"Hep matbu kitaplardan söz edecek değilim ya, bu sefer de şeyhü’s-sahhafîn Emin Nedret İşli’nin himmetiyle kütüphaneme katılan, bugüne kadar yayınlanmamış ilginç bir elyazmasını tanıtayım."
01 Nisan 2020 00:16
İbnülemin Mahmud Kemal İnal (1871–1957) son dönem Osmanlı ve ilk dönem Cumhuriyet kültürünün âbide isimlerindendir. Arapların kitâbü’t-tabakāt, Osmanlıların ise daha ziyade tezkire dediği klâsik yaşam öyküsü / hal tercümesi derlemesi yazarlığının son temsilcisi olan İbnülemin’in en tanınmış eserleri arasında Son Asır Türk Şairleri (1930–1942), Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar (1940–1953), Son Hattatlar (1955) ve Hoş Sadâ: Son Asır Türk Musikişinasları (1958) ön sıradadır. Bunların yanı sıra yayına hazırladığı Şeyhülislâm Yahyâ, Hersekli Ârif Hikmet Bey ve Leskofçalı Galib Bey divanlarıyla Osmanlı kitap sanatlarının en önemli kaynak eserlerinden Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Menâkıb-ı Hünerverân’ı (1926) ve Müstakimzâde Süleyman Sa’deddin Efendi’nin Tuhfe-i Hattâtîn’i (1928), bu yorulmak bilmez kültür insanının geride bıraktığı paha biçilmez hazinelerdendir.
Yukarıda sıraladığım eserler kadar iyi bilinmeyen, başlıklarında hep kendi ismini andığı kimisi yayınlanmış bazı eserleri daha vardır İbnülemin’in: Ârif Hikmet Bey hakkındaki Kemâlü’l-Hikmet, Sadrazam Yûsuf Kâmil Paşa hakkındakiKâmilü’l-Kemâl, Yûsuf Paşazâde Nûri Bey hakkındaki Nûrü’l-Kemâl, Ferid Paşazâde Ahmed İzzeddin Bey hakkındaki İzzü’l-Kemâl, Fındıklılı İsmet Efendi hakkındaki Kemâlü’l-İsmet, Şair Mustafa Safvet hakkındaki Kemâlü’s-Safvet, siyasal bilimler hakkındaki Kemâlü’l-kiyâse fî keşfi’s-siyâse ve denemelerinden oluşan Ravzatü’l-Kemâl gibi. İşte okumakta olduğunuz makalenin konusu böyle bir eserdir: Kemâlü’l-letâ’if. Ama asıl konuya girmeden İbnülemin hakkında bir iki söz söyleyeyim.
Sadrazam Yûsuf Kâmil Paşa’nın mühürdarı, Rumeli beylerbeyi Seyyid Mehmed Emin Paşa’nın oğlu olan Mahmud Kemâl Bey, İstanbul’un Beyazıt semtinde doğmuş, genç yaşta sıkı bir eğitim görmüş, Bâb-ı Âlî’de devlet hizmetine girerek yıllarca çalışmıştır. Şimdiki Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin selefi olan Evkāf-ı İslâmiye Müzesi’nin ve Medresetü’l-Hattâtîn’in kurulmasında önemli bir rol oynamış, arşivlerde, kütüphanelerde görev almış, bu arada örneğin Ayasofya’nın duvarlarından indirilen, neyse ki kapıdan geçmedikleri için bir kenara dayandırılıp bırakılan Kadıasker Mustafa İzzet Efendi’nin muazzam hüsn-i hat levhalarının yerlerine iadesi gibi önemli işler başarmıştır.
İbnülemin’in âlimliği kadar kişiliği, ilim ve sanat dolu meclisleri de meşhurdur. Duvarlarını, şimdi İstanbul Üniversitesi Nadir Kitaplar Kütüphanesi’nde muhafaza edilen engin hat eserleri koleksiyonunun süslediği konağındaki
“mûsiki meclisleri, en nâdide ve müellif hattı tek nüsha yazmalar saklayan kütüphanesi, geçmiş asırlar Türk güzel sanatlarından bir tarih barındıran müzelik koleksiyon ve eşyaları, giyiminde ve muaşeretinde güne teslim olmamış Tanzimat efendisini, bütün bir mâzi görgü ve terbiyesini devam ettiren güngörmüş bir Bâbıâli emektarını temsil eden, her şeyin değiştiği, kökünden kopup uzaklaştığı bir çağ içinde kendi başına bir dünya olarak kalmış bir şahsiyettir. Çocukluğunda içine girdiği büyüklerin meclislerinden kazanılmış bir gelenekle konağında elli yılı aşkın bir süre devam ettirdiği meclislerinde tarihe intikal etmekte olan bir kültürün, edebiyattan tasavvufa, hattan mûsikiye, siyasî geçmişimize mal olmuş sima ve vak‘alara kadar her türlü bahsin konuşulduğu son sohbetlere, klasik Türk mûsikisinin ayakta kalışına yüksek seviyede bir barınak olarak hizmet eden, unutulmaz fasıllara şahit olan konağında, ilim ve sanat çevresinden seçkin simaların her hafta uzun geceler etrafında buluştuğu son ocak olmuş bir İbnülemin Türk kültür tarihinde yerini almış bulunmaktadır.” (Ömer Faruk Akün, “İbnülemin Mahmud Kemal İnal”, TDVİA, c. 21, s. 262. https://islamansiklopedisi.org.tr/ibnulemin-mahmud-kemal)
İbnülemin’in hayatı boyunca çektiği türlü meşakkat ve “her şeyin değiştiği, kökünden kopup uzaklaştığı bir çağ içinde kendi başına bir dünya olarak kalmış” olması, bu Osmanlı bakiyesi entelektüelin alışılmış toplumsal kuralları pek de umursamayan münzevî kişiliğini oluşturmuş yahut en azından pekiştirmiş olmalıdır. Bu hususta hakkında türlü eğlenceli hikâyeler anlatılır. Örneğin hocam Uğur Derman’ın naklettiğine göre konağındaki meclislerden birine bir dostu beraberinde müzehhibe Rikkat Hanım (Kunt; 1903–1986) ile gelmiş. Rikkat Hanım, dönemin önemli mütefekkirlerinden, yazılarında Şeyh Muhsin-i Fânî müstear adını kullanan Hüseyin Kâzım Kadri Bey’in (1870–1934) kızıydı. Zaten kadınlardan hiç hoşlanmadığı bilinen İbnülemin bir de bunu öğrenince mutad dolaysız üslûbuyla “Ben babanı hiç sevmezdim” demiş. Lâkin Rikkat Hanım altta kalacak biri değildi, cevabı yapıştırıvermiş: “Efendim, muhterem pederim de zât-ı âlîniz hakkında aynı hislerle memlû idi.”
Bu gibi olaylar, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “kaybettiği âlemden bir gölge gibi dolaşan, çalışkan, acaip, nasıl seveceğini bilmeden seven titiz, bir çeşit cihan kaynanası huylu, fakat vefalı ihtiyar adam, çok eski bir zaman takvimi gibi günü geçmiş şeyleri sayan ve sizin zamanınıza ekleyen adam, kendi tarzında dikkatli araştırıcı, bir yığın ihtibasın ve enfüsîliğin içinden bize gördüklerini ve bildiklerini veren hâtıracı” diye anımsadığı (“İbnül Emin Mahmut Kemal’e Dair”, Hoş Sadâ: Son Asır Türk Musikişinasları içinde) İbnülemin’in sert tabiatlı, asık suratlı biri olduğunu düşündürebilir ama, burada konumuz olan elyazması onun çok farklı bir yönünü ortaya koyuyor. Şöyle ki, “21 Şevvâl 1322 / 15 Kanun-ı evvel 1320 Çarşamba günü”nden (28–29 Aralık 1904) başlayarak 29 Teşrîn-i sânî [Kasım] 1954 tarihine kadar, yani tam elli yıl boyunca okuduğu, duyduğu, ya da kendi ettiği latifeleri (ve de hazır bulunanların onlara tepkisini) kaydetmiş bu deftere! Ve her ne kadar bazılarının hiciv yanı ağır basıyorsa da birçoğu gayet nüktedan bir insan olduğunu, hattâ yeri geldiğinde belden aşağı inmekten geri durmadığını ortaya koyuyor. Ki bence bunun şaşılacak bir yanı da yok, çünki Osmanlı kültürünün (Osmanlıcı geçinen günümüz muhafazakârlarının nafile yere bastırmaya çalıştığı) önemli bir boyutuydu bu. Haşmet’in, Fâzıl’ın, Vehbî’nin, Sürûrî’nin, Eşref’in halefidir bu açıdan İbnülemin —dindarlığı ve Seyyidliği bir yana...
Aşağıda yazmadaki latifelerden birkaçını örnek kabilinden yorumsuz aktarıyorum. Gerçi Taha Toros da makalesinde bazı latifeler aktarmış ama, “temiz pak” olanları seçmiş bilhassa; benimse öyle bir kaygım yok.
“Bir gece musıki meclisimize bir takım lüzumsuz eşhhas da gelmiş kımıldayacak yer kalmamış idi. Kânî [Karaca; 1930–2004] nâmındaki hoş-sadâ âmâ hâfız gelince —meclisde bulunan— muharrir ve muallimlerden ve erbâb-ı musıkiden Hakkı Süha Bey [Gezgin; 1895–1963] bana hitâben “Kânî geldi” dedi. “Gelen yalnız Kânî mi, Fuzûlî de geldi” dedim. Nükteyi anlayanlar münbasit oldular.” 29 Teşrîn-i sânî [Kasım] 1954. (s. 201)
“Servet-i ilmiyye ve kudret-i mâliyyesi nisbetinde hisset-i tabi‘îde mertebe-i kemâlde bulunan efâhimden bir zât eslâfın hayrât ve hasenâtından bahs etdiği sırada “teessüf ederim ki halka bizim bir hayrımız olmadı, kim bilir ahlâf hakkımızda ne der” diye izhâr-ı teessür etmesiyle “üzülmeyiniz efendimiz sizin nefsinize de hayrınız olmadı, artık hakkınızda ahlâfın ne demeye hakkı var” dedim.” [Tarih yok] (s. 144)
“Diyârbekirli Emîrî Efendi [Ali Emîrî; 1857–1924] son zamanlarında bir gece birâder Selîm ile beni hânesine da’vet ile bir hafta evvelki mülâkātında vasiyet ettiği mevâddan sarf-ı nazar eylediğini söylediği sırada “Hazret, dün gece beni Şeytan aldattı. Ehibbadan biri beni sabahleyin hamama götürdü, yıkandım, temiz elbise giydim, râhat ettim.” dedi. Bütün âşinâlarınca ma‘lûm olduğu üzere bu âdem en meşhûr pislerden olduğu halde o gece yüzü gözü, üstü başı temiz idi. Derhal “Aman efendim, bir hokka, kalem veriniz” dedim. “Ne yapacaksın?” dedi. “Şeytan’a teşekkürnâme yazacağım ve ricâ edeceğim ki seni her gece aldatsın” dedim. Kahkahadan bayıldı.” [13]42 [1926]. (s. 151)
“Şeyhülislâm-ı esbâk Haydârî-zâde Efendi [İbrâhîm; 1863–1933], Tahsin Paşa Musul vâlisi oldukda [1882] Şeyh Rızâ-yı Kerkükî’nin [Tâlabânî; 1835–1910] şu beyiti söylediğini nakl eyledi: “Bâb-ı Âlî’den çıkan vâlilere yokdur sözüm / Böyle bir b*k vâli ancak bâb-ı sâfil’den çıkar.” Esnâ-yı nakilde hazır olan Sâdık Vicdânî Efendi [Kayıkçıoğlu; 1866–1939] “Bir b*k yerine bomb*k olsa daha iyi olur” dedi. “Bu buluş, tabiatınızın inbâtına delâlet eder” dedim. Huzzâr münbasit oldu.” 20 Kānûn-ı sânî [13]28 [3 Şubat 1913]. (s. 143) (İlgilenenler Rızâ-yı Kerkükî hakkında şu ilginç makaleye bakabilir: Mevlüt Taha Kayacı, “Kerküklü Şeyh Rıza ve Türk Hiciv Edebiyatı”, Kardaşlık: Kültür Edebiyat Dergisi, yıl 41, sayı 207 [2004], s. 12–16.)
“Harbiyye Meydânı’nda futbol oynayanlardan iki genç, evimize gelib mücevher taraflarını gösterecek derecede telebbüs eyledikleri açık saçık don ve gömlekle münasib bir tavr-ı ser-bâz-âne ve işve-perdâz-âne ile toplarının bizim bahçeye düşdüğünü ba‘de’l-ifâde “İçeriye sokunuz, topumuzu alır çıkarız” dediler. Ben de “Sokarım ammâ çıkarmam” dedim. Maddenin zevkına varıp gülüştüler, toplarını alıp döndüler.” Mart [13]41 [1925]. (s. 153)
“Bir şirketin re’islerinden bir zâtın apartmanına götürmek üzere yanıma katılan hoş-lehce bir gence, şirketdeki vazîfesini sordum. “Satış me’muruyum” dedi. “Sakın beni de satma” dedim. “Aman efendim, sizi satmak haddim mi? Siz beni satarsınız” dedi. “Seni satmam alırım” dedim. Genç bu sözden neşvelendi.” 5 Şubat 1946. (s. 198)
“Şeyhülislâm Yahyâ’nın [1561–1644] huzûrunda üç zât ile bir mahbûb oturuyormuş. Şeftâlû getirmişler. Yahyâ huzzâra birer, mahbûba iki dâne vermiş. İçlerinden biri sebebini sormuş. Yahyâ mahbûbu işâretle “buna verdiğimin biri ödünçdür sonra alacağım” demiş. Zeyl-i Şakāyık’da muharrerdir diye Deli [Ali] Emîrî nakl eyledi.” [Tarih yok.] (s. 113)
“Üniversite târih profesörlerinden Mükrimîn Halîl [Yinanç; 1900–1961], Devlet-i Osmâniye ricâlinin ekseri köle ve hadım olduklarından bahs ettiği sırada “Bir takım ta*aksız herifler devlet ve milleti perîşân ettiler” demesiyle, “Onların ta*aksız olduklarına teşekkür et. Çünki ta*aksız oldukları halde ananızı si*diler. Ya ta*aklı olaydılar ne yaparlardı?” dedim. Huzzâr safâ-yâb oldular.” 31 Teşrîn-i evvel [Ekim]1938. (s. 195)
“Eski bir beyit: “Tâzenin lezzeti de sohbet-i yârân iledir / Ne yapar dilberi tenhâ götüren hânesine?” Cevâbımız: Si*er.” [Tarih yok] (s. 144)
Bu latifelerin dönemin mizah anlayışı ve İbnülemin’in şahsiyeti hakkında bize öğrettikleri bir yana, bizatihi bunları kaydetmiş olmasının anlamını ve nedenlerini de düşünmek lâzım bence. (Gördüğü rüyaları da kaydetmiş ayrıca. İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi’nde bulunan bu yazmayı yakın zamanda İbrahim Öztürkçü yayınladı. Darısı başımıza!) Şüphesiz bir dereceye kadar Osmanlı mecmua geleneğinin devamıdır bu, ama acaba o kadar mı? Yirminci yüzyıl başlarında Türkiye’de bir “hâfıza patlaması” yaşanmış olduğunu gözlemleyen Ece Zerman, bir süredir güncelerde, mektuplarda, fotoğraf albümlerinde, hatıra defterlerinde, evlerin duvarlarında, hattâ gazete sayfalarında cisimleşen bu patlamanın izlerini sürmeye çalışıyor. (Örneğin bkz. “Nouvelles pratiques de représentation de soi de la fin de l’Empire ottoman à la république de Turquie: écrits du for privé, photographies, intérieurs”, yayınlanmamış doktora tezi, École des Hautes Études en Sciences Sociales, Paris, 2019)
Üstelik Türkiye ile sınırlı da olmayan bu patlamanın ışığında, bir insanın işittiği, okuduğu, yahut kendi söylediği nükteli sözleri neden bir deftere kaydetmek ihtiyacını duymuş olabileceğini düşünmek ilginç olacaktır sanırım.
Meraklısı için İbnülemin hakkında bazı okumalar:
Dursun Gürlek, İbnülemin Mahmud Kemal İnal: Cumhûriyet Devrinde bir Osmanlı Efendisi (İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2017);
İbrahim Öztürkçü (haz.), İbnülemin’in Rüyaları (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2018);
Şemsettin Şeker ve İsmail Kara (haz.), Bir İnsan bir Devir: İbnülemin Mahmud Kemal’in Hutût-ı Meşahir Defteri (İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2010);
Taha Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre (İstanbul: İsis Yayımcılık, 1998), s. 87–116;
a.y., O Güzel İnsanlar (İstanbul: Aksoy Yayıncılık, 2000), s. 287–298;
Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi İbnülemin Mahmud Kemâl: Kemâlü’l-Kemâl (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2009).
•