Kıyı'daki karakterlerin hepsi yersiz yurtsuz. Akıl sağlığını koruyabilmiş kimse yok, çünkü hepsi savaşı, daha somutlaştıracak olursak 20'nci yüzyılın savaşlar, katliamlar ve sürgünler cehennemini yaşamışlar...
04 Ekim 2018 14:20
Moda Sahnesi yeni sezona Kıyı (Littoral) oyunuyla başladı. Yönetmenliğini Kemal Aydoğan’ın yaptığı, Ayberk Erkay’ın Türkçeye çevirdiği oyun, Lübnan göçmeni Kanadalı (ve sanatsal düzlemde de Fransız diyebileceğimiz) bir çağdaş oyun yazarı olan Wajdi Mouawad’e ait.
Mouawad dünya çapında epey tanınırlığa sahip. Geçen yıl 21. İstanbul Tiyatro Festivali’nde Yalnız adlı oyunuyla da ilgi görmüştü. Açıkçası, kendisini (ve genel olarak bu tarzı) az çok tanıdığımdan, en az bir on beş-yirmi yıl öncesinde kaldığını düşündüğüm tipik bir postkolonyal oyun, hatta genellikle olduğu gibi bir dramadan ziyade anlatı görme korkusuyla tiyatroya gittiğimi itiraf etmeliyim. Neyse ki kehanetim gerçekleşmedi.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, nedendir bilinmez –en azından yazarların artık anlatacak daha çok şeyi olmasından kaynaklanmadığı kesin– drama sanatı ile anlatı sanatı arasındaki ayrım çizgisi tiyatroya zarar verme pahasına silikleşti. İkisi arasında kesinkes ayrım yapmak kuşkusuz mümkün değildir ve dahası bu sorunun hiç de tamamen yeni olduğu söylenemez (sözgelimi Hamlet bir okuma metni midir sahne metni midir?), ama bu dönemde sorun kangrenleşti. Psikolojik anlatıların egemenliği ve giderek kutuplaşan dünyada siyasî amaçları iletme kaygısının baskınlığı da bu süreçte rol oynadı. Her halükârda, sahnedeki oyuncunun derdini sahnelemek yerine meramını anlattığı tiyatro oyunları, naçizane görüşüm, tiyatronun işlevini layıkıyla yerine getirmesini engelliyordu ve hâlâ da bu tür oyunlar yer yer revaçta.
Açıkçası Kıyı da biraz böyle başladı. “Başkarakter” (en azından ilk başta öyle sandığımız) Wilfrid (Onur Ünsal), farklı bir mizansenle de olsa, anlatıyordu işte. Fakat Wilfrid’in anlatısı ve zihin dünyası bizi çok geçmeden Garcia Márquez’inkine benzer fantastik bir dünyaya götürdü ve oyun bu saatten sonra kendi yatağında akmaya başladı.
Oyundaki karakterlerin hepsi yersiz yurtsuz. Tanrının terk ettiği bu dünyada akıl sağlığını koruyabilmiş kimse yok, çünkü hepsi savaşı, daha somutlaştıracak olursak 20'nci yüzyılın savaşlar, katliamlar ve sürgünler cehennemini yaşamıştır. Hepsi de ölmeyi, öldürmeyi, işkence edilmeyi gayet iyi bilir ve zihin dünyası bu vahşetlerle altüst olmuştur. Hepsi de “delirmiştir”, Wilfrid hariç; ama o da savaş yaşamadığı için, “Benim anlatacak bir hikâyem yok,” der ve bir de utanmadan ekler: “Keşke ben de bunları görüp geçirseydim de anlatacak bir şeyim olsaydı.” Delirtilmişlerin ömründen çalan şey, “normal” için ortamlarda anlatılacak bir hikâye malzemesinden ibarettir.
Wilfrid’in bu şekilde bir tür foya olarak kullanılması, “deli” karakterlerden biri olan Sabbé’nin “Bizler deliyiz, ama onların mantığıdır deliliğimizi haklı kılan,” diyerek sorguladığı gibi kimin akıl sağlığının yerinde olup kimin olmadığını sorgulamaya iter bizi. Örneğin akşam yemeğinde tıksırıncaya kadar yerken televizyonda altyazıdan geçen haber parçasında Yemen'de bin iki yüz on dört insanın öldürüldüğünü okuyup, bir saniye sonra hayata kaldığı yerden devam eden birinin ya da tahtakurularının içinde çalıştırılan, öldüklerinde bile sesleri duyulmayan ve üç kuruş zam bile istemeden sadece açlık sınırındaki ücretlerinin yatırılmasını talep eden havaalanı inşaatı işçilerinin durumunu gördükten sonra o havaalanından uçağa binmeye devam edeceklerin mi akıl sağlığı yerindedir?
Wilfrid savaşı görmemiştir, doğru, ama William Faulkner’ın dediği gibi, “Geçmiş hiçbir zaman ölmez, hattâ geçmiş bile olmaz.” Bu yüzden Wilfrid oyun boyunca ölü babasının şahsında geçmişin yükünü sırtında taşır. Bu metafor Marx’ın sözünü akla getirir:
İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama paşa gönüllerinin istediği gibi değil; insanlar tarihlerini kendi seçtikleri koşullarda değil, doğrudan karşılarına çıkan, geçmişten kalan ve aktarılan koşullarda yaparlar. Bütün ölü kuşakların geleneği yaşayanların beyinlerine bir karabasan gibi çöker.
Wilfrid’in zihnine tebelleş olan sadece babasının ölüsü değil; aynı zamanda geçmiş kuşakların, bize savaşlarla, katliamlarla yüklü bir dünya miras bırakan 20’nci yüzyılın 20’nci yüzyılda kalmamış dünyasının yüküdür.
Bu çerçevede, Kemal Aydoğan aradığı oyunu bulmuş denilebilir. Moda Sahnesi’nin oyunlarını yakından takip ediyorum, Aydoğan'ın oyunlarını izleye izleye ne aradığına dair kafamda az çok bir çerçeve oluştu diyebilirim. Bu oyun o! Çağdaş bir oyun olmasına karşın, tam da neoklasikçilerin tipik ilkesini hatırlatacak şekilde, hem eğlendiriyor hem bilgilendiriyor (ya da düşündürüyor). Biz sadece gülemeyecek kadar kıyısal bir ülkede yaşıyoruz, bu yüzden tam isabet olmuş.
Oyunculardan Onur Ünsal'ı özellikle de Hamlet rolünden zaten biliyorum. Ünsal’ın ne vereceğini biliyorsunuz, o da hangi oyun olsa çıkıp beklentileri karşılıyor. Ama ben bu oyunda Mert Şişmanlar’a ayrı bir sayfa açmak gerektiğini düşünüyorum. Benim için hep Guildenstern olarak kalacak olsa da, yıllardır bu komik karakteri oynamanın da etkisi midir bilinmez ama Kıyı’daki rolüyle müthiş komikti! Oyunun en acıklı, sarsıcı kısımlarını da oynadığı düşünüldüğünde, genelde olanın aksine pathos’tan bathos’a kaymayıp o kaygan geçişleri çok iyi sağlayarak güldürmeyi başarmış olması takdire şayan. Keza Caner Erdem’le ilgili de bir şey söylemem gerekiyor. Kendi adıma, fars kapsamına giren güldürüyle aram hiç iyi olmamasına karşın, En Kısa Gecenin Rüyası’ndaki Nick Bottom karakterinden sonra buradaki “Şövalye” rolüyle de pekâlâ bir “doğal komik” rolüyle güldürüyor. Nihayetinde, doğru müzik seçimleriyle de oyun tamamlanmış.
Oyun metnine gelecek olursak, beni en çok etkileyen kısımlardan biri yazarın eşitlikçiliği oldu. Hafızamı zorlasam da en az üç, hatta dört başkarakteri olan bir oyunu en son ne zaman izledim, hatırlamıyorum. Oyun yazarlarının, elbette, “oyuncuların emeğine saygı duyuyorum” düşüncesiyle eşit taksim yapmak gibi bir yükümlülükleri yok, ama tali karakterlerin yer yer öne çıkmasından ziyade birden çok başkarakterle tanımlanan bir oyun izlemek bir seyirci olarak beni mutlu etti. Oyun metnine yönelik belki en önemli eleştiri çok uzun olmasıydı. Öğrendiğime göre, yazar oyununun kısaltılmasına hiçbir şekilde müsaade etmemiş. Bu durumun yönetmenin kendi müdahalelerini rahat bir şekilde yapmasını, dilerseniz yerelleştirmesini engellediğini tahmin etmek güç değil. Keza metinlerarasılığın yer yer abartıldığını da düşünüyorum. Sözgelimi Hamlet’le (hele hele “çürümüş bir şeyler var”la) metinlerarasılık yapmanın pek de muteber olmadığı inancındayım. Bunun Kraliçe Elizabeth’le görüşmeye gittiğinde, “Çok şükür biz de kültürlü insanlarız,” demek için “Hamlet’in dediği gibi, dünyanın çivisi çıkmış,” diye söze giren Türk heyetinin edebiyat düzeyinden pek bir farkı yok. Her halükârda, bunlar oyunun değerine halel getirmiş değil. Kıyı izlenesi, üzerine düşünülesi…,