"Eğer tahminim doğru ise, Amerikan misyonerlerin 19. yüzyılda Bursa’da hayli faal olduğu, hattâ 1876’da (Cumhuriyet döneminde kapattırılacak olan) Bursa Amerikan Kız Koleji’ni kurdukları hatırlandığında, Amerikalı hanımların bu gözde sanatının bir şekilde yerli halk arasında yaygınlık kazanmış, hat sanatıyla da 'İslâmlaştırılmış' olması pek âlâ mümkündür sanırım."
01 Temmuz 2020 00:34
Hat eserleri toplamağa başladığım yıllarda rahmetli Ali Kazgan’ın İstanbul Kapalıçarşı Bedesteni’ndeki dükkânından epey alışveriş yapmışlığım vardır. İlk aldığım eserlerden biri, üzerleri yazılı 12 adet dut yaprağının bir araya getirildiği çok güzel bir çerçeveydi. Aslında ciddi hat meraklıları böyle eserlere genellikle itibar etmez, çünki yazılar “akademik” değildir, hattat elinden çıkmamıştır, kusurludur, “halk sanatı” diye küçümsenirler. Oysa birçok açıdan dikkate değer, son derece güzel sanat eserleridir bunlar. Nabil Safwat’in dediği gibi, incelikleri, kırılganlıkları neredeyse hayatın fâniliğini çağrıştırır insana. (Nabil F. Safwat, The Art of the Pen [Kalem Sanatı; Londra, 1996], s. 204) Üstelik sayıları da her geçen gün azalıyor, çünki çerçeveler yere düşüp kırıldıkça camların yıllardır ancak koruyabildiği narin kuru yapraklar da parçalanıveriyor, toz oluyor.
Şöyle diyor Malik Aksel:
"Kuru yapraklar üzerinde bir kelebek kanadı dayanıksızlığını gösteren bazı eserler de iki cam arasında muhafaza edilirler. Kuru bir yaprağın dantel gibi ince elyafı üzerine yazı şüphesiz düz bir sahife üzerindekinden daha dekoratif bir hal alır. [...] Kuru yaprak üstünde şekil alan yazılar halk süsleme sanatının en çok marifete dayanan yanıdır. Bu tarz eserler bazan da yaldızlanırlar. Yapraklar altın örgülere dönerler, üzerlerine istenilen yazılar yazılır." (Türklerde Dini Resimler [İstanbul, 1967], s. 92–93.)
Yazılı yaprakların Osmanlılara mahsus bir sanat olduğunu, 19. yüzyılın ikinci yarısında birçoğunun Bursa’da üretildiğini, mücellit Mehmet Nuri, saatçi Mustafa, Kadri, Sâmi gibi sanatçıların eserleri olduklarını, bazı çerçevelerin arkasına yapıştırılmış olan etiketlerden biliyoruz. (M. Şinasi Acar, Türk Hat Sanatı: Araç, Gereç ve Formlar [İstanbul, 1999], s. 256.) Gerçi bilmesine biliyoruz da, Géza Fehérvári ve Yasin Safadi gibi iki tanınmış uzmanın hazırladığı 1400 Years of Islamic Art (1400 Yıl Boyunca İslâm Sanatı; Londra, 1981, s. 56–57) adlı katalogda aşağıda görülen “Allah birdir” yazılı yaprağa “erken 16. yüzyıl İran veya Türkiye” denmiş! Keşki “bilmiyorum” demek insanlara bu kadar zor gelmese de işkembeden atmasalar! Çoğunlukla dut, tütün, at kestanesi, çınar, bazen de başka cins yaprakların kullanıldığını, bazen yaldıza boyandıklarını, bazen de tabii renklerinde bırakıldıklarını görüyoruz. Ama nasıl yapıldıkları kesin olarak bilinmiyor.
Yine de bilinmemesi, hiçbir dayanağı olmayan teoriler üretilmesine engel olmuyor doğal olarak. “Dervişin fikri neyse zikri de odur” derler ya, bu da o kabilden. Örneğin yukarıda adı geçen The Art of the Pen kitabında Emin Barın’dan naklen, yaprakların iğne gibi sivri bir uçla adım adım oyulduğu belirtilmiş; ama yapraklara dikkatle baktığımda bu pek akla yakın gelmedi bana, hiç sivri uçla oyulmuş gibi bir halleri yok çünki. Acar ise yazılı kısımların arap zamkı sürülerek korunduğunu, “yazı dışında kalan etli kısımları[n] ince telli elek üzerinde sert kıllı bir fırçayla üstüne küçük darbeler vurularak dökül”düğünü belirtiyor. İmkânsız demiyorum ama, bazıları bir saç telinden bile ince olan o yaprak damarları sert kıllı bir fırçaya dayanır mı, hiç emin değilim. Kısacası yıllarca merak edip durdum bu meseleyi.
Derken, bir gün Boston Antiquarian Book Fair’de (Boston Sahhafiye Fuarı) dolaşırken karşıma bir kitap çıktı. Aramak şöyle dursun, varlığından bile haberdar olmadığım bir kitap: Phantom Flowers: a Treatise on the Art of Producing Skeleton Leaves (Hayalet Çiçekler: İskelet Yaprakların Üretilmesi Üzerine bir Risale). Boston’da 1864’te yayınlanmış olan, 19 x 12 cm ebadındaki (octavo) 96 sayfalık bu küçük kitabın yazarı belli değil. Doğrusunu isterseniz kitap pek o kadar nadir de değil, üstelik 2003’ten beri birkaç tıpkıbasımı da yayınlanmış. Ayrıca internetten bedavaya indirilebiliyor: archive.org ve google books'ta var.
Yine de ilgi çekeceğini umduğum için bu ay bu kitaba odaklanmaya karar verdim.
Kitap, giriş ve sonuç hariç dokuz bölümden oluşuyor: (1) Yaprağın anatomisi, kuru ve yaş yapraklar; (2) Yaprakların ve çiçeklerin hazırlanması; (3) Yaprakların ve meyve örtüsünün ağartılması; (4) Demetlerin düzenlenmesi; (5) İskeletleştirilecek bitkilerin resimli listesi; (6) Meyve örtüleri; (7) Bir yaprağın harikaları ve kullanımları; (8) Yaprak baskısı; (9) Sanatın ticarî değeri. Okurların kadın olacağının varsayıldığı metinden anlaşılıyor; Victoria dönemi’nin uzaktan da olsa hayli etkilediği, son derece cinsiyetçi 19. yüzyıl Amerikan toplumunda kurutulmuş çiçek ve yapraklardan güzel nesneler üretmenin “saygın ev hanımlarına yakışır” bir iş olduğuna kanaat getirilmiş olmalı.
Kitabın başında bitkilerin liflerinden oluşturulan “hayalet demet”lerin Amerika’da yeni tanınmakla birlikte uzun bir geçmişe sahip olduğu, iskelet yaprakların yüzyıllar önce Çinliler tarafından icad edildiği, ama onların “çetrefil sanat anlayışı”nın Amerikalılara uygun olmadığı, öte yandan bu sanatı öğrenmiş olan Avrupalıların sergilediği marifetleri Amerikalı turistlerin son yıllarda görüp çok beğendiği anlatılıyor. Bu tür eserlerden bazı 17. yüzyıl İngiliz yayınlarında söz edildiği, sanatın İngiltere’ye muhtemelen Kraliçe (Birinci) Elizabeth döneminde İtalya’dan gelmiş olduğu, Amerikalıların ise “üstün zevk ve pratik zekâları” sayesinde tekniği öğrendikten sonraki beş yıl içerisinde İngilizlerin iki yüzyılda yapamadığını becerdiği belirtiliyor. Çok hanımın konuya merak saldığı, ancak acemilikleri nedeniyle türlü hatalar yaptıkları, kitabın (anlaşılan kendi de kadın olan) adı meçhul yazar tarafından onlara yol göstermek amacıyla kaleme alındığı söyleniyor.
Metinde teknik ayrıntıların yanı sıra biraz dinî/mistik lâflar da var. Örneğin şöyle deniyor kitabın bir yerinde:
“Yazarın bir Hıristiyan dostu, bu çiçeklerin hazırlanması sürecini çok güzel bir şekilde Diriliş’in simgesi ve ‘çürümede ekilir, çürümezlikte kıyam eder’ ile ‘bu çürüyücü çürümezliği giymek, ve bu ölücü ölmezliği giymek gerektir’ sözlerine misal olarak kullanmıştı.” (s. 15)
Her iki alıntı da İncil’den ayettir. (I. Korintoslulara, 15:42 ve 15:53; neden çürümekten söz edildiği birazdan anlaşılacak!) Bir başka yerde ise, bitkilere alıcı gözüyle bakmayı huy edindikçe sanatçının “o güne kadar yabancısı olduğu bir biçimde, İlâhî El’in marifetlerinin her yerde sergilendiğini göreceği, Doğa’nın gizemi bu şekilde çözüldükçe kitap sayfalarının içerebileceğini kat kat aşacağı” belirtiliyor. (s. 21)
Yaprakların “iskeletleştirilmesi” süreci epey ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor kitapta. Hangi yaprakların hangi mevsimde toplanacağı, cinslerine göre kimyasal özellikleri tek tek ele alınıp tarif ediliyor. Yöntemi burada uzun uzadıya tekrarlamayacağım; sadece şunu söyleyeyim, uzun süre suda bırakılan yaprakların etli kısımlarının damarlarından daha çabuk çürüdüğü esasına dayanıyor. Bir kabın içine konup altı hafta bekletilen yaprakların çıkarıldıktan sonra parmakla hafifçe ovulması, manolya yaprağı gibi çok sert olanların ise yumuşak bir fırçayla hafifçe fırçalanması, çürüyüp yumuşamış olan etlerin damarlardan ayrılması için yeterliymiş anlaşılan. Ama yazar bu çürümüş yapraklı suyun ne kadar iğrenç koktuğunu ve göründüğünü de belirtmeden edememiş!
Peki ama, yazılı yapraklar nasıl hazırlanıyordu? Çok yakından bakıldığında yazıların damarlara sonradan iliştirilmediği, yaprağın etinden oluştuğu görülür. Bu durumda yazılı kısımların yaprağın geri kalanı gibi çürümemesi gerekiyor. Şahsen denemedim ama sanırım yazının gomalak gibi suda erimeyen bir maddeyle yazılması bu işlevi yerine getirecektir. Fransızca gomme-laque, İtalyanca gommalacca, Türkçeleştirilmiş adıyla gomalak denilen, ispirtoda eritilmiş bir çeşit böcek salgısından üretilen cilâ maddesinin Osmanlı döneminde kâğıt aharlamakta kullanıldığını ve çok iyi netice verdiğini Uğur Derman’dan öğreniyoruz. (“Kâğıda Dair”, İslâm Düşüncesi 5, 2 [1968], s. 342) Hattat Necmeddin Okyay yazılı ebru yaparken Arap zamkı ile yazı yazar, bu suretle boyanın yazılı yerlere nüfuz etmesini önlermiş; aynı şekilde gomalak ile neden yazı yazılmasın? Yaprakları hazırlayanlar kendileri hattat olmadığı için herhalde hattat işi yazılardan kalıp hazırlar, gomalak gibi suda erimeyen bir madde ile üzerlerine yazı yazdıkları yaprakları suya koyup etlerinin çürümesini beklerdi... belki de.
Evet, bu sadece bir tahmin. Hiçbir iddiam yok, mutlaka doğru olduğunu söylemiyorum. Ama sivri uçla oymak, kuru yaprağı tel fırçayla fırçalamak gibi yöntemlerden daha akla yakın geldi bana. Eğer tahminim doğru ise, Amerikan misyonerlerin 19. yüzyılda Bursa’da hayli faal olduğu, hattâ 1876’da (Cumhuriyet döneminde kapattırılacak olan) Bursa Amerikan Kız Koleji’ni kurdukları hatırlandığında, Amerikalı hanımların bu gözde sanatının bir şekilde yerli halk arasında yaygınlık kazanmış, hat sanatıyla da “İslâmlaştırılmış” olması pek âlâ mümkündür sanırım.
Son yıllarda bu yaprakların bir hayli sahtesi yapıldı ve özellikle Londra’daki bazı müzayede şirketleri aracılığıyla epeycesi satıldı. Bunların sahte olduğu birkaç şekilde belli oluyor. Birincisi, bazılarının yazılarının çok ince bir kağıda yazıldıktan sonra kesilip yaprağa yapıştırılmış olduğu görülüyor, aşağıdaki örnekteki gibi (Tîn sûresi, 95:8). Oysa asıllarında yazı doğrudan doğruya yaprağın kendisine yazılmış, yazılı olmayan etler eritilmek suretiyle yazı ortaya çıkarılmıştır.
Bazı başka parçaların sahte olduğu, Türkiye’de yetişmeyen birtakım ağaçların yapraklarının kullanılmış olmasından anlaşılıyor. Örneğin aşağıda görülen yaprakta ünlü Osmanlı hattatı Sami Efendi (1838–1912) tarafından çekilen, Sultan II. Abdülhamid’in (s. 1876–1909) “el-gazi” mahlaslı tuğrası yer alıyor, ama eğer yanılmıyorsam yaprak sadece Hindistan ile Güneydoğu Asya’da yetişen ve Hindularla Budistlerin kutsal saydığı, bilimsel adı ficus religiosa (İngilizcesi peepul tree) olan bir ağacın yaprağıdır:
Bir başka grup sahtede ise, Osmanlı yapraklarında görülmeyen ketebe (imza) ve tarih gibi ayrıntılar oluyor, hattat Ömer Vasfi’nin (1880–1928) ketebesini ve 1342/1923–24 tarihini taşıyan aşağıdaki örnekte (Yûsuf sûresi, 12:64) olduğu gibi. Her ne kadar bunlar hazırlanırken Osmanlı hat eserleri örnek alınmışsa da, hazırlayanlar Osmanlı değildir, yapraklar herhalde Hindistan’da imal edilip İngiltere’de pazarlanan çağdaş taklitlerdir.
Bunlara mukabil aşağıda görülen, ilk ikisi yaldızlanmış, üçüncüsü ise tabii renginde bırakılmış örnekler Osmanlı eserleridir. (Birincisi: Yûsuf sûresi, 12:64; ikincisi: Besmele ve Zümer sûresi, 39:53; üçüncüsü: Besmele.)
Tabii renginde bırakılmış olan aşağıdaki son yaprakta ise “Bu da geçer yâ Hû” yazılı. Günümüze uygun bir yaprak, değil mi?...
Bu yazının yayına girmesinden kısa bir süre önce Şehir Üniversitesi’nin güya “gelir açığını karşılama kabiliyetinin bulunmaması” gerekçesiyle, ama aslında herkesin bildiği üzre siyasi kindarlık neticesinde resmen kapatıldığı haberini aldım. Bu durumda okuduğunuz makale (her ne kadar birkaç hafta önce yazıldıysa da) biraz “Roma yanarken lir çalmak” gibi geldi birden bana. Evet, idareyle fikir ayrılığı yaşadım, evet istifa ettim, ama yine de İstanbul Şehir Üniversitesi hayatımın güzel yıllarından dördünü geçirdiğim, pırlanta gibi öğrencileri pırlanta gibi hocaların bin bir gayretle yetiştirmeye çalıştığı çok özel bir kurumdu. Kapatılması hepimiz için, en başta Türkiye için, büyük bir kayıp oldu. Bununla birlikte, üzülerek de olsa, şunu söylemek zorundayım. Taksim’deki evimin penceresinden Gezi olaylarının başında yaşanan akıl dışı polis şiddetini Şehir hocalarının e-mail listesinde naklen duyurduğumda, bir iki kafa dengi istisna ile, çoğu hocadan gelen kocaman bir sessizlikti. Hatta aksine durumu meşrulaştıran, kaygılarımı küçümseyen bir hayli cevap almıştım. Eh, ektiğini biçersin, tarihin öğrettiği budur sevgili arkadaşlar.
GİRİŞ RESMİ:
Yaprak üzerine yazılmış üç niyaz yazısı. Ortadaki: “Yâ hazret-i pîr sultan Abdülkādir Geylânî”.