Min Nevâdiri’l-Kütüb – 19 / Hayli açık sözlü bir atasözleri derlemesi: Oğuznâme

"Tarih, varlığı dışımızda olan bir olgudur; onu bugünkü dünya görüşümüze göre şekillendirmeye çalışmamız bir dereceye kadar kaçınılmazdır elbette, ama beğenmediğimiz yahut uygun görmediğimiz yönlerini sansürlemek yanlış olduğu kadar beyhudedir, güdük ve başarısız kalmağa mahkûm bir çabadır. Çünki bizden önce vardılar, bizden sonra da var olacaklar, gizlenen yanlar er veya geç ortaya çıkacaktır."

 

Dilbilim, filoloji ve folklorbilimin (ve hattâ belki psikolojinin, felsefenin, tarih yazıcılığının...) kesiştiği önemli bir araştırma alanı olan paremiyoloji (Yunanca παροιμία = atasözü ve λογία = bilim, araştırma’dan), yahut Arapça/Osmanlıca adıyla ilmü’l-emsâl yani atasözleri bilimi, kültür ve zihniyete dair çok önemli veriler sağlar. Özellikle de atasözlerinin çağlar boyunca nasıl değişime uğramış olduğu, tedavülde oldukları toplumun tarihine dair çok ilginç ipuçları verir. Bu yazıda tanıtacağım Oğuznâme adlı atasözleri derlemesinden bir örnek, ne demek istediğimi göstermeye yetecektir sanırım. Günümüzde iyi bilinen bir atasözü, “At binenin, kılıç kuşananın"dır, değil mi? Gelin görün ki bu atasözü, Oğuznâme’de şöyle geçiyor: “At binenündür, kılıc kuşananundur, avrat s*kenündür” (v. 10b). Geleneksel “at, silâh, avrat” üçlüsünü gayet “veciz” bir şekilde dile getiren bu atasözü zaman içinde, belki nezaket kurallarını ihlâl ettiği gerekçesiyle, budanmış, bugün bildiğimiz şeklini almış. Ama derlemenin hazırlandığı çağda durum hayli farklıymış demek ki.

Azerî bilim adamı Samet Alizâde (1938–2002), Oğuznâme’nin Sankt Peterburg (o zamanki adıyla Leningrad) Üniversitesi Şarkiyat Fakültesi kütüphanesinde bulunan ve tek nüsha olduğunu sandığı el yazmasını Kiril harflerine çevirerek 1987 yılında Bakü’de yayınlanmıştı. (Lâtin harfli yeni baskısı yine Bakü’de 2006’da yayınlandı.) Bu kitap daha sonra Ali Haydar Bayat (1941–2006) tarafından Lâtin harflerine çevrilerek 1992’de Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yayınları arasından çıktı. Ancak Alizâde kaba yahut müstehcen, yani “ayıp” bulduğu yüzden fazla kelime yahut bölümü noktalarla geçiştirmişti; yazmanın aslına bakmayan Bayat’ın eserinde de bu nedenle çok fazla eksik var. Böyle tarihî önemi haiz bir eserin hakkını vermeyip bölük pörçük yayınlamanın hikmetini çok doğrusunu söylemek gerekirse ben anlayamıyorum. Tarih, varlığı dışımızda olan bir olgudur; onu bugünkü dünya görüşümüze göre şekillendirmeye çalışmamız bir dereceye kadar kaçınılmazdır elbette, ama beğenmediğimiz yahut uygun görmediğimiz yönlerini sansürlemek yanlış olduğu kadar beyhudedir, güdük ve başarısız kalmağa mahkûm bir çabadır. Çünki bizden önce vardılar, bizden sonra da var olacaklar, gizlenen yanlar er veya geç ortaya çıkacaktır.

Söz konusu sansürlemenin izlerini neredeyse her sayfasında taşıyan Bayat baskısının başındaki Turan Yazgan imzalı Sunuş yazısında şöyle denmesi özellikle çelişkili:

"Oğuznâme gibi özümüze-töremize aynalık vazifesi gören eserlerden gün ışığına çıkarılacak kim bilir daha neler vardır. Bilinenlerin aktarılması, bilinmeyenlerin bulunması, özüne aslına saygısı olan genç araştırıcılarımızı bekliyor. Kültürü parçalanmış, kültür eserleri yağma edilmiş, başka kültür unsurlarının yanında kendi değerleri horlanmış bir millet hiçbir şey olamaz."

İyi hoş da, burada “özümüze-töremize aynalık vazifesi gören” önemli bir eseri delik deşik edip enkazını yayınlayan kendileri değil mi? “Müstehcenlik” gibi, her devirde farklı anlaşılan bir kavram uğruna böyle önemli metinleri sansürlemek yerine, tarihsel kaynakların hakkını vermek için yazıldıkları devirdeki halleriyle yayınlanmaları gerektiği açık değil midir? Eserin aslına bakıp Alizâde’nin bıraktığı boşlukları doldurmak doğru olmaz mıydı?

Alizâde, Sankt Peterburg nüshasının harekeli olduğunu belirtmiş. Yazmayı görmedim; herhalde Azerî Türkçesi’ne göre harekelendirilmiş olmalı ki, Alizâde metni Kiril harfleriyle öyle aktarmış, Bayat da Lâtin harflerine geçirirken Alizâde’ye uymuş. Bendeki yazmada ise harekeler Anadolu Türkçesi’ne uygun. Metnin nisbeten geniş bir coğrafyada dolaşımda olduğunu göstermesi açısından bu önemli.

 

Yalnız malesef Bayat Kiril harflerini Lâtin harflerine aktarırken bazı sorunlu tercihler yapmış. Örneğin günümüz Azerî Türkçesinde “q” harfiyle karşılanan ḳaf harfini ısrarla “g” ile aktarmış, “ә” (schwa) harfini ise “e” ile. Dolayısıyla Azerî kaynaklarında bu harflerle “hәqiqәt” şeklinde yazılan “hakikat” kelimesini “hegiget”le karşılamış mesela, yahut “nә qәdәr” şeklinde yazılan “ne kadar” sözünü “ne geder”le. Ayıkla pirincin taşını! Bir de şu var: Atasözlerini, ilk harflerini dikkate alarak Lâtin elifbası sırasına göre tekrar dizmiş. Belirli bir atasözünü arayan için bu elbette önemli bir hizmet sayılabilir, ama bir kere daha Türkiyeli okur için bazen kafa karıştırıcı olabiliyor; örneğin “avrat” kelimesini “ö” harfi altında (övrәt) aramak aklınıza gelir miydi? Yahut “gönül” kelimesini “k” harfi altında? Bu düzenleme eserin orijinalliğini bozduğu gibi, yer yer birlikte olmaları gereken sözler ayrılmış, yer yer de ayrı olmaları gerekenler birleştirilmiş. Keşki aslına sadık kalınmış olsaydı. Kitap bu haliyle ne ilmî bir transkripsiyon olmuş, ne popüler bir metin.

Her neyse, gelelim konumuza. Birkaç aylık sessizlikten sonra Mustafa Arslantunalı’nın gayr-i münkatı icbar ve tazyikına dayanamayarak (!) yazdığım bu ayın yazısında Oğuznâme’nin, Prof. Dr. Fuad Köprülü kütüphanesinden çıkma bir yazma nüshasını tanıtmağa çalışacağım. 20,0 x 14,5 cm ebadında, mukavva kapakları ebru kaplı, kalın âharlı kâğıt üzerine siyah is mürekkebi kullanılarak gayet okunaklı bir nesih hattıyla sayfada 11 satır yazılmış olan metin, kitabın 8a–50b varaklarında yer alıyor. Metnin son sayfasındaki ferağ kaydında şöyle denmiş:

"temmet bi-ʿavnillāhi teʿālā fī evāʾili şehri Cemāẕiyi’l-āḫir[e]
ḥarrerehu el-faḳīr el-ḥaḳīr ʿÖmer bin Nūḥ ġaferallāhu lehu ve li-vālideyhi ve’l-üstādihi
sene 1073"

Yani bu yazmayı Ömer bin Nuh isminde biri 1663 yılı Ocak ayının ikinci yarısında istinsah etmiş. Sankt Peterburg nüshası için ise Alizâde “XVI. әsrin sonunda, yaxud XVII. әsrin әvvәllәrindә” (2006: 5) istinsah edildiğini tahmin ettiğini belirtmiş, yani o nüsha tarihsiz ama herhalde bendekinden daha eski. Eserin diline bakılırsa sanırım her iki nüsha da epey daha erken tarihli bir metinden istinsah edilmiş olmalı. Nitekim Alizâde önsözünde öyle diyor. (2006: 6)

Sankt Peterburg nüshasının kapağında “mecma’ü’l-emsâl-i Mehemmed-Ali”, ilk sayfasında ise “hâzâ kitâb-ı Oğuznâme” yazılıymış. Bendeki nüshanın ilk sayfasında renkli mürekkeple “hâzâ kitâbu Oğuznâme atalar sözi” yazıyor sadece, derleyen adı yok. Bayat, Sankt Peterburg nüshasında 1863 atasözü olduğunu belirtmiş, bunlardan 1180 kadarını karşılaştırdığı başka atasözleri derlemelerinde bulamadığını kaydetmiş. Yani müthiş, özgün bir kaynak. Varın tembel deyin bana, elimdeki nüshada kaç atasözü olduğunu oturup saymadım.

Samet Alizâde, yazdığı Sunuş’ta şöyle demiş:

"Doğrusu, ilk dәfә hәmin әlyazma ilә tanış olarkәn ürәyim az qala dayandı. Sanki qıymәtli incilәrlә dolu bir mücrünü salıb-sındıracağımdan qorxdum. Heyrәtlәndirici cәhәt o deyildi ki, hәr cümlә, hәr ifadә linqvistik sәciyyәsi, әdәbi-tarixi koloriti ilә dәrhal diqqәti çәkirdi; xeyr! Mәni tәәccüblәndirәn ulu babalarımızın bu müdrik dәfinәsinin ümumi sanbalı, misilsiz elmi-mәdәni dәyәri idi." (2006: 4)

Ne yalan söyleyeyim, Azerî Türkçesini her zaman çok şirin bulmuşumdur. Merak ediyorum, Azerîler de Türkiye Türkçesini şirin buluyor mu acaba? Bakın aklıma ne geldi. Özal dönemiydi galiba, TRT eski Sovyet Türkî cumhuriyetlerine yönelik yayın yapmağa başlamıştı. Bizim ilgililerden sivri zekâlı biri, bunun onlara “standart Türkçe’yi öğretmek” işlevini göreceğini söylemişti bir mülâkatta. Acaba bu suretle yüzyıllardır “gayr-i standart Türkçe” konuştuklarını öğrenmiş (!) bulunan Orta Asyalı “soydaş”lar ne düşünmüştü, tahmin edebiliyor musunuz?

İlginç bulduğum birkaç atasözünün —özellikle de yayınlanmış kitaplarda noktalarla geçiştirilenlere öncelik vererek (huyum kurusun!)— bendeki yazmanın harekelerine göre transkripsiyonunu aşağıda alıntılayarak bu kısa yazıya son vereyim:

Ayak kabı dar olıcak cihân genliğini neylesün? (v. 11b)

Üç kerre öpmek s*kmek yeri de tutar. (v. 12b)

Eski oynaş eyerlenmiş at gibidür. (v. 13a)

Aça gülbeşekerden etmek [ekmek] yeğdür. (v. 15a)

Os*rgan g*te darı etmeği bahanedür. (v. 16b)

Erkek eşek t*şağından bellüdür. (v. 17a)

Acemiden a* korkar. (v. 18b)

Oynaşına inanan avrat ersüz kalur. (v. 19b)

Öldüğün yetmez koz [ceviz] ağacından tabut istersün. (v. 21a)

Os*ruğa âhenk olmaz. (v. 21b)

Bu şimdiki zemâneye gül yaramaz diken yarar; er ile dost oluban avreti s*ken yarar. (v. 23a)

But sıkmakla a* daracık olmaz. (v. 24b)

Bal dimekle ağız tatlu olmaz. (v. 25a)

Biregü [başkası(nın)] s*kiyle gerdeğe girme. (v. 26a)

Tek ayranın olsun Bağdat’dan sinek gelür konar. (v. 27a)

Calk [mastürbasyon] itmek el emeğidür. (v. 27b)

Çölmek [çömlek] çölmeğe g*ti kara der. (v. 28b)

Hâtun kişiler üç nesneden çöker: bir oğlan doğurmakdan, biri un yoğurmakdan, biri giysi yumakdan [yıkamaktan]. (v. 30a)

Devletlü yola giden, sabahdan karnın doyuran, oğlanken evlenen, Rûmî [Anadolulu] avrat edinen aldanmaz. (v. 31a)

Deveye diken yarar, avrata s*ken yarar. (v. 31b)

Ruspîyi [orospuyu] s*kle korkutma. (v. 33b)

S*k kalkınca Tanrı unudulur. (v. 34b)

Söylemez ağız s*çar g*tden yeğdür. (v. 35a)

Şimdi bir zamandır ki küçük büyüğe s*kiş öğredür. (v. 35a–b)

Ârif oldur ki oğlana gönül virmiye hemen s*ke. (v. 37a)

Konşu kızın almak çanakdan su içmek gibidür. (v. 38b)

Kebin [nikâh] görmeyen avrat yularsız eşek gibidür. (v. 40a)

Kir[a]cı ev yoklar, oynaş a* yoklar. (v. 41a)

Mal kişiye düşmandur. (v. 42a)

Ne s*kilende s*kin olsun ne s*kende b*züğün. (v. 43a)

Her kişiye kendi şehri yeğ gelür Bağdad’dan. (v. 44b)

Havadaki kuşı satma. (v. 45a)

Yurt yurtludan kutludur. (v. 46a)

Yanşağı [gevezeyi] sağır s*ker. (v. 50b)