Türkiye’nin kültür savaşı

Bir “siyasî iktidar”ın bir “kültür” yaratması kolay değil ama varolan kültüre müdahale etmesi, bir şeyleri durdurması, yasaklaması buna kıyasla çok daha kolay. AKP’nin de “kültürel hegemonya” arayışında dönüp dolaşıp geleceği yer burasıdır

02 Mayıs 2019 12:00

“Kültür” ve “Savaş” kelimelerini yan yana getirerek “Kültür Savaşı” gibi bir kavramı ilk oluşturan, bildiğim kadarıyla, Bismarck’tır. Gene bildiğim kadarıyla, Bismarck’a kadar, “kültür”ün bir “savaşı” olabileceğini düşünen olmamıştı. “Savaş kültürü” denecek bir şeyi düşünenler olsa da, “kültür savaşı”, modern dünyanın ortaya çıkardığı yeni bir olguyu anlatan bir kavramdı. O zamana kadar ve tarih boyunca birbiriyle savaşan ordular, ülkeler, toplumlar olmuştu ama kültürlerin birbiriyle savaştığı görülmemişti.

Öyleyse, Bismarck’ı böyle bir kavram oluşturmak durumunda bırakan “yeni durum” neydi?

Bismarck, Almanya’nın birleşmesinin mimarı. Almanlar (“Germen”, “Töton” “Got” ve çeşitli “kabile” adlarıyla tanıdığımız halklar- Jut’lar, Saksonlar, Allemani, Lombard v.b.) Avrupa tarihinin erken aşamalarından beri burada idiler; ama bir siyasî birlik içinde yaşamıyorlardı. Büyük Karl’ın kurduğu Kutsal Roma İmparatorluğu’nun bu yolda atılmış bir adım olduğu düşünülebilir, çünkü o çatı altında toplananların büyük çoğunluğu Germanik kökenliydi. Ancak bu “imparatorluk”, Karl’ın ölümünden sonra, kısa zamanda, adı var kendi yok bir hayalet hâline gelmişti; ayrıca, 9. yüzyılın ideolojik koşullarında bir “Almanlık bilinci”, teknolojik koşullarında da böyle bir bilincin doğmasına ebelik edecek haberleşme ve ortak iletişim imkânları yoktu. Dolayısıyla, Almanlar, bütün şive farklarına rağmen ortak sayabileceğimiz bir dile (Almanca) rağmen, birbirinden ayrı, birbirinden farklı kültürel birimler olarak yaşadılar.

Bütün bu yüzyıllar boyunca insanların birbirlerinden farklılaşmalarında en belirleyici etkenin din olduğunu söyleyebiliriz. Varolan toplulukların hepsi için ideolojinin başlıca kaynağı dindi. Dinin kendi içinde bölünmesi ve birbirini suçlayan farklı anlayışların çıkması, bu ayrı mezheplerde kalmış insanların da kendilerini “öteki”lerden çok farklı (ve onlara düşman) görmelerine yol açıyordu. Avrupa’nın göbeğinde geniş bir alana yayılmış olarak yaşayan Almanlar bu koşulların etkisini en sert ve derinlemesine yaşayan halk oldular. Luther hareketi Almanca konuşulan topraklarda patlak verdi ve oldukça kısa bir sürede aynı dili konuşan bu insanlar arasına aşılması zor duvarlar ördü.

Bunun benzeri, Müslüman dünyada çok daha önce, Sünni/Şiî ayrımıyla gerçekleşmişti. Hristiyanlar ise II. yüzyılın ortasında Katolik/Ortodoks Skizması’nı yaşamışlardı. Protestanlık’ın çıkışı bunlara göre çok daha yaygın bir çatışma ve şiddete yol açtı. Otuz Yıl Savaşları bunlardan sadece bir kısmının adı. İngiltere’de İç Savaş, Fransa’da St. Barthélemy gibi korkunç olaylar hep bu din farklılaşmasının sonuçlarıdır.

Ancak Almanlar, özellikle de “Modern” dünyaya adım atıldığında, kendilerinin, mezhep ayrışmasının “en ağır bedelini ödemiş millet” olduğuna inandılar. Protestanlık Güney Avrupa’yı hiç etkilememişti; İspanya’da, İtalya’da herkes Katolikti. Fransa bir Huguenot sorunu yaşamış ama Protestanları kovalayarak “une fois” idealine erişmişti. Kuzey ise toptan Protestandı. İngilizler iyi kötü bir denge kurmuşlardı. Ama Almanlar Katolik Güney ve Protestan Kuzey olarak ikiye bölünmüşlerdi.

“Modern Çağ” diyorum, çünkü “ulusal birlik” gibi kavramlar ve idealler bu çağın ürünü. Modernleşme çok daha merkezileşmiş bir yapı gerektiriyor. Bu durumda dinî farklılık ve ona büyük ölçüde bağlı (hiç değilse görünüşte) kültürel ayrışma, bu ideali engelleyen en güçlü etken olarak beliriyor.

Almanya’nın birliğini kuran Bismarck malûm, Prusyalı bir aristokrattı. Dolayısıyla Protestandı ve Katolisizm'in “geri” bir din olduğu kanısındaydı. Alman birliğinin kurulması zorunluydu. Ama katılınca da Katoliklik işi bozuyordu.

Almanya’nın birliğini üç savaşın sonunda kuran Bismarck bu durumda yeniden “savaş” kavramına başvurdu ve resmen “Kulturkampf”ı başlattı. Katolik Güney bu “saldırı” karşısında Zentrum’u yani “Merkez Parti”yi kurarak savunmaya geçti. Bunun, çağdaş Alman siyasetinin CDU’sunun atası olduğu da söylenebilir.

Bu olay Almanya’da 1887’ye kadar devam etti. Bu tarihte Bismarck Parlamento’ya bir “Barışma Yasası” taslağı sundu. Taslak yasalaştı, “savaş” bitti.

“Savaş” ne demek? Genel olarak kabul ettiğimiz tanıma göre, bir sorunu konuşarak ve görüşerek çözme imkânı ortadan kalktığı zaman, tarafların kendi çözümlerini karşı tarafa zor kullanarak kabul ettirmek üzere şiddete ve silaha başvurmalarına “savaş” deriz. Bismarck “Kulturkampf” dediğinde böyle bir durum var mıydı?

Peki, savaş nasıl devam etti ve ilanından sonra 20 yıl geçmeden “Barışma Yasası” ile son bulduğuna göre, bu mücadele nasıl sonuç verdi ve kim kazandı? Başlatan da bitiren de Bismarck olduğuna göre, Bismarck hedefine ulaştı mı?

Süreci günü gününe yaşamış olanlar bir savaşı andıran birçok olay aktarabilirler ama o günden bugüne pek sivri olaylar hatırlamıyoruz. Dinden bakacak olursak, Güney bugün de Katolik, Kulturkampf oldu diye Katolikler Protestan olmaya karar vermedi. “Kultur”dan bakacak olursak, Güney, “bizim kültürümüz” dediği, öyle tanıdığı şeylerden vazgeçmedi. Kısa deri pantolonunda, “Bierkeller”inde, “Grüss Gott” diyerek selamlaşmasında v.b. bir değişiklik yok.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra eski Zentrum, CDU olarak yeniden doğdu. Başında Adenauer vardı. Adenauer, ondan sonra Erhard, yeni Almanya’yı kurdular. Aynı partiden gelen Kohl birleşmeyi sağladı. Bismarck, onlardan daha “iyi Alman” ya da “daha Alman bir Alman” bekleyebilir miydi?

Yani, galiba “Kulturkampf” biraz abartılı bir “adlandırma”ydı. Ama, Bismarck’ın bu “kampf” kelimesini seçmesinde kendi açısından herhangi bir “içtenliksizlik” olduğunu sanmıyorum. “Kültür” dediğimiz şey, son analizde, “hayat tarzı”mız. Dolayısıyla, hepimizi en yakından sarıp sarmalayan şey. O nedenle, bu noktaya geldiğimizde duygularımız “abartılı” olabiliyor ve biz bunun fazla farkında olmayabiliyoruz da.

Bir “ilk örnek” olarak karşımıza Bismarck’ın “Kulturkampf”ının çıkmasının sonradan çeşitli yerlerde tekrarlanan bu olaya verdiği bir ışık olduğunu sanıyorum. Sürecin üzerinden hızlıca yeniden geçtiğimizde, öncelikle, bir “birlik, birleşme” ideali görüyoruz. Yıllar yılı ayrı siyasî birimlerde yaşamış Almanlar nihayet tek siyasî çatı altında birleşiyor. Ama bu yıllar içinde çok çeşitli nedenlerle birbirlerinde onaylamadıkları özellikler görmüşler. Sözgelişi, Bismarck Bavyera’ya baktığında bu anlamda Katolisizmi görmüş. “Birleşme isteği” ve “varolan farklılık”... Bu ikisinin bir arada varolması da doğal. Ama herkes kendi açısından, farklılığı yarattığına inandığı şeye öfkeyle, nefretle bakıyor; çünkü “birlik ideali” de yüceltilmiş, o da “abartılı”.

O zaman “savaş” deniyor. Konuşarak, anlaşarak bu “farklılık” dinamiğini lağvetmek mümkün görünmüyor. Madem öyle, savaşarak “yok” edeceğiz.

Tabii, Alman’ın “durulması” kolay olmadı. Hitler’in sorununun başında “kultur” yoktu, ama sonu “kampf” diye geliyordu. Ve hâliyle, o savaşın “kültür” cephesinin eklenmesi de gecikmeyecekti. Nazizm çoğumuzun “kültür” adı altında bildiği her şeyin katledilmesi anlamına gelir, ama o da bu kültürü yerleştirmeye çalışıyordu ve bu da ancak bir “savaş”la mümkün olabilirdi. Goebbels’in açtığı “Yoz Sanat Sergisi”ni ve bu projenin uğradığı hezimeti ben bu savaşın anlamlı uğraklarından biri olarak görürüm. Ancak Nazizm savaşını kendine daha uygun araçlarla (“SS” ya da “Gestapo” gibi) sürdürdü ve nesnel ölçülerle baktığımızda, “topluma egemen olmak” çerçevesinde, Bismarck’ın “Kulturkampf”ına göre kıyaslanamayacak ölçülerde daha başarılı oldu.

Çin’de olan olayın adı “Kültür Savaşı” değildi, “Kültür Devrimi”ydi. Ama olayın kendisi çok farklı değildi ve Almanya’da olandan çok daha yaygın ve şiddetliydi. Komünistler “devrim” kavramını daha çok sevdiği için adı da öyle konmuştu. O da, bir “kötülüğü” savaşarak, yani “devrim” yaparak yok etmeyi hedefliyordu. Yalnız bu “kötülük”, 1871’de Almanya’da olduğu gibi, “din” değildi. Onu da belki içine alan, kökü sınıfsal olan bir “şer” vardı. Sınıfın kendisini ortadan kaldırsan da, zihniyetini silmek o kadar kolay olmuyor, “şekilde görüldüğü gibi”, bir “devrim” gerektiriyordu.

Hatta, Mao’nun da tahmin ettiğinden daha bile güçlü müydü acaba? “Dörtlü Çete”nin ardından Deng, bir zaman sonra da Xi ve Çin Komünist Partisi’nin devasa Çin kapitalist kalkınma projesi gelebiliyorsa?

“Kültür Savaşı” (ya da “Devrimi”) kavramı her toplumun tarihinde yer almıyor. Ama bu kavramın anlattığı olayın bir benzeri çok toplumun tarihinde var.

Örneğin, kitaplarda “Japonya’da ‘Kültür Savaşı’" başlığını taşıyan bölüm pek görmüyoruz; ama Japonya böyle bir süreçten geçmedi mi belki hâlâ geçmiyor mu? Hindistan? Ya Türkiye?

Tarihin belirli bir aşamasında ve hemen hemen her köşe bucağında “Değişiniz!” komutu Batılılaşma gerek ve ihtiyacından ileri gelmişti. Batı’ya benzeme ihtiyacının temelinde Sanayileşme Devrimi ve Batı’nın buhar gücüne yeni bir biçimde egemen olarak eriştiği teknolojik düzey yatıyordu. Türkiye de (daha adı “Türkiye olmadan önce) bu aşamada Batılılaşma kuyruğuna girmişti. Oldukça da önlerde yer alıyordu. Ta 18. yüzyıl başlarında gündeme yerleşen–ama pek de sağlam yerleşemeyen– bir maddeydi bu, Türkiye açısından.

Söz konusu yüzyılın başında III. Ahmed, sonunda ise III. Selim bu yönde daha belirgin bir çaba gösterdiler ve ikisi de göründüğü kadar “aşağıdan” gelmese de sonuçta “aşağı”nın desteğini alan başkaldırmalarla tahtlarını ve hayatlarını kaybettiler. Bunlar, sonraki yıllar ve yüzyıllarda, “değişelim” diyenler ve “değişmeyelim” diyenler arasındaki ilişkinin gergin ve arızalı olmasını baştan belirleyen olaylardı. “Kültür Savaşı” kavramı Türkiye tarihinde pek duyulmadı– örneğin, belirli bir “tarihî dönem”in adı olmadı; ama olgu kendisi –yani “savaş”– hep oradaydı. Genellikle bir “potansiyel” olarak, zaman zaman da “kuvveden fiile geçmiş” olarak, oradaydı. Süreç zehirli başladı, denebilir. Hem de, daha insanların somut hayatına dokunmadan önce.

İnsanlar, hayatlarına dokunulmasını istemiyorlardı –diyelim. Bu da çok anlaşılır bir direnç. Öte yandan, “sağa, sola” komutlarını verme durumunda olanların bu komutları verme gerekçeleri de eften püften gerekçelere dayanmıyordu. Çünkü bu yolu tutmak için dayatan güç, dinamik, hafife alınır cinsten bir şey değildi. Bu sürecin farklı biçimlere bürünerek de olsa, bütün dünyada yaşanması “yapay” olmadığını herhalde gösterir.

Türkiye’deki sorun (bunun da çok sayıda benzeri olduğunu sanıyorum) bir yanıyla, bir “kopukluk” sorunuydu. Birçok yazımda bunu anlatmaya çalıştım, ama burada da tekrar edebilirim.

Almanya’nın birleşmesini andıran bir durum ya da bir biçimleniş burada da vardı: “homojen” bir toplum, bir “ulus-devlet” yaratma, inşa etme sorunu. Almanya’da, tarih boyunca bir arada yaşamamış bölge insanlarının (bu “bölgeler”, yani o zamana kadar bağımsız yaşamış krallıklar, prenslikler v.b.) bir araya gelip uyumlu bir birlik oluşturması sorunu vardı. Burada, aynı imparatorluk içinde birbiriyle uzun boylu temas etmeden yaşayan insanların şimdi “homojen” denebilecek bir kültür içinde bir ulusallığı paylaşmaları.

Her ikisi de, burada ayrıntısına girmeme gerek olmayan zorluklar içeren süreçler. Bir toplum, olduğu şeyden vazgeçerek ya da onun belirli özelliklerinden vazgeçerek, henüz olmadığı bir şey olacak!

Böyle bir süreçten geçilecekse, böyle bir dönüşüm yaşanacaksa, bunun “özne”si kim olmalıdır?

Bu soruya, “toplum kendisi” demekten başka bir cevap düşünemiyorum.

Ama, öyle mi oldu? Başka örnekleri bir yana bırakalım; Türkiye’de böyle mi oldu?

Hayır, böyle olmadı. Burada toplum bu sürecin “özne”si değil, “nesne”si oldu.

Ne demek istiyorum? Aradaki fark, somut konuştuğumuzda, nedir?

Bir topluma “değişmek gerekiyor” deniyor. Niçin? Bu açıklanmış mı? Belki toplumun itirazı vardır, sorulmuş mu?

Gereğine ikna oldu, diyelim. Nasıl yapılacak? Bu süreçte ona düşen ne, devlete düşen ne? Belli ki “kombine” bir çaba gerekiyor, bunun kurucu ögeleri nasıl belirlenecek?

Yani demokratik bir süreç.

Bu söylediğim “demokrasi”nin bir “salon”da oturup konuşmaktan geçmediğini elbette ben de biliyorum. Sorun, yukarıda sorduğum soruların tartışılacağı bir meclis kurmak değil. Sorun, bütün o sorunları toplumun bütün kesimlerinin (bu da zaman alacak bir şey) önüne “kendi sorunları” olarak sunmak. Yani, “Halkevleri”nin olmak istediği ama olamadığı şeyi olmak. Tek-yönlü, “yukarıdan aşağı” değil, çift-yönlü yani aynı zamanda “aşağıdan yukarıya” çalışan iletişim (tabii eleştiri, itiraz v.b.) mekanizmaları kurmak. Ama bütün bunlar ve bunlardan ötesinin gerçekleşmesi “halk” dediğimiz o topluluğa bir biçimde bakabilmeye, bakmaya bağlı. Bunun ölçülebilir bir formülü ya da reçetesi yok. Tanıştığınız bir insanın otantik biri ya da bir şarlatan olduğuna karar vermek gibi bir şey, demagog olanla olmayanı ayırmak, “kâğıt-üstü doğrular”ı telaffuz edenle onlara inananı birbirinden ayırt etmek. Bunu beceren olur, beceremeyen muhtemelen daha çok olur. Ama son analizde bu “10 derste” öğrenilecek bir şey değil, bir sezgi yeteneğidir.

Şerif Mardin şöyle diyor:

“Osmanlı idarecileri, imparatorluğun batış devrinde alt sınıfların düşünce ve yaşayışlarına –üst sınıfın sınırlarını genişletmek alt sınıfları müşterek bir millî hayata katmak anlamında– gereken önemi vermediler. Bu ise Osmanlı İmparatorluğu’nun son iki yüzyılda karşısında bulduğu ülkelerin sosyal sistemlerinde yavaş yavaş oluşan modernleşme’nin en önemli yapısal özelliklerinden biriydi. Bu anlamda Osmanlı yöneticileri batış yıllarında kendilerini modernlikten ayrı tutmuşlardı (Şerif Mardin, Makaleler 4, Türk Modernleşmesi, İletişim, İstanbul, 1995, s. 25).”

Şerif Mardin bu tavrı “Osmanlı yöneticileri”ne götürüyor. Şüphesiz haklı. Cumhuriyet’te olan her şeyin kökü Osmanlı’dadır. “Cumhuriyet yöneticileri”nin “ayrı tutmak” fiilinde zaman zaman ve yer yer daha da radikal davrandıkları söylenebilir. Sonuç olarak, ciddi ayrım çizgisi burada çiziliyordu: Seçkinler içinde “kurtuluş” hedefinin Batı’da bulunduğuna inananlar ve buna inanmayanlar vardı, ama bu yalnız seçkinler arasındaki durumdu. Bir de, bundan uzun boylu “haberdar” bile olmayan kitleler vardı. Onlar bütün bu sorunlar üstüne düşünecek düşünsel araçlardan da yoksundular. Ancak günlük hayatlarının içinde bir noktada bir sadmeye maruz kaldıklarında öyle bir olaydan “haberdar” oluyorlardı. Bu durum geleneksel hayatını yaşamakta olan kesimde genel bir “geri çekilme” tavrına da yol açtı. Birçok birey veya aile, onlara kötülük ettiğine inandıkları Batı’dan gelme şeyleri kendi hayatlarına sokmama yolunu seçtiler. Çoğunluk ise bir uzlaşma biçimi aradı ve buldu.

Böylece, hem hayat ikileşti hem de farklı hayat tarzlarını bir arada ve yan yana yürütme yöntemleri oluştu. Osmanlı devleti, bütün Müslüman devletler arasında, uyruklarının “gayri-müslim” kesiminin nüfusça “müslim” kesimden daha kalabalık olduğu bir Müslüman devlettir. Yani toplum içinde daha küçük cemaatlerin kendi inanç ve değerleri çerçevesinde farklı hayatlar yaşaması Osmanlı toplumunda bilinmeyen (alışık olunmayan) bir şey değildi.

19. yüzyıl Avrupa’nın batısında, demir ve kömür havzalarında (Britanya, Kuzeybatı Almanya, Kuzey Fransa ve Belçika) sanayinin kurulduğu ve Sanayi Devrimi’nin hızlandığı bir dönemdi. Sanayi Devrimi’nin getirdiği yenilik ve başkalaşım, orada da kolay yaşanmıyordu. Ama bu ayrı ve çok uzun bir konu. Osmanlı toplumu bu gibi gelişmelerin neredeyse tamamen dışında kaldı. Çok-dilli, çok-dinli, çok-uluslu toplumsal yapı da Benedict Anderson’ın “print revolution” dediği ve uluslaşmanın belli başlı dinamiklerinden biri olarak kabul ettiği ortak entelektüel hayatın oluşmasını engelledi. Modernleşmenin bu ayaklarından yoksun kalan bir “homojenleşme” kendi kurallarıyla yürüdü: bir yandan bağımsızlık hareketleri, bir yandan da “etnik temizlik” yoluyla. Bu aşamada “homojenleşme” de etnik olmaktan çok dinî bir yol izliyordu.

Halkın gözünde, gayri-müslimlerin oynadığı “öteki” rolünü, Batılılaşmış seçkinler üstlenmeye başladı. Çünkü sınıflaşma, hâlâ, ciddi bir mülkiyet temelinden çok, alınan eğitim temelinde (ve “devlet memurluğu” çerçevesinde) yürüyordu. Yeni koşullar içinde yeni oluşan bu seçkinler, daha çok Abdülaziz’in saltanat döneminde “meşrutiyet” kavramını sıkça dile getirmeye başlamışlardı. Bu, onların da yönetimde ve kararlarda pay sahibi olmak istediklerini gösteriyordu. Ancak kendine halktan bir taban aramak ve bulmak gibi bir eğilim görünmüyordu. Halkın sözünü ettiğim dönüşüm sürecinde “özne” olarak yer alması söz konusu değildi. Tartışılan, onlara kimin komut vereceğiydi. Aldıkları komutu yerine getirmek zorunda olduklarından kimsenin şüphesi yoktu. “Üst tabaka”dan, “seçkinler”e gelen bu yaklaşım zaten varolan “avam/havas” ayrımını köklendirdi.

Toplumun tamamını “seçkin” hâle getirecek bir yöntem henüz bulunmadığı için bu ayrım her toplumda vardır. Ama bu iki kesim arasındaki ilişki Türkiye’de olduğu gibi keskinleşmek ve duruma göre hatta “düşmanca” bir renk almak zorunda değildir. Örneğin, Hindistan’ın “kast” sistemi herhalde “altta kalan”ı en ağır koşullar altında yaşatan sistemdir. Buna rağmen, kitleler “itaatkâr” olmakla yetinmez, hayat bilgilerini üst kasttakilerden almaya çabalarlardı. Benzer şekilde, Matthew Arnold, 1869’da yayımladığı Culture and Anarchy’de, Britanya’da halkın aristokrasinin oluşturduğu değerlere uymaya çalıştığını, ama kapitalizmin ve burjuvazinin bu uyumu bozduğunu anlatır. Batı’da birçok toplumda bunların benzerleri görülür.

Brezilyalı iktisatçı Edmar Bacha, yıllar önce, kendi ülkesine “Belindia” adını takmıştı. Bu metafor, bir zamanlar “Üçüncü Dünya” adıyla tanıdığımız dünyadaki birçok topluma uyar. Ne demek oluyor? Böyle bir toplumda “müreffeh” diyeceğimiz kesimlerin Belçikalılar gibi (o gelir düzeyinde, ama ayrıca onların kültürel değerleriyle), yoksul sınıflarınsa Hindistan’ın yoksullarıyla aynı gelir düzeyinde ve benzer eğitim imkânlarıyla yaşadığı anlamına geliyor. Ancak, “zengin/fakir” ayrımının böyle dramatik bir karşıtlık meydana getirdiği toplumların bazılarında bile Türkiye’deki gibi bir “halk/aydın” sorunsalı görünmez. Yakup Kadri’nin Yaban’ı bu sorunsalı gününün “seçkin aydın”ı açısından oldukça açık seçik biçimde romanlaştırmıştır. Sorunsalın nesnel gerçekliği ne kadar iyi verdiği ayrı bir konu; ama o dönemde (ve tabii sonraları da) “toplum gözlemciliği” yapan birçok aydın olayı böyle görüyordu. Bu romanda Yakup Kadri’nin asıl başarısı, bence, köylüleri çizmekte gösterdiği gerçekçilikten çok, aydın sorunsalını oldukça net bir şekilde ortaya koyabilmesidir. Bunu yapmak için, aydın çevrenin inanmadan tekrarladığı “Büyük Türk Milleti” edebiyatına aykırı bir söylem tutturması gerekiyordu.

Yakup Kadri’yi anmak, bizi Cumhuriyet dönemine de getiriyor. Cumhuriyet, buraya kadar anlattığım sorunsalın kavramlarını değiştirmedi. Tersine, o sorunsalın çizgilerini kabarttı, renklerini koyulttu. Sorunsalı radikalleştirdiğini, değişimin hızını artırdığını söyleyebiliriz. Ancak bu, söz konusu aşamada, “toplumun hızla Batılılaştığı” anlamına gelmiyordu. Süreç hızlanmamış ama “zor” ögesinin dozu yükselmişti. Toplumun Batılılaşması için kural olarak “yukarıdan aşağıya” işleyen tedbirler alınıyor, bir yandan da, Batılılaşmaya engel olduğu düşünülen çoğu geleneksel kurum (“tekkeler-zaviyeler” gibi) lağvediliyordu. Ne var ki, bu uygulamalar toplumu istenilen, umulan biçimde “Batılı bir toplum” hâline getirmedi. Toplum bu uygulamalara tepkisini başkaldırarak da göstermedi. Menemen olayının bir benzeri daha yoktur. Ama, her verileni almadı, benimsemedi, kabul etmedi. Buna bir tür, zamana yayılmış, “pasif direniş” de denebilir. Kullandığım terminoloji içinde, dönüşümün “özne”si olmasına izin verilmeyen toplum, elinden geldiği kadar, “nesne”si olmaktan da kaçındı. Önüne serilenler arasından kendi seçmelerini yaparak ilerledi. Beğenip seçtikleri arasında demokratikleşmeyle ilgili olanları pek yoktu. Demokrasi yokluğundan en fazla çeken onlar olduğu hâlde, onu talep etmiyor, belki de nasıl talep edileceğini bilmiyorlardı. Fransız Devrimi’nin ünlü sloganı olan üçlüye (Liberté, égolité, fraternité”) bizim II. Meşrutiyet’te dördüncü olarak “Adalet”in katılmış olmasının, iyiliğin yukarıdan bekleniyor olmasının epey anlatıcı bir göstergesi olduğunu herhalde söyleyebiliriz.

Şerif Mardin, haklı olarak, modernleşme hareketinin aksamasının bir nedeninin de, kadınlara bu hareket içinde, ama asıl toplumun genel hayatı ve işleyişi içinde yeterli yer verilmemesi olduğu görüşünü savunur. Burada birinci dereceden sorumlu olanlar, tabii, “geleneksel” kalmaktan yana olanlardır, muhafazakâr kesimdir. Ancak, gene Mardin’in de işaret ettiği gibi, Batılılaşmayı ve “ilerleme”yi savunanlar da, konu kadınlar olunca, kolaylıkla muhafazakârların yanına geçebilmişlerdir. Burada ele aldığımız dönemlerde kadınlar da genel eğitim koşullarının sonucu olarak adamakıllı muhafazakârdı. Ancak, kadınların eşitliğini ve bağımsızlığını sağlamayan, dahası buna karşı çıkan ve engel olan toplumların büyük “başarılara” imza atması mümkün değildir.

Cumhuriyet döneminde Batılılaşmanın kendinden önceki dönemlerde uygulanmış tarzlara oranla daha radikal, daha kapsamlı olduğunu ve sonuçlara bir an önce varma isteğinin de bu “radikalizm”i yüreklendirdiğini söylemiştim. Ele alınması gereken bir başka farklılık, Tanzimat’tan beri süregelen harekette dinî kurumların küstürülmemesi özenle gözetilirken, Cumhuriyet’te görüşte ve uygulamada buna uyulmamasıdır. Cumhuriyet, görüşte, dinin birçok olumsuzluğun sorumlusu olduğu inancına sahiptir. Batılılaşma hareketini baltalaması ve geciktirmesinin yanı sıra, zaten Batı karşısında geri kalmamızdan da o sorumludur. “Görüş” böyle olunca, uygulamada din kurumuna karşı davranışlar da sertleşir. “Ulema” alışık olduğu saygıdeğerlik konumunu kaybeder. Diyanet İşleri gibi bir devlet örgütünün kurulmasıyla, din erbabı da her bakımdan “laik” devlete bağlanmış olur. Böyle bir düzenleme, şüphesiz, hiç “laik” değildir; ama “Türk tipi laiklik” bu yolu seçmiştir. Dinin devlet denetimi altında tutulması, aslına bakılırsa, Osmanlı devlet geleneğinin de bir parçasıydı (Bizans’a kadar götürebiliriz bu pratiği); ama burada İslâm’a bağlılığı çok tartışmalı hâle gelen yeni devletin din kurumunu bu şekilde denetimine alması geleneksel/muhafazakâr kesime bir anomali olarak görünmüştü. Cumhuriyet döneminde din karşısında alınan bu tavır, aslında çok daha geniş kapsamlı bir olay olan “modernleşme” çabası ve ona karşı oluşan tepkileri bir “İslam/laiklik” gerilimine dönüştürdü. İnsanların gerilim ya da çatışmayı bu iki kutup çerçevesinde algılamalarına yol açtı. “Kutuplaşma”nın bir ucu “İslam” olunca, arada saf tutanlar bunun karşısında yer alan “laiklik”in de –yabancı bir kelime– bir tür “dinsizlik” olduğu inancını yayma imkânı buldular.

Aslında Batılılaşma sorunu ortaya çıktı çıkalı, buna karşı “İslamcılık” diyebileceğimiz bir düşünce akımı ve bir siyasî oluşum da biçimlenmişti. Ama bu İslamcılık Batı’nın teknolojisinin alınmasına karşı olmadığı gibi (öyle bir hareket hiç olmadı) “hasım” olarak da Batı’nın kendisini görüyordu. Cumhuriyet’le birlikte “hasım” Türkiye içinde Batıcılığı yerleştirenler oldu. İslamcılık da, kendi programını açıklayarak değil, düşmanını eleştirerek ve yargılayarak kimliğini kurdu.

Sonuç olarak, adım adım, bir kültürel ikileşme oluştu. Bir yandan bir burjuvazi, bir süre sonra bir işçi sınıfı doğarken, bu ikileşme de bu yeni oluşumlar üzerinde kendi etkilerini yarattı. Örneğin, toplumun eski, geleneksel bir özelliği olan Sünni-Alevi ayrılığında, Aleviler bu eski koşullanma (ve gördükleri baskılar) nedeniyle Batıcı kanatta bulunmayı tercih ettiler. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde “tekelci-devlet-kapitalizmi” yöntemiyle biçimlenen burjuvazi de o cephede yer alırken, tarih sahnesine gecikerek gelen taşralı Anadolu burjuvazisi İslamcı düşünce tarzına rağbet gösterdi. Bu gerilim de bugün TÜSİAD/MÜSİAD olarak cisimleşmiş durumda. Karmaşık bir durum: nedir asıl ayraç? “Büyük burjuvazi/orta burjuvazi” arasındaki, her yerde görülebilir çelişki mi? Yani ekonomik yapının getirdiği bir şey mi? Yoksa ideolojik yapının Türkiye’ye özgü bir sonucu mu? Yoksa gene evrensel sayılır “büyük kent/taşra” ayrımının yansıması mı?

Ama buna benzer sorular bu olgunun bütün aşamaları, bütün katmanları için geçerli. Olgunun “Doğu/Batı” kısmı için “ideolojiktir, üstyapıdır” deyip (yani üstyapının görece özerkliğini reddedip) “ekonomik” bir açıklama aramak yanlış olduğu gibi, ekonomik dinamiklerden bağışık bir fenomen olarak anlamaya çalışmak da eksik bir çaba olur.

Osmanlı’nın son demlerine geldiğimizde, ideolojik ikileşmenin kurumsallaştığını görürüz. Konumuz “toplumsal dönüşüm” olduğuna göre, bunun yadırganmaması gerekir. Eğitim bu ikileşmenin çarpıcı alanlarından biriydi. Devam eden eski kurumlar (mahalle mektebi, medrese v.b.) geleneksel yöntemleri uygularken, özellikle askerî okullar, Mekteb-i Şahane, Fevziye Mektepleri, Mülkiye gibi, bir kısmı devlet, bir kısmı da toplumsal grupların girişimiyle açılan “Batılı” eğitim kurumları vardı. Hukuk da böyle olmuştu. Bir yanda şeriatı temel alan geleneksel mahkemeler, bir yanda Batı’nın hukuk anlayışını temel alan ve genellikle daha üst düzeyde davalara bakan yeni mahkemeler çalışıyordu. Bu ikileşme doğal olarak sorunlar, çelişkiler yaratıyordu.

Şimdi, sözü daha fazla uzatmadan, bir an önce sadece (yani, bugünkü duruma) gelebilmek için, aradaki yıllarda olup bitenler üstünde durmaksızın uzunca bir sıçrayış yapıp günümüze gelelim. Ancak, bundan da önce, kısaca, bir yapısal durumdan söz etmem gerekiyor.

İdeolojik-siyasî yapılanma, çapı toplumdan topluma değişebilen bir muhalefet yaratır. Bu muhalefetin içeriği, mantığa da uygun olarak, iktidarın düşünce ve pratiğinin karşıtıdır. Ancak, varolan somut durum, bu karşıtlığa rağmen, bazı alanlarda muhalefetin davranışlarının da iktidar tarafından belirlenmesine ve onunla özdeşlik göstermesine yol açar.

Yukarıda özetlemeye çalıştığım süreçte devletin benimsediği tutum, genel olarak “Jakoben” sıfatıyla nitelediğimiz bir üslûp ve yaklaşım içeriyordu. Kararları verme tekelini elinde bulunduran küçük azınlık, belirtmeye çalıştığım gibi, bunu toplumla kurduğu sıkı bağlar sonucunda değil, birtakım belirleyici kurumlarla (çok zaman bu “ordu” olabilir) kurduğu sadakat ilişkisiyle elde eder. Bu durumda böyle bir düzene muhalefet, genel olarak “popülist” sıfatıyla nitelediğimiz üslûp ve yaklaşımı benimsemek durumunda kalır. Seçkinler değil, kitleler arasında kendine dayanak arar. Bu bir “karşıtlık”tır.

Gelgelelim, iş “demokrasi” kertesine geldiğinde, “karşıtlık” bir “özdeşliğe” de yol açabilir. “Azınlık diktası”nın yerini “çoğunluk diktası” almıştır ama “dikta”da bir değişiklik yoktur.

Bizim tarihimizde ciddi bir biçimde II. Mahmud ile başlayan “modernleşme” sürecinde, birinci sırada özetlediğim, “seçkinler iktidarı”, kendi içinde çeşitli aşamalardan geçmekle birlikte, sürekli egemen oldu. Bu egemenlik ilkin Demokrat Parti karşısında yenilgiye uğrayarak konumunu kaybetti. Bugün hâlâ, gerekli hedeflere henüz erişilmeden önce çok-partili düzeni getiren İnönü’yü bu davranışından ötürü eleştirenler vardır. Bu yaklaşımın dayandığı fikrî temelleri eleştirmeden kabul etsek dahi, 150 yılı geçmiş bir “seçkinler iktidarı” sonucunda “gerekli hedefler”e hâlâ varılmamış olmasının bir açıklaması herhalde olmalıdır.

Menderes, yukarıda belirttiğim gibi, “popülist” bir politikaya başvurarak iktidarı elde etmişti. İktidarda popülizm düzeyini daha da artırdı. İktidarın çok-partili sistemle popülizmin eline geçmesinin cevabı, 10 yıl sonra (1960) 27 Mayıs darbesiyle geldi ve darbeler birbirini izledi. Kısa süreli darbe dönemlerinden sonra yeniden seçimle iktidar olanlar (Süleyman Demirel, Turgut Özal) aralarındaki çeşitli farklılıklara rağmen, “popülist” olmakta birleştiler. Toplumla kurdukları ilişkiyi popülist tutumları biçimlendirdi. Elitizm ve popülizm, yıllarca, bir tahtırevalli oyunu gibi birbirini izledikten sonra, 21. yüzyılın başında, sıra AKP’ye geldi.

AKP’nin kurucu kadrosu ve önderleri Necmeddin Erbakan’ın başında olduğu (Nakşibendî temelli) “Millî Görüş” hareketinin saflarında yetişmişlerdi. “Millî Nizam”, “Millî Selamet” gibi partiler kuran bu hareket İslamcı idi ve aynı nedenle “popülist” değildi. Popülizm, öğretisel konularda oldukça gevşek bir tavır takınmayı zorunlu kılar çünkü onu oylarıyla ayakta tutacak kitlelerin dogmatik-öğretisel bir tutumları (ve kültürleri) yoktur. Bu hareketin 28 Şubat yarım-darbesiyle katı bir biçimde bastırılmasından sonra bir araya gelerek AKP girişimini başlatan kadro, olaylardan bu konularda daha esnek davranma dersini çıkarmıştı. Bu esneklik, 2002’de seçimleri kazanarak tek başına hükümet kurmayı başaran AKP’nin ilk yıllarındaki olumlu gidişinin de birinci nedeniydi. Bu esneklik bir 10 yıl kadar devam etti. Ama bundan sonra değişmeye başladı.

Radikal dönüş Tayyip Erdoğan’ın Gezi direnişine karşı aldığı tavırla gerçekleşti. Ancak o zamana kadar bazı daha “küçük çaplı” sayılacak olaylar böyle bir ânın yaklaşmakta olduğunun işareti sayılabilirdi. Tayyip Erdoğan’ın aile başına üç çocuk ısmarlaması bunlardan biridir. Bu, topluma, toplumun özel hayatına herhalde “liberal” sayılamayacak bir müdahale (devlet adına) olmuştu. Kars’taki heykelin (“ucube” olduğu yargısıyla) yıktırılması da böyle bir olaydır. Tayyip Erdoğan, sözgelişi içki üstüne (“tıksırıncaya kadar içiyorlar”; “iki ayyaş”...) konuşmalarıyla ya da “ulemaya sormak lazım” gibi sözleriyle gönlünde yatan ideal toplumun varolan Türkiye’den oldukça farklı olduğunu sezdirmeye başlamıştı ama bunların Gezi ile billurlaşan politikaya dönüşeceğini tahmin etmek kolay değildi.

Gezi ile yakın bir zamanda Tayyip Erdoğan’ın Fethullah Gülen hareketiyle savaşı da başladı. AKP 2002’de seçimi kazandığında, iktidar da, bu hareketle yakın bir ittifak içine girmişti. Bu, tarihte ilk kez oluyordu. Geleneksel Nakşibendî tarikatının kültüründe biçimlenen “Millî Görüş” çizgisi ile Gülen’in mensubu olduğu, modernizme tepki olarak kurulmuş Nur hareketi bir araya gelmemişler, Nurcular seçimlerde genel olarak oylarını Adalet Partisi’ne vermişlerdi.

Nur tarikatı içinde önemli bir kolun “pir” kabul ettiği Fethullah Gülen her “siyasî İslam” taraftarı gibi Müslüman bir iktidarın başa geçmesi idealini yaşatıyordu. Ancak bunun çatışmaya girmeden gerçekleşmesinden yanaydı. Daha doğrusu, bir “çatışma” olacaksa, bunu kendi tarafının kazanacağının garantili olacağı aşamaya erteliyordu. Onun da kendi ölçüleri içinde “seçkinci” bir damarı olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle aslî mücadelesini eğitim alanında vermeye ve Müslüman iktidarın işini iyi bilen kadrolarını yetiştirmeye karar vermişti. Bu kadrolar nihai amaçlarını elden geldiğince gizli tutarak devletin çeşitli kademelerinde görev alacaklardı. Yani, “Gülen politikası” bir “sızma” politikasıydı (“infiltration”). İşin tuhafı, bunun böyle olduğunu bilmeyen de yoktu. Yani, retorik kitaplarında söz sanatlarından “oksimoron”un örneği olarak verilen “açık sır” sözüne uygundu.

“Gülenci” kadrolar, “şeyh”in eğitime ilgisinin sonucu olarak, görece daha iyi yetişmiş bireylerden oluşuyordu ve bu nitelikleriyle AKP yönetiminin elinin altında bulunmayan bir güç biçimini temsil ediyorlardı. Onun için AKP iktidarının ilk döneminde Gülen hareketiyle ittifak AKP’nin çok işine yaradı. AKP iktidarı da, Gülenciler’e kol kanat germekte elinden geleni yaptı. Anlaşılır nedenlerle, Gülenci “sızma” eyleminin başlıca hedefi Ordu’ydu ve Ordu da bunun farkında olduğu için “sızmış” bireyleri tespit ve ihraç etmek konusunda titiz davranıyordu. AKP, iktidarının ilk yıllarında bu çekişmeler ağustos ayı içinde gazetelerde manşet olurdu.

Tayyip Erdoğan muhtemelen kültür savaşını başlatma hazırlığı içindeyken, iki müttefikin araları –ölümüne– açıldı. Bu, bir süre sonra başlayan mücadelede “Müslüman kültür” cephesinin cephanesini azalttı; ama iktidardaki kesimin mücadele ruhunu da kamçıladı. Bu kesim “can havliyle” militanlaştı.

Birçok badireden iktidarını koruyarak geçmeyi başaran Tayyip Erdoğan, iktidar iplerini büyük ölçüde elinde toplamıştı. Partisinin de güveni artmıştı. Muhtemelen, artık istenen “Müslüman toplum”u yaratma zamanının geldiği düşünülüyordu. Atılması gerekli görülen ilk adımlardan biri, iktidarın, kendi oy tabanı –ve gereğinde “milis” gücü– olan kesimleri kültürel anlamda izolasyona almaktı. Bu kesim, İslam’a yabancı ve “zararlı” kesimlerin entelektüel etkilerinden korunmalıydı. Ancak, bu, AKP’nin Gezi sonrası rotasında zaten alınması gereken karar ve seçilmesi gereken yöndü. AKP herhangi bir denetimi olmayan bir “başkanlık” düzenine geçmeye ve iktidarını “total”leştirmeye zaten kararlıydı. Bir “kültür savaşı” olsa da olmasa da, bu yönde ilerleyecekti. Dolayısıyla, değişik düzeylerde yapılanlar aslında birbirini tamamlıyordu; ama siyasî düzeyin belirleyici olduğu açıktı.

AKP’nin iktidarda olduğu bütün bu yıllar boyunca, Tayyip Erdoğan’ın, sık sık, daha önce söylediklerinin tam tersini büyük bir rahatlıkla söylemesine de tanıklık ettik. Bunlar, bazılarının inandığı ve söylediği gibi, öncelikle Tayyip Erdoğan’ın “öğreti” konusunda kayıtsız olduğunu mu gösteriyor?

Ben bu kanıda değilim. Tayyip Erdoğan öncelikle bir entelektüel değil; İslam kültürüyle ilişkisi de İslam’ın, özellikle tasavvufi İslam’ın inceliklerine uzanmıyor; ancak (“zahit” denebilecek türden) belirli bir Müslüman kültürü içinde yetiştiği ve bu süreçte edindiği değerlere içtenlikle bağlandığı belli oluyor. İçinde bol miktarda önyargının da varolduğu bu kültür onun ideolojik dünyasının temel taşlarını oluşturuyor. Fikrini değiştirmiş gibi konuştuğu konular bunların uzağında. Yolun başlangıcında, gömleğini çıkardığını düşünen Erdoğan kendi yandaşları olmayan kişilerin de görüşlerine –benimsemeksizin– saygılı bir dil ve bir tavır tutturmuştu. Ayrıca, genel Türk milliyetçiliğinin “amentü”sünü benimsemek gereğini duymuyordu. Ancak, kendisi ve partisinin üstünde yoğunlaşan kara bulutlar dağıldıkça, Erdoğan’ın kendine güveni de hızla arttı ve kendi dışındaki kesimlerin görüşleriyle bir alışveriş içinde bulunma ihtiyacı aynı oranda azaldı. Türkçede “fabrika ayarlarına dönmek” diye daha çok siyasî bağlamda kullanılan görece yeni bir deyim var. Erdoğan bunu yaptı. Bunu yapmak “sivil toplum örgütlenmesi”ni (İslamî olmadıkça) düşman ilan etmek, idam cezasını geri getirmek için “ajitasyon yapmak”, Kürt sorununu “barış süreci”nden şimdiki korkunç duruma sıçratmak, “üye olacağız” diye çıkılan yolda Avrupa Birliği ile kavga etmekte fırsat kaçırmamak ve ağır bir şoven-milliyetçi söylemi benimsemek gibi bir dizi tavır almayı içeriyor. Ancak, Erdoğan’ın bunları rahatça yaptığını, âdeta “gurbetten sılaya dönme” havasıyla yeni kimliğine “intibak” ettiğini görüyoruz.

Ve Erdoğan toplumun tamamının da bu değerleri benimsemesini istiyor. Ama işin burasına gelindiğinde, bu hedefin gerçekleşmesi hiç kolay değil. Erdoğan şimdiye kadar girdiği seçimlerin (referandum v.b.) hepsini kazandı. Bu azımsanmayacak bir başarı. Taraftarlarını da gittikçe güçlenen bir ağla kendisine bağlayan bir şey. Bu başarıya karşılık, verilen oyların oranına baktığımızda, toplumun yarısı ya da belki yarıdan fazlasının Erdoğan’ın kendilerine sunduğu hayat tarzı içinde yaşamaktan yana olmadığını görüyoruz. Kaldı ki, Erdoğan’ın bir tür milis olarak elinin altında bulundurmak istediği, Marx’ın “lumpen-proletarya”sı gibi bir “lumpen-Müslüman” denebilecek genç kitlenin de belirli ölçüde sofuluk gerektiren bu hayat tarzına ne kadar yatkın olduğu pek belli değil.

Dolayısıyla, Erdoğan’ın açtığı “Kültür Savaşı” oldukça karışık bir olay çünkü ne kadarı din ve kültür, bir “Osmanlı dirilişi”, ne kadarı da iktidarın perçinlenmesi “savaşı” olduğu çok belli değil. Kime karşı olduğu da çok belli değil. İlk hedefin Türkiye’nin Kemalist geçmişi olduğu anlaşılıyor ama bu rejimin Erdoğan’ın gözünde başlıca günahı Batılılaşma olduğuna göre, bütün Batı da karşı cephe sayılabilir ve nitekim şimdiye kadar pek çok Batılı ülke, pek çok nedenle, Erdoğan’ın tariz ve taarruzlarına uğradı.

Taksim’in yeniden düzenlenmesi girişilen işin özeti ve simgesi gibi. Meydanın bir ucunda Atatürk Kültür Merkezi yıkılır ve perdelerin gerisinde gözden kaybolurken, öbür ucunda yeni beton bir cami yükseliyordu. Caminin arada kalan, Canonica’nın yaptığı anıtı da daha az “belirgin” hâle getirmesi herhalde istenen sonuçlardan biriydi. Bir süre sonra sıranın (“oryantalist” üslûbun örneği) geleceği Taksim Kışlası’nın da bu kompozisyonda yerini alacağını tahmin ediyorum. Bu, ayrıca, bir “Ben dediğimi yaparım” simgesi olarak önemli.

***

2013 AKP tarihinin önemli bir yılı olmalı. Gezi bu yıl oldu ve Gezi karşısında öncelikle Tayyip Erdoğan radikal bir değişim geçirdi. Ancak bu herhalde “hazırlıksız” bir değişim değildi; çünkü Gezi’den birkaç ay önce AKP’nin İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu önemli bir açıklamada bulunmuştu:

Liberal kesimler, şu ya da şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların istediği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacak. Dün bizimle beraber şu ya da bu şekilde yürüyenler, yarın bizim karşımızda olan güçlerle bu sefer paydaş olacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak. Onun için işimiz çok daha zor.

Bu cümlelerin haber verdiği “yön değiştirme” bir “il başkanı”nın zihninden çıkmış olamaz. Bu ancak partinin en tepesinde oturan kişinin verebileceği bir karardır. Demek ki Tayyip Erdoğan kararını Gezi’den önce vermişti. Gezi direnişi başladığında, o da hemen kesin tavrını aldı (partinin öteki “ileri gelenleri”ni de iteleyerek) ve bugün de üzerinde yürüdüğü yola girdi. Gezi’den hemen sonra da Gülenci ekiple birbirlerine girdiler, ama bunun da bir evveliyatı mutlaka vardı ve Gülenciler kendi hazırlıklarını yapmışlardı.

Bunları söyleyince, AKP’nin iktidar olmasının başlangıcında belirli çevrelerce tekrarlanan “takiye” teorisini pekiştirmiş oluyor muyuz? Bu konu benim herhangi bir bilgi sahibi olmadığım bir alan. Bazı tahminlerim var, ama onlar tahminden öteye gitmiyor. Ortada bir “takiye” planı olduğunu düşünmüyorum. Belirli rastlantıların oldukça önemli bir rol oynadığı kanısındayım. Asıl konumuz bu olmamakla birlikte, buraya kadar gelmişken bu tahminimi açıklayayım.

AKP hareketi Cumhuriyet rejimiyle uyumlu bir hareket değildi. Onun için de özellikle iktidarının erken yıllarında kurulu düzene ciddi bir şekilde meydan okuyan söz ve davranışlardan kaçınmak gereği mutlaka düşünülmüştü. Tabii buna, bu kadarına da “takiye” demek mümkün. Ancak bunun ötesinde ne zaman neyin yapılacağına dair ayrıntılı bir plan olduğunu düşünmüyorum. Tayyip Erdoğan bir yandan “Millî Görüş Gömleği”ni çıkardığını söyleyerek bir tür “teminat” veriyor, ama bir başka gün de demokrasiyi istediği an terk edeceği tramvaya benzetmekten geri durmuyordu. İl Başkanı’nın “liberal” dediği kesimle yakın ilişkiyi uzun zaman sürdürmeye niyeti olmadığı da şimdi daha iyi görülüyor. Ama bunun süresiyle ilgili bir karar da işin başında verilmiş değildi.

Gözlemlediğim olaylar akışından benim çıkardığım “senaryo”da, Şimon Perez’le Davos görüşmesinin önemli bir yeri var. Erdoğan’ın “van minüt” çıkışı Müslüman toplumlarında popülerliğini doruğa taşıdı ve yanılmıyorsam Erdoğan’a yalnız Türkiye’nin değil, İslam dünyasının da önderi olabileceğini düşündürdü. Ancak, aynı zamanda, İsrail’e kafa tutmuş olmak ve “İslamî önderlik” konumlarının muhtemel tehlikelerini de düşündürmüş olmalı. Tayyip Erdoğan siyaseti bir dizi “komplo” olarak anlayanlardan. Bu, gene bu dönemde kullanmaya başladığı ve dozu gitgide yükselen dilden anlaşılıyor. Davos’taki çıkışından üç dört yıl sonra Gezi’nin patlak vermesini Erdoğan kendi vehmettiklerinin doğrulanması olarak algıladı. “Faiz lobisi” gibi bir terminolojiye o zaman başvurdu. 2016’daki darbe girişimi ve benzer olaylar da bu bakış tarzına malzeme sundu. O zamanlardan beri kendine güvenle “oyuna getirilme” korkusu iç içe geçmiş bir biçimde devam ediyor.

Yukarıda, popülizmin çok öğretisel olamayacağını söylemiş ve AKP’nin yeni tavrına rağmen popülist zeminde durduğunu eklemiştim. Tayyip Erdoğan da birçok davranışı, özellikle de söylediklerini kolayca geri alabilmesiyle, muhaliflerinden bazılarının onu “pragmatist” olarak görmelerine yol açtı.

“Pragmatist” olmadığını söylemek de güç, ama bence Erdoğan’ın zihninde oldukça belirgin bir “İslam dünyası” var ve bunun gerçekleştirilmesini birtakım somut engellerden ötürü geciktirebilir ama bundan vazgeçmez. Örneğin, Ayasofya’nın yeniden cami olması... Erdoğan, gitgide solsa da belirleyici olmaya devam eden bir Müslüman kültürde yetişmiş bir insan ve bu ortamdan edindiği değerlere içtenlikle bağlı. Entelektüel bir formasyonu olmayan Erdoğan’ın İslam’ın tasavvufî alanlarına bir yakınlığı olduğu da herhalde söylenemez; o daha çok “zahit” bir gelenek içinden geliyor. Türkiye’nin yaşadığı “pop” kültürünün de dışında değil. Sanırım bu özelliği onun popülist politikalarında inandırıcılığını ve dolayısıyla başarısını sağlayan bir etken.

Tayyip Erdoğan İl Başkanı’na yukarıda alıntıladığım ilanatta bulunma talimatını vermekle “Kültür Savaşı” dediğimiz sürecin kapısını da açmış oldu. Orada, “Artık Müslüman bir toplum inşa etme zamanı geldi. Siz seküler kesimle selamı sabahı kesiyoruz” mesajı, yeterince açık. “Kültür seküler kalmalı” diye inat edeceklere ne uygulanacağı tehdidi o kadar açık değil ama doğal olarak o da orada.

Yani dünya tarihindeki –olan ve olmayan– örneklere bakınca, Almanya’daki Katolikler’in Protestanlar’a karşı bir “Kulturkampf” başlattığı bir noktada gibiyiz.

Tayyip Erdoğan kendisi, birkaç kere, başlattığı savaşın gidişinden ve “kazanım”larından hoşnut olmadığını dile getirdi. “Şu kadar yıldır siyasî iktidar bizim elimizde, ama kültürel iktidar olamadık” dedi.

“Kültür” kavramı ile “iktidar” kavramı bir araya gelir mi, nasıl gelir? Kavram kendisi karmaşık, çok geniş bir kapsamı var. Onun için bu soruların cevaplandırılması kolay değil. Kelime görece yeni sayılır. Latince kökten geliyor. “Kült”, dinî çağrışımları olan bir kelime; ama daha çok “ekme, biçme” anlamında “cultivare”den geliyor. Onun için bizim “öz” Türkçede bulduğumuz karşılık “ekin”. Bundan önce de Ziya Gökalp “çift sürmek” anlamına gelen “hars” kelimesini kullanmayı tercih etmişti. Bu kelime seçimi bana doğru geliyor, çünkü “kültür” “doğal” değildir, insan yapmasıdır. Hatta gereğinde “doğal” olanın karşıtıdır. Aynı zamanda, değişime açıktır: buğdayı ekip biçmeye başladığımızda, bire kaç veriyordu, şimdi bu oran nerede? Yulaf, çavdar dediğimiz tahıllar başlangıçta tahıl da değil, arpa, buğday tarlasında biten ve “zararlı” kabul edilen otlardı.

Dolayısıyla “kültür”e “özcü” (“essentialist”) bir bakış da doğru değildir.

Benzetiye devam edelim: “kültür” insan yapısıdır, “doğal” değildir, dedik (elbette, “insan” dâhil, her şeyin kökeni doğada). Ama tarladaki ekin de, toplumdaki ekin (kültür) de, kendi kuralları çerçevesinde varolur, kendi kuralları çerçevesinde değişime uğrarlar. Bire on veren buğdaya komutla bire yirmi verdiremezsiniz. Dolayısıyla da kültürün en uzak olduğu toplumsal kurum siyasî iktidardır. Dolayısıyla “kültürel iktidar” ibaresi kendi içinde çelişiktir. Dolayısıyla bu ibare üzerinden düşünmek, “kültür”ün ne olduğunu anlamamak demektir.

Bir “siyasî iktidar”ın kendine göre bir kültürü vardır. Aslında her insan topluluğunun bir “kültür”ü vardır –bunun karşıtı olarak düşündüğümüz “barbar”ların da. Ama “kültürün iktidarı” diye bir şey yoktur (yani, “siyasî” anlamında). Bunu anlamak için “Batılı” kaynak taramaya da gerek yok. Örneğin, İbn Haldun’un medeniyetlerin doğuşu ve batışı, batıranlar ve doğuranlar üstüne yazdıklarını okumak da yeterli fikir verir.

Peki, “siyasî iktidar” kültürü etkilemez mi? Şüphesiz etkiler. Hem de her an etkiler. Ancak, “kültür” dediğimiz hazneye suyunu akıtan oluk yalnız “siyaset” değildir, yalnız “siyasî iktidar” değildir. Bütün zihnî (ve tabii o dolayımla “maddî”) hayat hazneye dolar ve varolan karmaşık kültürü meydana getirir. Bütün bu akımların arasında birbirinin karşıtı olanlar da vardır. Sonunda ortaya çıkacak sentezin ne olacağını kültürün kendi mekanizmaları belirler. Bu sentez, koşullara göre, siyasî iktidarın beklentilerine (ve katkılarına) belirli ölçüde uygun olabileceği gibi tamamen aykırı da olabilir. Örneğin, bugünkü iktidar açık, belirtik bir biçimde “dindar nesiller yetiştirmek” idealini ilan ederken toplumda dindarlık göstergeleri düşüyor.

Tarih, topluma kendi benimsediği inancı, ideolojiyi ve “kültür”ü kabul ettirmeye çalışmış hükümdarlarla (“siyasî iktidar”) dolu. Eskiden bunun temel kanalı “din”di. Kerbelâ’dan St. Barthélemy’ye, bu uğurda dökülmedik kan kalmadı. Bu kanlı olaylar toplumları etkilemedi mi? Elbette etkiledi. Ama bunları başlatan ve elindeki gücü kullanarak kültürü toptan değiştirmeye girişenlerin hiçbirinin istediği olmadı.

Ne var ki, “siyasî iktidar”, onu kullananların çoğuna, her şeye egemen oldukları ve tarihin akış yönünü belirleyebilecekleri yanılsamasını veriyor. Modern çağda dinlerin yanında seküler ideolojilerin parlamasını gördük. Bu çağda da iktidarlar, Bismarck gibi, “kültür savaşı” ya da Mao gibi “kültür devrimi” başlattılar. Faşizm de, Komünizm de, kendi ideal toplumunu (ve “kültür”ünü) yerleştirmek üzere milyonlarca insanın ölümüne ya da acı çekmesine yol açtı. Sonuç?

Erdoğan niçin “kültürel iktidar”ın elde edilememiş olmasından yakınıyor? Bunun cevabı herhalde “bilgi” basamağından başlayacak. “Kültür”ün “bilgi” ile zorunlu, nedensel bir ilişkisi var. Çünkü “kültür” son analizde, “bilgi”lerimizle yaptığımız bir şey. Bilgilerimize dayanarak, onların bir “muhassala”sı olarak, şöyle ya da böyle yaşamaya karar veriyoruz. Tayyip Erdoğan kendisini iktidara getiren ve kendisinin de “ait” olduğunu hissettiği kitleye baktığında, buradaki bilgi eksikliğini görüyor. Böyle bir eksiklik var mı? Şüphesiz var.

İslamî cepheden kişiler bunu da Cumhuriyet Batıcılığına bağlıyor. Öyle bir ideoloji yaratıldı, bunun için öyle bir eğitim sistemi kuruldu ki mütedeyyin kesimler buradan dışlandı ya da kendileri bunun bir parçası olmak istemedi. Dolayısıyla da kültürel bakımdan zayıf kaldılar.

Bunu söyleyenler var.

Muhtemelen Fethullah Gülen de buna yakın bir düşünceye sahipti. Çünkü onun stratejisinde eğitim çok merkezî bir yerde duruyor. Sonuç olarak önemli bir hedef devlete sızmak (yani “kaleyi içeriden fethetmek”), ama Gülen, fethettikten sonra da bir “ideolojik hegemonya”nın gerekli olduğuna inanıyor -Erdoğan’ın da inandığı gibi. Dolayısıyla “okul”, yurt içinde, yurt dışında, Gülen’in bir numaralı faaliyet alanıdır -alanıydı. Bunun sonucunda, bu hareketin içinde görece iyi yetişmiş kadrolar vardı. AKP iktidarının erken döneminde Gülen hareketiyle sıkı bir ittifak yürürlükte olduğu için bu kadroların “know how”ı da iktidarın işine yaramıştı. Şimdi, bu ittifakın sert bir şekilde sona ermesiyle, AKP yanında kalan kesim bilgileri ya da derin kültürleriyle temayüz etmiş bir kesim değil. Babuşçu “liberal” kesimle kopuş kararını ilan ederken “şimdi işimiz daha zor olacak” uyarısında bulunuyordu. O zaman, Gülen cemaatiyle kopuş görünür gündemde yoktu. Yani “iş” daha da zorlaştı.

Tayyip Erdoğan, kitlesinin “kültürel hegemonya”yı eline geçiremediğini bir olgu olarak kabul ediyor. Aynı zamanda, bu kitleyi, şimdiki kültürünün içinde kuşatacak ve “dış”a karşı izole edecek bir uygulamada bulunuyor. Bir gün kalkıyor Tayyip Erdoğan, “Amerika’yı aslında Müslümanlar keşfetti” diyor. Küba’daki camiyi yeniden yapmaya talip oluyor. Bu ikincisini hem de Küba’da yapıyor.

Bu “kültür”le mi hegemonya kurulacak?

“Deutschland über alles”, “Bir Türk dünyaya bedel”, “Rule Britannia” ve daha birçokları, şoven, aslı esası olmayan sözler. Ama, hiç değilse, “dilek kipi”nde söylenmiş sözler olduğu hemen anlaşılıyor. “Amerika’yı Müslümanlar keşfetti” cümlesiyse “haber kipi”; yani, ampirik gerçekliği yoksuyor, çarpıtıyorsunuz. Bu tavır üstüne oturtacağınız bir “kültür”den de hayır bekliyorsunuz.

Belki henüz fazla erken ama bir gün birinin çıkıp “Aya ilk gidenler Türktü” demesine bir engel var mı?

Ancak bu somut örnek Tayyip Erdoğan’ın hayal ettiği “kültürel hegemonya”nın mahiyeti hakkında yeterince aydınlatıcı.

Birbirine karşıt gibi görünen siyasî çizgilerin birtakım anlarda birbiriyle özdeşleşebildiğini söylemiştim: işte Atatürkçülük ve Erdoğancılık. Birincisinde “Güneş-Dil Teorisi” gereği Konfüçyüs’ün Türk olduğuna (ve daha neler nelere) inanmak gerekiyordu; ikincisinde Amerika hikâyesine.

İkisinin de temelinde yatan, “devlet gücüyle kültür yaratırım” inancı da cabası.

“Devlet gücü”... Evet, despotik bir yönetimin kültürel hayata müdahale etmek üzere bulacağı en güvenilir araç ve yöntem bu. Bir “siyasî iktidar”ın bir “kültür” yaratması kolay değil ama varolan kültüre müdahale etmesi, bir şeyleri durdurması, yasaklaması buna kıyasla çok daha kolay. AKP’nin de “kültürel hegemonya” arayışında dönüp dolaşıp geleceği yer burasıdır.

Yalnız “kültürel hegemonya” için yapılanlar ve yapılacaklar değil, AKP’nin bütün icraatı, siyasî ve ideolojik faaliyeti, kültürden çok kültüre yakın komşu bir alanı daha fazla etkiliyor: ahlak düzeyini. Bu etkinin bir kısmı yalın siyasî şiddet. Binlerce insanı olur olmaz gerekçelerle hapiste tutan bir siyasî ortamda yaşıyoruz. Bu durum, her zaman, hapiste olanları bir türlü, ama hapiste olmayanları da bir başka türlü etkiler. Bu ikinciler, birinciler arasına karışmamak için, susmayı öğrenmek zorunda bırakılır. Kalabalık kitlelerin olanlar karşısında seslerini çıkarmamalarının nedeni, yapılanları doğru bulmaları değildir. Çeşitli nedenlerle korkarlar. Savundukları kişiler gibi hapse girmekten korkanlar olduğu gibi, birtakım somut çıkarlarını kaybetmekten korkanlar ya da düşman safına geçerek davayı satmakla suçlanmaktan korkanlar olabilir. Ama sonuçta korku belirleyicidir. Ve korku rejiminde yaşamak, toplumlar için, sağlıklı bir varoluş biçimi değildir.

Şu aşamada AKP’nin baskı politikasının ağırlığını en çok Gülen cemaatinden olanlar ya da olduğu iddia edilenler çekiyor. Bu insanlar iki gün öncesine kadar, çizginin AKP yanında kalanlarla “can-ciğer-kuzu-sarması” denecek bir ilişki içindeydi. Şimdi, onlara yapılanı sessizce seyretmek ve onaylamak konumundalar. Bu da insan ahlakını yüceltecek bir durum değil.

Öte yandan, Gülen cemaatinden olanların da “sütten-çıkmış-ak-kaşık” olduğu söylenemez. İktidarı paylaşırken olgularla pervasızca oynamanın yanı sıra, müttefikleri hakkında, araları açıldığında “fâş ettikleri” bilgilerle yaşamaktan rahatsız olmamışlardı.

İlk şoku atlattıktan sonra, AKP tarafının da bu “bilgi”lerden pek fazla rahatsız olmadığı görülüyor. Burada da, “iktidar” olmanın kazandırdığı imkânlarla bütün iddiaların iftira olduğunu ve son analizde “darbecilik” ve “terörizm” olduğunu söyleyip iddia edenleri hapse tıktıklarını gözlemliyoruz.

“Terörizm” gibi terimlerin bilinen herhangi bir bağlama uygun olmaksızın kullanımı da AKP yönetimine özgü bir uygulama ve o da bir ucundan “kültür”, bir ucundan da “ahlak” sorunuyla ilgili. İktidar sahiplerinin konuşmalarında söylediklerinin yanı sıra, savcıların hazırladığı iddianameler ya da yargıçların verdiği kararlarla da sanal bir dünyada yaşamaya devam ediyoruz. Goebbels’in bir yalanı inandırıcı kılmak için sürekli tekrar etme kuralı geçerli. Camide içki içme (başı örtülü kadının üstüne işeme) gibi iddiaların herhangi bir temele dayanmıyor olmasının meydana çıkması, iktidar hizmetindeki trollerin bunları durmadan tekrarlamasına engel değil. O “cephe”den oldukları için bunlara inanmaya yükümlü (en azından, “inanıyormuş gibi konuşmaya”) olduklarını hissedenlerin sayısı da az değil. Bu özellikleriyle bu cephe, bir “İslamî kültür hegemonyası” kurmaktan önce, post-modern çağın “post-truth” (“doğru-sonrası”) hegemonyasını kurmuş oluyor. Sesi en fazla çıkanın söylediği doğrudur. Sesi en fazla çıkacak olan da elbette iktidardır. Bunlar, “Propaganda sanatı” ile ilgilenenler açısından, Goebbels’den beri bilinen yöntemler. Doğru kendisi ne olursa olsun, siz kendi iddianızı çıkarabildiğiniz en yüksek sesi çıkararak durmadan tekrar edeceksiniz.

AKP’nin, daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın “iktidar” olmasını istediği “kültür” ne? Başlangıçta bu ne olduğunu anlatan bir şey değil de, ne olmadığını tanımlayarak varolmaya çalışan bir ideolojiydi. “Bu toplumun Batılılaşma programını benimsemesinden itibaren olmuş her şey” diyebiliriz; ama bu “her şey” fiili gerçeklikte çok geçerli değil. İşin başından bugünlere uzun bir zaman geçmiş ve olduğu zaman “yenilik” sayılan birçok şey zamanla hayatın bir parçası hâline gelmiş -artık yadırganmıyor. Bu karışımın karşıtı olarak konulan (vaz’edilen) “İslamî kültür” de varolduğu varsayılan “arılık”tan, “katışıksızlık”tan yoksun. Örneğin, Burc Halifa mı temsil ediyor katışıksız Müslüman kültürünü?

Zamanla bu “Batılı-olmayan” kavramından “Osmanlı”ya geçildi, ama bu da, varılmak istenen hedefi daha tanımlı bir hâle getirmedi -özellikle “kültür” bağlamı içinde. Daha çok Ahmet Davutoğlu’nun “inşa ettiği (“konstrüksiyon” anlamında), ama Tayyip Erdoğan’ın sırtlanıp taşıdığı bu Osmanlılık daha çok siyaset alanında geçerli. Öncelikle, bütün popülizm biçimlerinde gerekli bir “yapıcı öge” olan “geçmişte kalan haşmet” (tabii “yeniden ele geçirilmesi gereken haşmet”) motifini somutlaştırıyor.  Bu da, Batı tarihinin ürünü olan “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi yerine “kuvvetlerin birliği (“tekliği”) keyfiliğini koymak ve “yönetene mutlak itaat” ilkesini yerleştirmek anlamına geliyor. Estetik uzantılarına bakınca, sözgelişi Süleymaniye’nin zarafeti değil de büyüklüğü“ölçü” oluyor. Niceliğe, cesamete yönelik, “Dubai estetiği” diyebileceğimiz bir anlayış şekilleniyor.

Bunlar, yukarıda anlattığım “ahlak”la birleşerek Tayyip Erdoğan’ın benimsediği ve toplumun geri kalanına benimsetmeye çalıştığı “kültürel iktidar”ın temellerini oluşturuyor.