı. “Son olarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından Cumhuriyet gazetesine açılan 1 milyon liralık manevi tazminat davası da halkın haber alma, gerçekleri öğrenme ve bilgilenme hakkına müdahale olarak değerlendiriliyor.

Akademik özgürlük: Türkiye’de alternatif bilgi üretiminin ana kaynağı olan üniversiteler Barış Akademisyenleri’nin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” adlı Barış Bildirisi’nin açıklanmasından sonra yaşananlarla Türkiye’de akademik özgürlük olmadığı gerçeğiyle şiddetli bir biçimde yüzleşti. “Barış Bildirisi’ni” onaylayan 2.200’den fazla akademisyene idari ve cezai soruşturmalar başlatıldı, uzaklaştırma cezaları verildi ve akademisyenler işten atılarak kara listeye alındı. Cezalara çarptırıldılar, hapis yattılar, pasaportlarına el kondu ve iş bulma olanakları tamamen engellenerek “sivil ölüme” mahkûm edildiler. Nihayet Anayasa Mahkemesi kararından sonra 552’si beraat etti ama göreve iade başvurularının yüzde 88’i reddedildi. Risk Altındaki Akademisyenler (SAR), yayınladığı “Free to Think (Düşünmekte Özgür) 2020” raporunda son beş yılda “akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü ciddi şekilde zarar gördü, kampüslerde korku ve otosansür yayıldı” diyor.

“Kuşatma Altındaki Üniversite: Türkiye’nin Felç Halindeki Akademik Topluluğu” alt başlığında, olağanüstü hal döneminde 6.081 kişinin üniversitelerden ihraç edildiği belirtilirken, akademisyenlerin durumu “sivil ölüm”, “sosyal ve politik damgalama eylemi” olarak nitelendirildi.

Akademideki tasfiye bugün Boğaziçi Üniversitesi özelinde de sürdürülüyor.

4 Haziran 2021, Boğaziçi Üniversitesi Akademisyenleri Nöbeti’nin 103’üncü, direnişin 152’nci gününden bir kare. (Fotoğraf: Can Candan)

Sivil toplum örgütleri: Eleştirel medyaya ve akademiye yönelik saldırılara ek olarak sivil toplum kuruluşları da yoğun baskı altına alındı. 2020 yılında sivil toplumu insan hakları savunucuları üzerinden hedef alan iki tartışmalı dava sonuçlandı: “İstanbul 10’lusu” olarak da bilinen Büyükada ve Gezi/Osman Kavala davaları.

5 Temmuz 2017 tarihinde Büyükada’da travmayla başa çıkma ve dijital güvenlikle ilgili düzenlenen atölyenin polis tarafından basılması ile gözaltına alınan ve farklı örgütleri temsil eden 10 insan hakları savunucusu, yanlarına Af Örgütü Türkiye Şubesi Başkanı Taner Kılıç da eklenerek cezaevinde tutuldu. Üç yıl süren davada adil yargılanma hakkı defalarca ihlal edildi. Temmuz 2020’de sanıklardan dördü terör suçlarından mahkûm edildi. İstinaf mahkemesi ise üç ay içinde bu kararı onayarak sivil topluma tehditkâr bir mesaj gönderdi.

Diğer dava ve soruşturmalar ise, şirketleri ve kurduğu sivil toplum kuruluşları aracılığıyla Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve çokkültürlülüğün gelişmesine yönelik çabalara öncülük eden işinsanı ve hak savunucusu Osman Kavala etrafında inşa edildi. Kavala, Gezi olaylarını örgütleyerek “Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs” ve “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs” ettiği iddiasıyla 18 Ekim 2017’den beri cezaevinde. Kasım 2018’de polis güçleri 13 akademisyenin ve insan hakları savunucusunun evine baskın düzenledi. Bu polis operasyonunun ardından 15 sivil toplum üyesinin de “Anayasal düzeni ortadan kaldırmak için Osman Kavala ile hiyerarşik bir düzen içinde hareket etmek”le suçlandığı “Gezi davası” iddianamesi hazırlandı. Yargılananlar beraat ettikleri halde Ocak 2021’de bölge mahkemesi 9 Gezi davası sanığı hakkındaki beraat kararlarını kaldırdı ve 12 Şubat 2021’de Kavala hakkındaki iki dava, yani kararı bozulan Gezi davası ve “siyasi veya askerî casusluk” ile suçlandığı dava birleştirildi. Bu süreçte AİHM isnat edilen suçlara ilişkin somut delil olmadığı, davanın siyasi nitelikte olduğu gerekçesiyle Kavala’nın derhal tahliyesine karar verdi.

Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Ahmet Altan

Kavala şu anda AİHM’nin nihai kararına rağmen hala hapiste. Hemen hiçbir hukuk kuralına bağlı olmaksızın hapiste tutulması kendisi ve yakınları için üzüntü ve büyük eksiklik kaynağı olmanın yanı sıra, sivil toplum aktivistleri için de ciddi bir baskı oluşturuyor.

İnsan hakları savunucularına yönelik diğer operasyonlar, hak savunucularının basın açıklamaları, müdahil oldukları davalar, çeşitli toplantılarının terörle bağlantılandırılmasıyla gözaltı, yargı ve cezaevi baskısıyla sürdürülüyor. Kadın haklarından LGBTİ+ haklarına, ekolojik haklardan basın özgürlüğünün savunulmasına, toplantı ve gösteri yapma hakkını kullanmaktan basın açıklaması yapmaya kadar geniş bir yelpazede pek çok hak savunucusu gözaltına alındı, soruşturmaya uğradı, yargılandı ve cezalandırıldı. (Daha kapsamlı bilgi için: www.sessizkalma.org)

Yargı: Türkiye demokrasilerin olmazsa olmaz koşulu olan hukukun üstünlüğü ilkesinden giderek uzaklaşan bir görünüm çizdi. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı 2016 darbe girişimi sonrası hâkim ve savcıların üçte birinin görevden uzaklaştırılması ve yenilenmesiyle, hükümetin politika ve istemlerine karşı karar alan yargıçların yerlerinin değiştirilmesi ve cezalandırılmasıyla, devleti yönetenlerin yargıya hedef göstermeleriyle iyice yıpratıldı.

Yargı istatistikleri yüz binlerce kişinin terörle mücadele yasaları ile soruşturulduğunu ve kovuşturulduğunu ortaya koyuyor. Her türden muhalefet terörle mücadele yasaları ile denetim altına alınmaya çalışılıyor. Bu doğrultuda hazırlanan iddianamelerin kopyala-yapıştır yöntemiyle hazırlanması, kanıtla iddia arasında bağlantı kurmaması ve buna rağmen mahkûmiyetle sonuçlanması da hukuk alanında yaşanan erozyonun bir diğer boyutu.

Suça bulaşan devlet görevlilerinin yargısızlık zırhıyla korunmasının güçlendirilmesi de hukukun üstünlüğüne vurulan bir diğer darbe. Terörle mücadele personelinin yargılamadan muaf tutulmasını sağlayan yeni kararname Türkiye devletinin resmî politikası haline gelen cezasızlık uygulamasını da güçlendiren bir olgu.

Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği derhal serbest bırakılma kararları, yargı ruhunun arkasından dolanarak uygulanmıyor.

Aslında bu iki uygulama buzdağının görünen kısmı. European Implementation Network verilerine göre son 10 yılda Türkiye, AİHM kararlarının yaklaşık yüzde 60’ını uygulamadı.

ODTÜ LGBT+ öğrencilerin eylemi, 2018.

Toplantı ve gösteri hakkı: Barışçıl gösteri hakkının kullanılması uygulamada neredeyse tamamen yasaklanmış durumda. Gerekçesiz ve gayri hukuki yasaklamalara karşın yapılan barışçıl gösteriler de her defasında polisin orantısız güç kullanımı ile karşılaşıyor. Demokratik toplumun en önemli kriterlerinden biri olan barışçıl toplanma ve gösteri özgürlüğü hakkı –ekonomik çıkarların savunulmasından siyasi fikirlerin ifadesine, sanatsal faaliyetlerde bulunmaktan adaletsiz uygulamalara tepki göstermeye kadar uzanan– sivil, ekonomik, politik ve sosyal hakların tanınması, uygulanması ve savunulması için kullanılabilecek bir araçtır ve uluslararası hukukun koruması altındadır. Barışçıl gösteri hakkı, uluslararası sözleşmelerde ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü hakkının ayrılmaz bileşeni olarak değerlendirilir ve güvence altına alınır. Adalet Bakanlığı istatistikleri 2911 Sayılı Toplantı, Gösteri ve Yürüyüşleri Düzenleyen Yasa’ya muhalefet ettikleri gerekçesiyle kovuşturmaya uğrayanların ve yargılananların son 10 yılda (pandemi dönemi hariç) neredeyse yıldan yıla ciddi artış gösterdiğini ortaya koyuyor.

Örgütlenme özgürlüğü: Örgütlenme özgürlüğü hem Dernekler Yasası’yla ilişkili kararnameler hem de idari baskılarla kısıtlanıyor. Derneklerden üyelerinin kimliklerini bildirme zorunluluğu KVKK’na aykırı bir şekilde isteniyor. Derneklere yönelik mali denetimler sıklaştırılıyor ve para cezaları kesiliyor. Ayrıca Aralık 2020’de apar topar çıkartılan 7262 Sayılı Kitle İmha Silahları’nın Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun mafyayı, suça bulaşan bürokrat ve siyasileri, yine suça bulaşan ticari örgütlenmeleri değil, sivil toplum kuruluşlarını hedef alıyor ve hükümete derneklere kayyum atama yetkisi veriyor.

Ana hak kategorileri ile çizilen bu tabloda cezaevi koşulları ve yaşanan ihlaller, sıradan vatandaşların ifade özgürlüğü kullanımına karşı açılan soruşturmalar, kişi güvenliğine ilişkin ihlaller, yerleşim ve mülkiyet hakkına yönelik ihlaller, polis ve asker intiharları, vicdani ret, çocuk hakları ihlalleri, ekolojik ihlaller, sokağa çıkma yasakları, ekonomik ve sosyal haklara yönelik ihlaller, mültecilere ve sığınmacılara yönelik ihlaller, kültürel haklara ve barış hakkına yönelik ihlaller yer almadı. Sanılmasın ki bu alanlarda ciddi ihlaller yok… Yazıyı uzatmamak için bir kuşak insan hakları ile sınırlı tuttuğumdan…

Yukarıda saydığım bütün bu ihlallere karşın, Türkiye mülteci anlaşmasını uzatmaya gelen Avrupa Birliği yöneticileri tarafından “güvenli ülke” olarak kabul edildi. Yani güvenlik politikaları AB-Türkiye ilişkilerinde de şimdilik demokrasi ve insan haklarına baskın görünüyor.

Türkiye’de kadınlar mücadeleleriyle hemen her kesime örnek olabilecek bir direnç ortaya koyuyor. Mizahın gücünü kullanmakta kadınların, LGBTİ+’ların ve gençlerin ne kadar başarılı olduğunu gördük, görüyoruz. Mizah baskılara karşı bağışıklığımızı artırıyor. Dayanışma ve yardımlaşma sivil toplum örgütleri arasında haklı nedenlerle her zamankinden fazla değer görüyor. Tüm engellemelere rağmen insan hakları örgütleri ve sivil toplum örgütleri mücadele ve müzakere azmini sürdürüyor. Leonard Cohen dünyanın her yerinde hak savunucularına ilham veren şarkısı Anthem’de bize güvercinin hiçbir zaman özgür kalamadığını hatırlatarak şöyle der:

“Her şeyin bir çatlağı vardır
Ve ışık oradan süzülür”

Evet, her şeyin bir çatlağı var.

 

NOTLAR:


[1] César Rodríguez-Garavito ve Krizna Gomez, Rising to the Populist Challenge

[2] Carothers Thomas, O’Donohue Andrew, Democracies Divided: The Global Challenge of Political Polarization, Brooking Institution Press, 2019.

 

GİRİŞ RESMİ:

Galatasaray Meydanı’nda toplanan Cumartesi Anneleri (2018)