"Yazarın toplumu kutuplaştıracak olmayı hiç umursamadan kurduğu faşist dil, bir yandan olup biten her şeyi mizojiniye varan sığ bir cinsel anlatıya bağlayabilecek kadar çiğ, diğer yandan Fransa’nın içinde bulunduğu politik sıkışmışlığı açıkça ortaya koymasıyla son derece düşündürücü."
27 Ekim 2022 16:10
Michel Houellebecq. Kimine göre Fransa’dan çıkan son dâhi. Kimine göreyse bir pseudo-entelektüel, sözde aydın, tepeden tırnağa şarlatan. Ancak onun hakkında kim ne derse desin, kendisine kayıtsız kalmanın çok zor olduğu muhakkak. Goncourt ödüllü yazar, Fransız edebiyatının yaşayan güçlü temsilcilerinden. Romanlarıyla, açıklamalarıyla, sansasyonel çıkışlarıyla gündemi bir anda belirleme gücüne sahip bir kişi o. Ancak 2015 yılında yayınladığı İtaat romanıyla birlikte başlayan politik tartışma, Houellebecq gibi sansasyondan hoşlanan –ve dürüst olmak gerekirse biraz da bundan beslenen– bir yazar için bile şaşırtıcıydı. Şaşırtıcıydı, çünkü inanılmaz bir rastlantı romanın yayınlandığı günde Paris’i kana buladı. (Ya da “Tanrı zar atmaz” mı demeli?) 2022 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Müslüman Kardeşler’in adayının kazanmasıyla başlayan hayalî İslamizasyon sürecini kurgulayan bu distopik romanın çıktığı gün IŞİD (ya da dönemin cumhurbaşkanı François Hollande’ın politik tutumunu paylaşırsak DAİŞ) de o güne kadarki en sansasyonel eylemini gerçekleştirmiş, karikatür dergisi Charlie Hebdo’nun ofisini basarak 11 kişiyi öldürmüştü. Bu rastlantı, romanı boyunca Fransa’nın sinir uçlarına bilinçli bir şekilde dokunan Houellebecq’in de işine geldi elbette. Soumission, satışa çıktığı günü takip eden ilk beş günde 100 binden fazla kopya sattı ve günlerce tartışıldı. Ancak kitabın etrafında oluşan bu heyecan dalgası, romanın gerçekten ne söylediğinin üstünü örttü. Herkes bu sansasyonun parçası olmak istedi, ancak kimse Houellebecq’in neye işaret ettiğine odaklanmadı.
Tam da kanlı baskının olduğu gün, 7 Ocak 2015 tarihli Charlie Hebdo'nun kapağı Houellebecq'e ayrılmıştı. İtaat'in yayımı dolayısıyla bir kâhin olarak çizilmiş Houellebecq'in kapak karikatüründe yer alan kehanetleri: “2015’de dişlerimi kaybederim.. 2022’de de oruç tutarım!”
Houellebecq, İtaat’te İslam’la –ve onun politik uzantılarıyla– ilgileniyormuş gibi yapıyor olsa da, onun dikkati çekmek istediği asıl meselenin Fransa siyasetindeki tıkanıklık olduğunu düşünüyorum. Houellebecq’in İslamiyet’le ve bu dinin politik performanslarının Fransa’daki görünürlüğüyle bir sorunu olduğu açık. Ancak Fransa’daki esas sorunun kimlik siyasetine sıkışmış geleneksel sol ve sağ partilerin iflası olduğunu düşünüyor Houellebecq. Ona göre merkez sol ve merkez sağ Front National’in (ya da bugünkü Rassemblement National’in) yükselişine o kadar odaklanmış durumda ki, toplumu tehdit eden gerçek tehlikeyi göremiyor. Bu tehditse İslami bir arka plana sahip olan radikalizm. Bu bağlamda İtaat’i bir haykırış ya da isyan metni olarak görmek mümkün. Ancak bu isyanın dayandığı somut kaynaklar var mı, yoksa bu çığlık bir hezeyandan mı ibaret, üstüne düşünülmesi gereken esas mesele bu. İtaat’in en tartışmalı taraflarından biri, Fransa’daki aşırı sağın politik görüşlerinin yüksek Fransız edebiyatına şaşaalı bir biçimde geri dönüşüne alan açması. Fransa’da böylesi bir damardan beslenen epey yazar çıktı, bu yazarlar aşırı sağın korkularından beslenen çokça roman da yazdı, ancak bunların hiçbiri ciddiye alınacak metinler değildi. Houellebecq gibi modern Fransız edebiyatının yaşayan en büyük birkaç ustasından biri olarak değerlendirilen bir yazarın bu görüşleri romanları aracılığıyla (yani burjuva ahlakının ayakta kalmak için direnen son kalelerinden biri vasıtasıyla) dile getirmesiyse apayrı bir husus. Onun sözünün gücü, başkası söylediğinde kolayca İslamofobi olarak görülüp geçilebilecek kimi düşüncelerin geniş kitleler tarafından meşruluk zemini kazanmasına yol açma olasılığını beraberinde taşıyor ki, esas tehlike de burada yatıyor.
Houellebecq’in metnini bir hezeyan haline getiren şeylerin en önemlisi, olayların nasıl olup da Müslüman Kardeşler’in adayını ikinci tura taşıyacak şekilde geliştiğini açıklamakla hiç uğraşmıyor oluşu. Marine Le Pen’e karşı ikinci tura kalmış Müslüman bir adayın solun da desteğini alarak seçimleri kazanmasını hayal etmek kulağa imkânsız gelmiyor. Ancak merkez sağın, merkez solun, Melenchon’un, Front National’in, liberallerin ve yeşillerin adaylarının yarıştığı ilk tur senaryosunda Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Ben Abbes’in nasıl olup da %22 oy almayı başardığı meselesi açıklamaya muhtaç – ve inandırıcılıktan uzak. Houellebecq bu mesele üzerine düşünmüyor bile, çünkü kafasına çoktan devletin ve Fransa’yı Fransa yapan kurumların çökmüş olduğu düşüncesi yerleşmiş. Ona göre artık Fransa’da her şey başı boş bir şekilde yaşanmakta. Böylesi bir ortamda Müslüman Kardeşler’in adayının ilk turda %22 oy alması da ona hiç garip gelmiyor. Buna inandırıcı bir sebep aramıyor bile, çünkü onun esas derdi ikna edici bir kurgu inşa etmek değil, Fransa’nın sinir uçlarıyla oynayarak okurunu manipüle etmek.
Houellebecq’in romanındaki dikkate değer bir husussa söz konusu distopyadaki Müslüman iktidarının nispeten ılımlı olması. Bu, Houellebecq’in Müslüman bir cumhurbaşkanının iktidarına karşı ortaya koyduğu fikirleri daha dinlenebilir kılıyor. Çünkü çoğunluğu Hıristiyan ya da deist-ateist olan bir ülkede şans eseri cumhurbaşkanı seçilmiş olan bir Müslüman’ın bir günde radikal bir din devleti kuramayacağı açık. Houellebecq de burada kaba ve incelikten uzak bir tutum takınmak yerine, meselesi üzerine daha derin düşünmeyi tercih etmiş. Bu noktada Houellebecq’in romanını kaleme alırken Türkiye örneğini de göz önüne aldığını ve incelediğini düşünüyorum. Ilımlı bir mesajla iktidara gelen ve gücü elinde topladıkça toplumu adım adım kendi istediği şekilde dönüştüren bugünün iktidarına epey benzer bir tablo çiziyor Houellebecq bize. Kaldı ki Muhammed Ben Abbes iktidara geldikten sonra yaptığı ilk işlerden birisi Türkiye’yle ilişkileri düzeltip devletin Avrupa Birliği’ne katılması konusunda yardımcı olmak. Büyük Roma uygarlığını yeniden hayata geçirmek gibi naif bir hayali olan cumhurbaşkanının “Şark açılımı”, romanda önemli bir tedirginlik kaynağı olarak karşımıza çıkıyor.
Kadınların işgücünden çekilmesi, erkeklere aynı anda dört kadınla evlenme hakkının verilmesi, üniversitelerdeki görevlilerin türban takmaya başlaması gibi hususlar Fransız sağının tipik kaygıları. Bu anlamda Houellebecq, devletin yapısında ortaya çıkacak yapısal değişikler üzerinde durmak yerine, bu tarz çok klişeleşmiş kalıpları tekrarlıyor, dolayısıyla bir yere varamıyor. Yine de okurun bu romana dair ilginç bir kayıtsız kalamama durumu mevcut. Houellebecq, meselesine her ne kadar aşırı sağın ideolojik perspektifi ve kavram setiyle yaklaşıyor olsa da, Fransa’daki tıkanıklığı ortaya koymada epey başarılı. Bu anlamda romanın cumhurbaşkanlığı seçimiyle öngörüsünün doğru çıktığını söyleyerek iddialı bir yorumda bulunmak bile mümkün. Bununla elbette 2022 seçimlerini kast etmiyorum. Ancak romanın çıkışından iki sene sonra yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sırf Le Pen kazanmasın diye Macron’u seçen Fransız seçmenlerin –ya da seçmene Macron’dan başka bir seçenek sunamayan siyasetin– içinde bulunduğu ataleti anlayabilmek için İtaat çok iyi bir tercih.
Houellebecq aslında meseleyi egzajere ederek okurunu bir parça rahatlatmak istiyor: Evet, bunların hiçbirisi yaşanmadı ve muhtemelen yakın gelecekte de yaşanmayacak. Ancak henüz yaşanmamış olması hiç yaşanmayacağı anlamına gelmez. Bu anlamda Houellebecq’in bu romandaki asıl amacının tıkanan Fransız siyasetine toparlanıp kendisine gelmesi için bir ayar verme girişimi olduğunu söylemek mümkün. Yazar, Le Pen’den kurtulmak için en kötü adayı bile seçmeye hazır olan Fransız toplumuna böyle giderse işlerin daha da kötü sonuçlanabileceği uyarısında bulunuyor roman boyunca. Houellebecq uyarısını, siyasette gördüğü yapısal sorunları işler o noktaya gelmeden aşabilmek adına yapıyor. Bu uyarıyı yaparken aşırı sağın söylemini paylaşıyor olmayı ise umursamıyor bile. İşte İtaat’i tanımlamayı zor kılan da bu ikili yapısı. Bir yandan olup biten her şeyi mizojiniye varacak denli sığ bir cinsel anlatıya bağlayacak kadar çiğ, diğer yandan Fransa’nın içinde bulunduğu politik sıkışmışlığı açıkça ortaya koymasıyla son derece düşündürücü. 2022 cumhurbaşkanlığı seçimleri, bu bağlamda alarm zillerinin çalmaya başladığının da göstergesi oldu. Merkez sağın ve merkez solun hiç varlık gösteremediği, Le Pen’in temsil ettiği aşırı sağın ve Melenchon’cuların arasında kendisini “makul” olarak tanımlayan –ama gerçekte makul olmaktan epey uzak bir politik figür olan– Macron’un arasında geçen siyasi yarış, halının altına süpürülen her bir sorunun sonrasında daha güçlü bir şekilde geri döneceğinin ispatı gibi. Eğer Fransa siyaseti bu sıkışmışlığı aşmanın bir yolunu bulamazsa, kim bilir, yakın bir gelecekte Houellebecq haklı çıkabilir. Houellebecq toplumu kutuplaştıracak olmayı hiç umursamadan faşist bir dil kuruyor ve derinlikten son derece uzak kimi politik spekülasyonlar üzerinden Fransa’nın eninde sonunda hak ettiği şeyi yaşayacağını söylüyor. Yazara göre bu dönüşümden Fransız toplumunun hakkına düşecek olan payın son derece nahoş olacağını vurgulamaksa önemli.
•