Mr. Gay Suriye, şaşırtıcı ve bu nedenle de oldukça dikkat çekici bir film. Suriyelileri sadece sokakta, kötü koşullarda görmeye alışmış seyirci, ilk defa İstanbul’da yaşayan Suriyeli LGBT bireylerle tanışıyor...
27 Kasım 2017 14:00
Belgesel dünyasının en önemli festivallerinden biri olarak kabul edilen IDFA (Amsterdam Uluslararası Belgesel Film Festivali) bu yıl da yine onlarca farklı hikâyeye, filme evsahipliği yapıyor. Büyük isimlerin büyük bütçeli prodüksiyonları (2016 yılında En İyi Belgesel Oscar Ödülü’nü alan Citizenfour’un yönetmeni Laura Poitras’ın bu kez Julian Assange’ı anlatan Risk’i ya da Ai Weiwei’in Human Flow’u) elbette festivalin ilgi odağı ama bu, her zaman en iyi filmler oldukları anlamına da gelmiyor. Aksine, küçük ekipler ve küçük bütçelerle kotarılan mütevazı yapımlar kimi zaman çok daha etkileyici ve şaşırtıcı olabiliyor. İşte, Ayşe Toprak’ın yönetmenliğini yaptığı Mr. Gay Suriye de böyle bir film. Bittiğinde, duygusunu hâlâ üzerinizden atamadığınız, samimi, sıcak, eğlenceli ve bir o kadar da kederli, etkileyici bir belgesel.
Film, Suriye’den kaçan üç LGBT bireyin göçmen olarak verdikleri hayat mücadelesinin yanı sıra eşcinsel olarak var olma çabalarını anlatıyor.
Berlin’de yaşayan ve Suriyeli eşcinsellerin sıkıntıları konusunda farkındalık yaratmak için uğraşan Mahmut Hassino, Suriye’nin ilk eşcinsel güzelini, Malta’da düzenlenecek dünya eşcinsel güzellik yarışması 2016 Mr. Gay World’e göndermek için kararlıdır. Yarışma, İstanbul’da düzenlenir ve Hüseyin ile Ömer yarışmacı olarak başvuranlar arasındadır.
Ömer, Avrupa’ya kendisinden daha önce gitmeyi başaran sevgilisine kavuşmak için yarışmaya katılmak ister. Eşcinsel olduğunu ailesinden gizleyen Hüseyin’e göre ise yarışmaya girme sebebi belki de umutsuzluğun verdiği cesarettir.
Mr. Gay Suriye, şaşırtıcı ve bu nedenle de oldukça dikkat çekici bir film. Öncelikle, Suriyelileri sadece sokakta, kötü koşullarda görmeye alışmış seyirci, ilk defa İstanbul’da yaşayan Suriyeli LGBT bireylerle tanışıyor. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerine göre yaklaşık iki bin Suriyeli eşcinsel Avrupa’ya gidebilme hayali ile Türkiye’ye sığınmış durumda. Belgesel, kendi içinde son derece ürkek ve sıkıntılı, (bu nedenle de) dışarıya neredeyse tamamen kapalı olan bu dünyanın kapılarını aralıyor. Bunu yaparken de hikâyeyi sadece dram üzerinden anlatmıyor. Altı yıldır devam eden Suriye trajedisine dair yapılan onlarca filmin aksine, bütün bu sorunlar, zorluklar içinde kader birliği yapmış insanların gülebildiklerini, eğlenebildiklerini gösteriyor. Bu da, Suriye’ye ve savaşa dair hep benzer, depresif imajları görmüş izleyici açısından filmi beklenmedik kılan diğer özellik.
Filmin yönetmeni Ayşe Toprak ile belgeselin yapım sürecini konuştuk.
Kendinizi böyle bir hikâye içinde nasıl buldunuz?
Filmin ana karakterlerinden biri olan Mahmut ile 2011’de, yani Suriye’deki savaşın başladığı yıl tanışmıştım. O zaman Al Jazeera için Suriyeli çocukların eğitimi ile ilgili Reyhanlı’da bir belgesel çekecektim ve Arapça bir tercüman arıyordum kendime. Bir sürü insanla görüştüm, bunlardan biri de Mahmut’tu. İlk başta bana çok içine kapalı bir insanmış gibi gelmişti ama daha sonra konuştukça tamamen farklı bir insan olduğunu keşfettim. Bana görüşme sırasında “Ben gayim, eğer benimle çalışacaksan bunu bilerek kabul etmelisin” diyerek çok net bir tavır koymuştu hatta. Beraber çalışmaya başladıktan sonra da LGBT dünyasında yaptıklarını, özellikle Suriyeli eşcinsellerin hakları konusunda ne kadar çok çalıştığını anlatmıştı. Tercümanlık işi bittikten sonra arkadaş kaldık. Tanıştıktan beş yıl sonra 2016 yılında bir gün bana Mr. Gay Suriye projesini anlattı ve gel takip et, dedi. Filmi çekmeye böylece başladık.
Özellikle İstanbul’da yaşayıp da Suriyelileri her gün sadece sokakta gören izleyiciye bambaşka bir dünya gösteriyorsunuz filmde. Suriyeli LGBT bireyler dediğimizde kaç kişiden bahsediyoruz?
Türkiye’de ne kadar mülteci olduğunu kesin olarak bilemediğimiz gibi LGBT mültecilerin sayısı da doğru düzgün bilinmiyor. İstanbul dışında İzmir’de, Ankara’da, sınır kentlerinde de yaşıyorlar ancak filmde bahsedilen Tea&Talk grubu dışında çok organize değiller. O yüzden benim çocuklardan bildiğim yaklaşık iki bin kişiler ama sabit de değil bu rakam. Çünkü bir kısmı gidiyor, sonra yenileri geliyor. Mesela filmdeki çoğu karakter şimdi Avrupa’da, o yüzden sayılar biraz karışık.
Tea&Talk dediğiniz bu gruptan bahseder misiniz biraz?
Tea&Talk, SPoD’un (Sosyal Politikalar, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği) altında kurulan bir grup. SPoD onlara mekân ayarlıyor, hatta biraz fon da buldular. Bu, onlar açısından çok önemli çünkü Suriyeliler ya etnik kimlikleri ya aileleri ya da dinî kimlikleri ile bir topluluk oluşturuyorlar. Suriyeli gayler bunların hiçbirinde değil, bu yüzden İstanbul’a geldiklerinde kendilerini önce çok özgür hissediyorlar ama sonra da büyük bir yalnızlık hissediyorlar. Bu Tea&Talk konuşmaları onlar için tek sosyalleşme yeri. Orada tanışıp arkadaş oluyorlar. Neredeyse bir aile gibi olmuşlar ama bunun sonucunda da Türkiyeli LGBT bireylerle iletişimleri çok olmuyor.
Evet, filmde Türkiyeli LGBT dernekleri ile fazla temaslarını görmüyoruz…
Çok temasları yok gerçekten de ama geçen İstanbul’daki Gay Pride günü aralarındaki dayanışma çok güzeldi. Polis saldırıları sırasında Türkler, Suriyelileri korudular, sahiplendiler. Onun dışında Suriyeliler de çok kapalılar. İstanbul’u hep bir geçiş mekânı olarak gördüklerinden ilişkiye girmek için çok fazla çaba harcamıyorlar.
Türkiye’deki durum herkes açısından olduğu kadar LGBT bireyler açısından da güçleşiyor. Örneğin Ankara’da tüm etkinlikleri yasaklandı, iki senedir Pride yapılamıyor. Baskıların giderek artması onları nasıl etkiliyor?
Türkiyeli gruplar nasıl etkileniyorsa aynı şekilde onlar da hissediyorlar tabii bu baskıyı. Suriyeliler için farklı olarak yasal durumları ile ilgili sıkıntılar olabiliyor. İş bulamıyorlar, korkunç evlerde, çok zor şartlarda yaşıyorlar. Varoluş korkusu üzerine güvensizlik duygusu ekleniyor. Bir de Avrupa’ya gitme arzusu da olunca İstanbul iyice klostrofobik bir yer hâline geliyor onlar için. Mesela 15 Temmuz’da çok korktular hepsi bu ülkeden atılacak diye. Haftalar boyunca evlerinden çıkamayanlar oldu. Bütün bunlar nedeniyle psikolojileri çok bozuk elbette.
Bu kadar kapalı bir grubu bu kadar açmayı, kendilerini kamera önünde bu kadar rahat hissettirmeyi nasıl başardınız?
Her şeyden önce Mahmut’a çok güvendikleri için bana da güvendiler. Mahmut Suriye’deki LGBT bireylerin öncüsü gibi onlar için. 20 yaş daha büyük bir abi figürü gibi, hepsine yardımcı olmaya çalışıyor. Kendisi Almanya’ya gitmeyi başarmış, orada kendi hayatını kurmuş. Onların gözünde de bir başarı hikâyesi, olmak istedikleri insanı temsil ediyor. Bu yüzden de onlar için çok önemli. İstanbul’daki hayatları o kadar rutin, depresif ki muhtemelen bir filmin içinde olmak onlara heyecanlı da gelmiş olabilir. Bir de bizim de onlara yardım etmek için bir şeyler yapmaya çalıştığımızı ve aslında bu hikâyeyi insan hakları üzerinden anlatmak istediğimizi anladılar. Filmde Mahmut’un Hüseyin’e sorduğu bir soru var, “Neden güzellik yarışmasına katılmak istiyorsun, umutsuzluk mu cesaret mi” diyor. Hüseyin de “Belki de umutsuzluk cesarete dönüşmüştür” diye cevap veriyor. Bence bu filmi biraz da öyle gördüler. Yerlerinde durmak değil, ileri doğru bir adım atmak istediler ve bu filmle de onu yaptıklarını hissettiler.
Suriye’deki savaş başladığından bu yana onlarca film yapıldı yaşanan trajediler üzerine. Bu filmlerin neredeyse tamamı sadece sorunlara ve dramlara odaklıydı. Sizin filminizde ise bu insanların her şeye rağmen gülüp eğlenebildiklerini de görüyoruz. İzleyici açısından şaşırtıcı bir film yaptığınızı düşünüyor musunuz?
Böyle bir hikâye olmasaydı herhalde bu projenin peşinden koşmazdım diye düşünüyorum. Suriye’de yaşananlara dair anlatımlar artık çok birbirine benziyor, dolayısıyla da insanlar artık sıkılıp bir şey seyredememeye başladı. Suriye’de kıyamet kopuyor, bir kulağımızdan giriyor öbüründen çıkıyor. İnsanlar hissiz kalıyor. Sürekli aynı görüntüleri görüyoruz, onlar da bir noktada hiçbir şey ifade etmemeye başlıyor maalesef. Sanırım bu filmin bunu kırabilecek bir kurgusu olabileceğini düşündüğüm için bu projeye giriştim. Bazen farklı bir perspektiften yaklaşıp insanların kalbini o şekilde yakalayabiliyorsunuz, düşündürtebiliyorsunuz. Ben ona çok inanan bir insanım. Aslında bence bu çok politik ama bir o kadar da apolitik bir film. Bütün bu mülteci krizini, trajediyi anlatıyor ama tamamen farklı bir şekilde anlatıyor, o da belki insanların aklında daha fazla kalıyor. Öte yandan şöyle bir şey de oldu; mesela ben buna fon ararken Avrupalı kanallar ile görüşüyordum, çok oryantalist yaklaştıklarını da gördüm. “Benim seyircim Suriyeli deyince beklediği daha dindar, eğitimsiz, işi gücü olmayan bir karakter, bunlar benim seyircime çok farklı, izletemem ben bunu” diyenler de oldu.
Ekip filmi seyredince neler hissetti? Siz neler hissettiniz? Mutlu musunuz sonuçtan?
Hüseyin çok ağladı çünkü bütün karakterler içinde hayatı henüz değişmeyen onunki ama yakında değişecek o da. Hepsi filmi çok sahiplendiler, o beni çok mutlu etti çünkü hâlâ hepsinin hayatlarında ailelerinden kaynaklı sıkıntılar var. Benim açımdan en önemli şey bu film nedeniyle onların zarar görmemesi. O yüzden hâlâ etik kaygılarım var ama mutluyum. Her gittiğimiz yerde film çok ilgi görüyor. Şimdiye kadar 20-30 festivale katıldık, altı tane ödül aldık. Önümüzdeki sene de çok önemli festivallere gideceğiz. Avrupa Parlamentosu’nda gösterilecek mesela. Sonuçta filmin daha fazla ses getireceğine ve belki de bir şeyleri iyi yönde değiştireceğine inanıyorum.
Türkiye’de gösterim ne zaman?
Türkiye gösterimi için Hüseyin’in Fransa’ya gitmesini bekliyorum şu anda. Geçen sene İstanbul Film Festivali’nde de gösterilecekti ama Hüseyin’in kaygıları olduğu için göstermedik. Onun da mültecilik başvurusu kabul edildi, bir iki ay içinde Fransa’ya gidecek. Sonra da Türkiye gösterimini yapacağız.