Charles Dickens’da kar kış, yağmur çamur, sis ve gün ışığı, günün getirisi olmanın ötesinde, fevkalade alametler olarak okurun önüne serilir...
08 Aralık 2016 17:10
“Ama küçük şeyler, hayatın anlamını oluşturan şeylerdir.”
Portsmouth. 1812. Amansız bir Şubat havası. Her yerde sis. Alçak gökyüzünü adeta bir naletlik illetinin alametiymiş gibi çepeçevre saran sis, bacalardan süzülen dumana karışıp şehrin üzerine çöküyor. Sokakların orasında burasında ölgün ölgün yanan gaz lambalarının ışığı, ne kadar isteksiz de olsa, çamura bulanan balçığın, sanki matem elbiselerine bürünmüş gibi bitkin vaziyette duran köpeklerin, bata çıka yürüyen yayaların üzerine vuruyor. Landport’ta, soğuğu gaddarca çoğaltan bir boğazda, sisin tam göbeğinde, John ve Elizabeth Dickens çiftinin ikinci çocukları Charles dünyaya geliyor.
Sonraları, devrimci olmakla ve devrimci olamamakla, handiyse Marksist olmakla ve Marksist olmamakla, aşırı ahlakçı olmakla ve faziletten uzak bir yaşam sürmekle, Katolik olmakla ve yeterince Katolik olmamakla, popüler olmakla ve toplumdan uzak düşmekle, gerçekçi görünmekle ve aklı beş karış havada bir hayalperest olmakla, kolay okunur avam metinlerin yaratıcısı olmakla ve hükmünü çoktan yitirmiş bir görüşün temsilcisi olmakla, haddinden fazla iyimser olmakla ve zamanla iyimserliğini kaybetmekle, fazla neşeli olmakla ve yaşlandıkça neşesini yitirmekle, insanın yıkımlarını hoş göstermekle ve insan psikolojisini eser miktarda olsun kavrayamamakla, roman türünün inceliklerine vâkıf olmayan beceriksiz bir sanatçı olmakla ve fazla üretken olmakla eleştirilecek olan Dickens[1], soğuk ve nirengi noktalarını yitirmekte olan bir dünyaya gözlerini açtı ve bu dünyayı yazdı.
Henüz 24 yaşındayken çığ gibi büyüyecek bir alakanın öznesi hâline gelecek yazarın, sevenleri sevmeyenleri, gerek bir övgü gerekse bir yergi ifadesi olarak, ondan “Victoria Çağı’nın en büyük romancısı” olarak söz edecekti.[2] Hatta “Victoria Çağı’nın vicdanı” tabiri de sık sık ondan bahsederken kullanılacaktı.[3] Fakat, öncesinde, hayatı boyunca nefesine musallat olacak karabasanları besleyen ve zaferlerini taçlandıran bir sisin içinden geçmesi gerekiyordu: Çocukluk. Soğuk.
Dickens doğduğunda, 1350’de başlayan ve 1850’ye kadar sürecek olan Küçük Buz Çağı, soğuğun en soğuk evresindeydi. Savaş yorgunu kıta Avrupa’sında, orduların en büyük düşmanlarından biri kırıcı soğuk olarak görülüyordu. 1814’te Londra, kayıtlı en soğuk kışlarından birini geçiriyordu; Thames Nehri’nin donmasıyla, nehrin üzerindeki son buz panayırı düzenlendi. Dickens ailesinin Londra’ya taşındığı 1815 ise, “yaz gelmeyen yıl” olarak biliniyordu.
Altyapının yetersiz olduğu griye çalan şehir sokakları, yılın yarısından uzun bir süre boyunca çamur altında kalıyordu. Güneş, göğü kaplayan sis izin verdiği müddetçe, o da izin verirse, yüzünü gösteriyor; günün ne zaman başladığı, ne zaman bittiği anlaşılmıyor, dükkânların ışıkları her geçen gün daha erken yakılıyordu. Endüstri Çağı’nın başkenti sayılan Londra, köklü bir değişim geçiriyor, bağnazlıkla gelişim arasında salınıp duran dönemin ruhunu yankılarcasına, şehir de karanlık ile alacakaranlık arasında yalpalayıp duruyordu.
Hızla sayıları artan fabrikaların bacalarından çıkan dumanlar, hanelerden sokağa dökülen kömür isine karışıyor, Londra havası o döneme dek pek görülmemiş bir kirliliğin altında eziliyordu. Kurum ve katran soluyordu insanlar. Doğu rüzgârı, kötü kokuları ve kiri taşıdığı için adeta bir kıyamet habercisi gibi karşılanıyor, en büyük hastalık nedeni olarak kabul ediliyordu.[4]
Peter Ackroyd, eleştirmenlerin “fazla kurmaca” bularak güvenilir saymadıkları, benimse hem Ackroyd’un yaratıcı bir yazar olarak kabiliyetini iyiden iyiye pekiştirmesiyle hem de geçmiş bir dönemi yeniden yaratmanın imkânsızlığını sezdirmesiyle çok başarılı bulduğum Dickens adlı biyografisine, yazarın ölüm sahnesiyle başlar. Dickens, Gads Hill’deki evinde yeşil bir kanepeye uzanmıştır, yüzünde “çocuksu” bir ifade vardır. Dickens’ın William Dorrit’in cansız bedeninde hayal ettiği ifadeyi, yazarın suratında görür Ackroyd ve bu görüntüde, “ona hayatı boyunca musallat olan” ölümle çocukluk evresi, masumiyet ile hiçlik arasındaki bağlantının, nihayet birbirine kavuştuğunu duyar: “Burada, Gads Hill’de, henüz küçük bir çocukken yaşamını sürdüğü kentin yakınlarında, zamanında babasının ona gösterdiği bu evde; burada döngü tamamlandı.”
Döngü Gads Hill’de tamamlanır, zira Dickens’ın yakın dostu ve ilk biyografisini yazarak pek çok sırrını da ifşa eden John Forster’ın aktardığı[5] üzere; yazar babasıyla çıktığı bir yürüyüşte gördüğü bu malikânenin ihtişamına kendini kaptırınca, baba Dickens nasihat vermekte gecikmemiştir: “Çok çalışırsan, bir gün senin de böyle bir evin olabilir.” Döngü, burada, çocuklukta tamamlanır.
Dickens’ın en kalemi kara eleştirmenleri dahi, çocukluğun merhalelerini anlatırken, yazarın sanatının zirvesine çıktığını vurgular. Bu, onu bir “çocuk romanları yazarı” olarak yaftalama merakını da örtülü olarak içeren övgüyle, insanın hayattaki ilk yıllarının acıyı nasıl bilediği, sevinci nasıl köpürttüğü tekrarlanır; Dickens bu gelgitin doğasını bilir ve bu bilgiyle yazar.
Bana kalırsa, Dickens’ın bu benzersiz bakışı, çocukluk fırtınalarının çok ötesine uzanır; o, dünyaya “çocuksu” bir gözle bakar. Dünya, görünen bir yerdir. Acı veya sevinç, ceza veya mükâfat olarak gelir. İnsan ruhunun uçsuz bucaksız sıkıntıları, çözülmez düğümleri, henüz isim takılmamış dertleri bu dünyada kendine yer bulamaz. Endişe duyuluyorsa, aç kalma ihtimali vardır. Korku varsa, tehdit yakındır. Hüzün varsa, eski bir aşkın hayaleti odada salınıyordur. Kötü ve iyi vardır. Somuttur bu dünya.
Böylesine “somut” bir dünyada, görünen ve hissedilen her şey, büyüklerin gözünde anlamını yitiren bir genişlikte kendine yer bulur. Kar kış, yağmur çamur, sis ve gün ışığı, günün getirisi olmanın ötesinde, fevkalade alametler olarak önümüze serilir.
George Orwell, Dickens’ın okurun zihnine yerleşen karakterlerinden söz ederken, onun yazdıklarının “sanki bir eser silsilesi değil de, daha çok bir dünya gibi” olduğu yorumunda bulunur.[6] Dickens’ın yarattığı bu dünya algısında, birbirini andıran, hatta kâh o kitapta kâh bu kitapta karşımıza çıkan karakterler kadar, kurduğu atmosferin de payı olduğunu düşünüyorum. Yazdığı en grotesk sayfalarla toplum eleştirisini en gerçekçi bir dille ifade ettiği satırlar arasındaki hat, atmosferin geçişkenliğinden oluşur.
Dickens’ın hayatın ötesine geçme azmini taşımayan, bir deyişle kendi yağında kavrulan kahramanları, yukarıda sözünü ettiğim şehirde yaşar. Kül renginde bir dünyada, sadakatin ve erdemin önemini kavrayacakları badireleri atlatırken, doğanın güçleriyle de baş etmek zorundadırlar.
Copperfield, Pip, Küçük Nell, Nickelby, Bay Pickwick, Micawber, puslu bir sis yumağının arasında ilerler, yağmurun saldırısından sakınmaya çalışır, fırtınaya tutulmamaya dikkat eder ve gökgürültüsünden ürkerler. Doğanın karanlık güçleri, kriz anlarının habercisiyken, nadiren sıcaklığını hissettiren güneş, umudu müjdeler.
Toplumun ikiyüzlülüğü ve bürokrasinin işlevsizliği, hatta yozlaşmışlığı da havadaki değişimlerle vurgulanır. Oliver Twist veya Copperfield, sokaklarda aç karnına başıboş, zangır zangır titreyerek dolanırken, kimsenin yardım eli uzatmaması, karın, yağmurun iyice bastırmasıyla okurun gözüne daha çok batar. Kasvetli Ev’in etkileyici girişinde, Chancery Mahkemesi’ni saran, hatta içeri de sızan sis ve çamurun, bürokrasinin duyarsız işleyişini, Chesney Wold’un etrafında “gece gündüz, hiç durmaksızın” yağan yağmurun ise aristokrasideki çürümeyi işaret ettiği pek çok eleştirmen tarafından vurgulanır.
Beri yandan, kahramanların ıstırapları, sıkıntıları, çelişkileri ve sevinçleri de dünyanın görünen çehresine yansır; karşılıklı bir etkilenme söz konusudur doğa ile kahraman arasında. Ahlakî bir ikilemde kıvranan bir karakter, fırtınaların şiddetini daha sıklıkla duyumsamaya başlar; ucuz bedeller karşılığında bin takla atmama olgunluğuna erişen bir karakter ise zamanlı zamansız içinin ısındığını hisseder.
Oliver Twist’te, Fagin’in Bill Sikes ile kafa kafaya verip Oliver’ı bir soyguna alet etmenin yollarını aradıkları gece, ortalığı soğuk basar. Fagin, kendi küçük dünyasındaki hâkimiyetiyle tezat oluşturacak bir hassasiyetle, durmadan gecenin “soğuk” olduğundan lafı açar. Soyguna çıktıklarında da, gecenin ayazından sıklıkla bahsedilir. Soğuk, bu bağlamda kötü olayların, çatışmanın ve karanlığın habercisi görevini üstlenir. Dombey ve Oğlu romanında ise, taş kalpli sıfatını hak edecek kadar gururlu Paul Dombey, adımını attığı her yere soğuğu da taşır. Hatta Dombey, “kendi bünyesinde rüzgârı, gölgeyi ve vaftiz sonbaharını temsil eder.” Kütüphanesinde misafirlerini kabul ederken “hava kadar sert ve soğuktur.” Küçük bahçedeki ağaçlar, o baktığında, sanki onun bakışıyla kurumuş gibi birden “kahverengi ve sarı yapraklarını dökerler.”
Fırtına ve fırtınayla birlikte aniden boşalan yağmur, krizin ve zor kararların habercisidir. Antikacı Dükkânı romanında, Küçük Nell ile kumarbaz dedesi, fırtınadan kaçarak bir hana sığındıklarında, hayatlarını derinden etkileyecek bir felaketin kollarına bırakırlar kendilerini. Handa kumar oynanmaktadır zira, dedenin kendine hâkim olamamasıyla gelişen olayların şiddeti, dışarıdaki fırtınanın şiddeti gibi gittikçe artar. Keza, Zor Zamanlar romanında mutsuz bir evliliğe sıkışıp kalmış Louisa Gradgrind’in, James Harthouse’un aşkını reddetmesi ve bir hınçla hayatını zindana çeviren babasıyla yüzleşmeye gitmesi arasında, bulutlar yağmur toplamaya başlar. Fırtınanın yakında kopacağı sezilir. Louisa, içindekileri döktükçe, fırtına şiddetlenir, şiddetlenir. Yıkım kaçınılmazdır.
Ve kar... Nasıl ki Paul Dombey bünyesinde “rüzgârı, gölgeyi ve sonbaharı” temsil ediyorsa, Noel Şarkısı’nın Ebenezer Scrooge’u da bünyesinde kışı temsil eder. Soğuk ve sıcak, Scrooge’un pullu zırhından delip geçemez: “Hiçbir sıcak onu ısıtamaz, hiçbir kış soğuğu donduramazdı. Hiçbir rüzgâr ondan daha keskin esemez, hiçbir kar hedefini öfkeyle gözüne kestirerek onun kadar kasıtlı yağamaz, hiçbir sağanak ondan daha duyarsız olamazdı.” Yağmur, kar, don, tipi yalnızca arada bir “efendice dindikleri” için Scrooge’a ağır basar, yoksa kötü hava onun karşısında acizdir. Cimri ve huysuz Scrooge, geçmişin, bugünün ve yarının hayaletlerinden akıbetini öğrendiğinde, yüreği yumuşamaya başlar. Dünya bir anda ısınmaz ama Scrooge içinin ısındığını hisseder. Biliriz ki, artık soğuğu da sıcağı da en derinden duyumsayacaktır. Dickens’ın “modern Noel mitinin kurucusu” olarak kabul edilmesinin altında, ayaza rağmen sıcacık bir dünya kurabilen insan imgesi yatar.
Dönemsel olmayan romanlarda ise, işler tatlıya bağlandığında, sular durulunca, krizler çözüme ulaştığında, güneş ışınları, zaman zaman pusların arasından da olsa, hissedilmeye başlar.
Sise ve karanlığa rağmen, ufukta umut vardır.