Nahid Sırrı Örik ve “Bir sobanın ateşini bir saat için besleyecek yazılar”

“Korku” Nahid Sırrı’nın dünyasının ana tema’sı olan haset üzerine, hasetin temelinde nasıl korkular yattığı üzerine küçük ama etkileyici bir hikâye. Tuncay Birkan'ın sunuşuyla, K24 sayfalarında...

23 Haziran 2016 14:00

“Korku”, benim tesadüf eseri karşıma çıkan ve yıllar sonra tekrar yayımlanmasına önayak olmaktan sevinç duyduğum ikinci Nahid Sırrı hikâyesi: 4 Birincikanun (Aralık) 1938 tarihli Tan gazetesi nüshasında rastladığım “Garson Kızlı Lokanta” adını taşıyan ilk hikâye Duvar dergisinde (No. 6, Ocak-Şubat 2013) yayınlanmıştı. İlginçtir, “Korku” da aynı yılın Ağustos ayında, Cumhuriyet gazetesinde çıkmış. Nahit Sırrı’nın 1937’de yine Tan’da en önemli romanlarından Kıskanmak’ı (ama Kıskançlık adıyla yayımlanmış orada) yayınladıktan sonra güzel bir yaratıcı heyecana kapıldığı hem bu hikâyelerin hem de Ülkü mecmuasında Oyuncular piyesini yayınlanmasından da anlaşılabilirdi (yine aynı yılın Temmuz ayında Son Telgraf gazetesine düzenli olarak ilginç ve güzel fıkralar yazmaya da başlar); ama asıl M. Behçet Yazar’ın yine 1938’de kitap olarak yayımlanan Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı anketine cevap verirken yayınlamayı düşündüğünü söylediği eserler listesindeki coşkudan anlaşılıyor. Oradan aynen aktarıyorum:

Kıskanmak, Nahid Sırrı Örik, Oğlak Yayınları“İntişar etmiş hikâyelerimden bazılarını Altı Hikaye, Yedi Hikaye, Dokuz Hikaye, Fakir İnsanların Hikâyeleri ve Masallar unvanları altında; Ülkü’de intişar etmekte olan kroniklerimi Bir Okuyucunun Notları serlevhası altında, bazı edebî ve tarihî tetkiklerimi Edebiyata ve San’ata Dair, Memleket Kitapları, Birkaç Klâsik Eser Hakkında, Yeni Muharrirler Yeni Kitaplar, Garplılar ve Kitapları, Abdülhak Hamidin Tiyatro Eserleri, Bugünkü Tarihe Dair, Müverrihlerle Beraber serlevhaları altında; bir kısmı çıkan çocukluk hatıralarımı Pek Küçük Bir Çocuk serlevhası altında; diğer bazı makale, musahebe ve fıkralarımı da Anadolu İçinde ve Dağınık Yazılar serlevhaları altında olarak cilt halinde çıkarmak arzusundayım.”

Hazin akıbeti hepimiz biliyoruz: Büyük olasılıkla coşkusuna ortak edebildiği yayıncı –tabii ondan önce zamanın edebiyat çevrelerinde, cinsel kimliği yüzünden alay konusu olmanın ötesinde pek bir yer- bulamamış olduğu için, önemli bir kısmının hazır olduğu anlaşılan bu eserlerin hiçbiri yayınlanamamış (zaten 30’lu yıllarda yayınlayabildiği –ikisi hariç- bütün kitapların yanına da “kendim bastırdım” notunu koymuş o listenin hemen üstünde); hikâyelerinin önemli bir kısmı ise ancak 1990’lı yılların ortalarında sayın Kayahan Özgül’ün emekleriyle bir araya getirilerek (gayet güzel sunuşlarla) üç cilt halinde yayımlanmıştır: San’atkârlar, Kırmızı ve Siyah, Eve Düşen Yıldırım. Ama, 1990’lardan beri epey ilgi görmeye başlayan romanlarının (özellikle de bir biçimde görselliğe tercüme edilmiş olmaları, yani sinema ve televizyona uyarlanmaları sayesinde Kıskanmak ile Sultan Hamit Düşerken’in) tersine bunların da hak ettikleri ilgiyi gördüğünü söylemek zor.

Sonradan benim rastlantıyla bulduğum bu iki hikâye bile, gazete-dergi köşelerinde kalmış, meraklı ve sistematik araştırmacıları bekleyen daha böyle çok hikâyesi olduğunu düşündürebilirdi. Ama o listede saydığı hikâye kitaplarının çokluğu da, kaba bir hesapla o ana kadar kitaplarına girmemiş 30-40 hikâyesi daha olduğunu kesinliyor. Bu okuduğunuz yazının ilk versiyonunun yayınlanmasından beri[1] Şehir Üniversitesi Kütüphanesi, müthiş bir arşivci olan Taha Toros’un kendilerine bıraktığı muazzam arşivi internet üzerinden yayınlamaya başladı ve bunlar arasında Nahid Sırrı’nın çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış ya da hiç yayınlanmamış (kimileri elyazısı veya daktilo formatında) çok sayıda hikâyesi, hatıra yazısı, kitap eleştirisi, fıkraları, oyunları, radyo ve sinema skeçleri de var: Anlaşılan Nahid Sırrı’nın ailesi terekesini Taha Bey’e teslim etmiş. (Hemen her gün yeni malzeme eklenerek güncellenen Taha Toros arşivine şuradan ulaşılabiliyor) Hâlâ bulunup kitaplaştırılması gereken romanları olduğu bilindiği için burada var mı diye merakla bekledim ama şu ana kadar konmadı. Zira, birkaç yıl önce bu romanlardan bir tanesiyle yine rastlantıyla, Vatan gazetesinin 1 Kasım ila 10 Aralık 1940 tarihleri arasındaki nüshaları arasında karşılaşıp yayınlamaları için Oğlak Yayınları’na iletmiştim, 2012’de yayınlandı: Kozmopolitler. Bir diğer romanı Gece Olmadan’ı da önce değerli araştırmacı Hülya Dündar Şahin, sonra da ben Son Telgraf gazetesinin –29 Temmuz-1 Ekim 1951 tarihli- sayfaları arasından çıkarıp yine aynı yayınevine göndermişiz ayrı ayrı. (Bu arada yukarıda bahsettiğim arşivdeki malzemelerden aynı romanı Her Şey Bitmeden ve İnsan Denen Şu Mahluk adlarıyla da tefrika etmiş veya tefrikaya hazırlamış olduğu anlaşılıyor.)

Kozmopolitler, Nahid Sırrı Örik, Oğlak YayınlarıAma asıl bir dolu deneme-eleştiri kitabına malzeme olmasını tasarlayarak yazdığı anlaşılan yüzlerce yazısı (sonradan bunlara yine yüzlercesi eklenmiştir) hâlâ tozlu gazete ve dergiler arasında gömülü kalmış durumda (Bir tek sayın Bahriye Çeri’nin derlediği Istanbul Yazıları var o yazılardan çok küçük bir kısmının kitaplaştığı; tabii bir de hiçbirisinin yeni baskısı yapılmayan şu dört deneme kitabında bizzat kendisinin bir araya getirdiği bir avuç yazı: Edebiyat ve Sanat Bahisleri [1932], Tarihi Çehreler Etrafında [1933], Roman ve Hikaye Hakkında Bir Kalem Denemesi [1933] ve Hayat ile Kitaplar [1946]); halbuki özellikle eleştiri alanında epey iddialıdır ve iddiasının hiç de boş olmadığını görmek için peş peşe birkaç yazısını okumak yeterlidir. Mesela, yine 1938’de Tan’da Reşat Nuri ve Sabahattin Ali, 1939’da Varlık’ta Refik Halid hakkında kaleme aldığı, takdir etmeyi olduğu kadar eleştirmeyi de bilen kısa “review” yazıları bile şu anda bu işi yaptığını zannedenleri utandıracak kadar yüksek düzeylidir.

“Korku” Nahid Sırrı’nın dünyasının ana tema’sı olan haset üzerine, hasetin temelinde nasıl korkular yattığı üzerine küçük ama etkileyici bir hikâye: “Büyüyünce çok güzel olacağını ve güzelliği sayesinde hayatı mağlûb edeceğini” daha küçücükken bile bilen, o yüzden de kendi macerasını tekrarlayacağını kendisine kin ve hasetle bakmasından anladığı küçük bir kıza çok haşin davranan bir kadının hikâyesi… Behçet Yazar’ın yukarıda bahsettiğim anketine gönderdiği cevabın bir yerinde “realizm adlı mektebe girmek hevesinde olmamakla beraber görmediğim ve bilmediğim muhitleri hikâyelerimde canlandırmaktan çekinirim, fazla normal insanlarla meşgul olmaktan da hazzetmem” diyen Nahid Sırrı’nın, her zamanki hafif dağınık Türkçesiyle (mesela “İki sene esnasında gayet güzel işledi” gibi cümleleriyle) de tipik denebilecek bu hikâyesini severek okuyacağınızı umuyorum.

“Eski Yazılar İçinde Geçmiş Bir Gün Sonunda” yazısı ise unutulup gidecek, “bir sobanın ateşini bir saat için besleyecek” yazılar, metinler yazmış olma akıbetini Nahid Sırrı’nın kendisinin de içi sızlayarak sezdiği ve okuyup yazan herkesin içini sızlatacak bir kuvvetle anlattığı nefis bir metin. Yayınlanmamış yazılarını “nizam”a sokmaya çalışırken kapıldığı nafilelik hissini, “yarının bu neşredilmemiş yazılarla neşredilip gazete ve mecmua sütunlarında kalmışlar, hattâ kitap şeklini almışlar arasında tesis edeceği korkunç müsavat”tan bahsederek, acımasız bir gerçekçilik parıltısı çaktırarak anlatabilmesi insanı adeta sersemletiyor.

 

KORKU

“Beyaz yuva”, Büyükada’da, Nizam tarafındaki yüksek çamlar ortasında açılmış ve iki sene işlemiş olan hakikaten lâtif ve şık bir lokantanın ismidir. İki sene esnasında gayet güzel işledi. Sonra neden kapandığına hâlâ mütehayyirim. Bu lokantaya aid en canlı hatıralarımdan biri de, bir gün birkaç arkadaş ve iki kadınla beraber orada öğle yemeği yerken kadınlardan birinin kendisini hayran hayran tetkik eden küçük bir çiçekçi kızına karşı duyduğu hiddettir. Kadın, Necmeddin’in metresi olan meşhur Leylâ idi. Hakkında, bildiğiniz veçhile türlü efsaneler uydurulmuş bulunan, bilmem hangi paşanın kızı olup kırk odalı bir konakta doğduğuna dair hikâyeler deveran eden Leylâ. Vakıâ genç kadın bu hikâyelerin membaı değildi. Fakat yanında bu şeylere temas edildikçe esrarlı bir sükût muhafaza eder ve bahis uzayıp giderse:
–Canım, bırakın şimdi bunu. Daha neş’eli bir mevzuunuz yok mu? Dedikçe rivayetlerin doğruluğunda hakikaten hiç şüphe bırakmazdı. Kendisinin büyük bir aileye mensub iken düşmüş bir kız olduğundan, öyle her şeye kolay inanmak âdetim değilken benim bile şüphem yoktu.

O gün ikisi kadın olmak üzere sekiz kişiydik. Neş’eli ve mükellef bir öğle yemeğinin sonlarına varmış bulunuyorduk. Ve üç senedenberi Necmeddin’in metresi olan Leylâ, lüksünü temin için bu üç sene zarfında pek çok fedakârlık etmiş olan Necmeddin’den ayrılmak ihtiyacını zahir hissettiği için mütemadiyen meclisin en zengini olan Halil ile meşgul görünüyor, hep onunla alâkadar olup onunla konuşuyordu.

Bu esnada birdenbire yanımızda bir küçük kız peyda oldu. Ayakları çıplak, üstü başı yırtık ve yüzü gözü tırmık içinde olan bir rum kızı. Güzel bir çocuk. Elinde çiçekler tutuyordu ve bunları satmak için masamıza yaklaşmıştı. Fakat masanın önüne kadar geldikten sonra da niçin geldiğini unutuverdi. O gün hakikaten güzelliğinin bütün ihtişamı içinde her zamandan fazla parlıyan Leylâ’yı ağzı yarı açık seyre koyuldu. Süslü ve güzel kadınlara küçük kızların nasıl hayran olduklarını tabiî bilirsiniz.

Ve birden başını çevirerek Leylâ bu manzarayı gördü. Dediğim gibi kız çok güzel ve sevimli olduğu için, biz kendisinin çocuğu okşıyacağını ve hepimizi ona para vermeğe davet edeceğini sanmıştık. Fakat o, kızı bir düşman gibi seyrettikten sonra büyük bir hiddet içinde ve âdeta boğuk bir sesle Necmeddin’e hitab etti:

–Kov, şu arsız kızı kov, dedi.

Hatta hiddetini bununla da alamıyarak, etrafımızda pervane gibi dönen metrdoteli çağırıp tekdir etti:
–Bu nasıl lokanta? Adeta bir kır kahvesi. Masaların etrafına pis dilencileri neye yaklaştırıyorsunuz? diye söylendi.

İtiraf ederim ki, genç kadının bu sertliği ve kalbsizliği, bana biçare Necmeddin’in yerine daha paralısını geçirmek için yaptığı manevralardan ziyade tesir etti. Cidden fena bir tesir yaptı. Ve o cidden zeki bir kadındı. Bunu derhal anladı. Benden bir çıkarı olmamakla beraber hiç kimse tarafından fena bir mahlûk addedilmemeğe bilhassa itina ettiği için, o günün gecesi tesadüfen bir an yalnız kaldığımız zaman bahsi kendisi açarak izahat vermeğe lüzum gördü.

Yemek yemiş, kulüb taraçasında oturuyorduk. Zaten orada kalıyorduk da. Bir yere telefon etmek üzere Necmeddin masadan gitmiş ve bizi -Leylâ ile beni yalnız bırakmıştı. Leylâ dedi ki:

–Gündüz o küçük rum kızını hiddetle kovduruşuma hayret ettiniz. Hatta benden biraz da nefret ettiniz değil mi?

Nezaketen:

–Estağfurullah, dedim.

–Yok, eminim ki nefret ettiniz. Fakat o küçük kız bende öyle acı hatıralar uyandırdı ki! Bakışı bana öyle şeyler hatırlattı, hatta birden öyle bir korku verdi ki! Hâlâ, duyduğum o heyecanın tesiri altındayım. Size anlatmak ihtiyacını duyuyorum. Siz fark etmediniz. Küçük kızın gözlerinde hayranlık ve takdir değil, kin, hased vardı. Bu kini, bu hasedi ben de vaktile onun gibi bir başkasına karşı duymuştum. Siz tabiî fark edemezsiniz amma ben öyle güzel anladım ki! Bir zaman ben de tıpkı onun gibi sokaklarda şunu bunu satan ve sürüden koğulan bir küçük kızdım. Evet, benim bir paşa kızı olduğum, yüksek bir aileye mensubiyetim, bütün bunlar hep birer hikâyedir. Bilâkis çok fakir bir ailenin kızıydım. Bütün çocukluğum feci bir sefalet içinde geçti. Altı-yedi yaşımdan itibaren sokaklarda böyle şunu bunu satmakla yiyeceğim ekmeği kazanmağa başladım. İnsanın zekâsı kaldırımlarda çok çabuk inkişaf ediyor. Bir iki sene geçti geçmedi, büyüyünce çok güzel olacağımı ve güzelliğim sayesinde hayatı mağlûb edeceğimi anlamakta gecikmedim. Tasavvur edemezsiniz, ayların ve senelerin geçmesini nasıl bir hırs içinde bekliyordum. Ve bir gün, tıpkı bu gün küçük kızın başına geldiği gibi ben de bir masa başında kendimden geçtim. Bu masaya çiçek satmak için yaklaşmıştım. Bu masada da birçok erkekler, zengin erkekler, ve ipeklere, elmaslara gark olmuş bir genç kadın vardı. Tıpkı benim vaziyetimde olan bir kadın. Ben kendimden geçecek kadar ona baktım. Kinle, garazla baktım. Ve: “Ben senden daha güzel olacağım. Senin taktığın elmasların daha irilerini takacağım. Etrafımda daha fazla erkek dolaşacak, derdimden yana yana, öle öle dolaşacak!” diye yemin ederek baktım. O kadın ne beni fark etti, ne de bu düşündüklerimi hissetti. Ve aradan seneler geçtikten sonra da, yaşlı ve fakir bir mahlûk halinde gelip benden yardım istedi. Şimdi bir hastanededir. Bir türlü iyi olamıyor!

Elindeki sigarayı birden söndürerek yere attı ve ayağa kalkarak, sanki birden üşümüş gibi, çıplak omuzlarını ince tülile örttü.

–Bu gün bu küçük kızın, ayni temennilerde bulunduğunu hissettim. Bana da adetâ ayni istikbali gösteriyor sandım. “Ben senden güzel olacağım. Yarın senin çağın geçince sen de bana gelecek, bana yalvaracaksın” dediğini adetâ kulaklarımla duydum. Ne tehlikelerle dolu bir hayatımız var. Ne yapsak mazuruz.

Genç kadın ayakta, hep tülle omuzlarını kapıyor, bu sıcak yaz gecesinde adetâ üşüyordu.
–Necmi gelince, uyku bastırdığı için benim odama çekildiğimi lûtfen söyleyiniz, dedi. O eski paşa kızı tavrını yeniden almıştı. Nazikâne el vererek uzaklaştı.

***

... Vakıâ henüz Leylâ’da senelerin hiçbir tahribi görülmüyordu. Bu hayata daha senelerce devam edebilirdi. Hesabını pek iyi bildiği için de, şimdiden epey parası var dendiğine göre o vakte kadar zengin olacağı muhakkaktı. Yani korkusunda bir bakıma hiç mâna yoktu. Amma bu çeşid kadınların âkıbetleri belli olmuyor ki! Zavallılar günün birinde birine tutuluveriyorlar, ellerindekini avuçlarındakini yediriyorlar...

Cumhuriyet, 12.08.1938

 

 

ESKİ YAZILAR İÇİNDE GEÇMİŞ BİR
GÜN SONUNDA

Geceden hissettiğim kırıklık, bugün beni evden çıkmamağa sevketti, ve akşama kadar, nefsime bahşettiğim bu tatil gününü gazete sütunlarında çıkmış yazılardan vücude getirilmiş defterlerle çok eskiden, matbuat hayatına girmeden evvel yazılmış, yazılışlarındanberi yirmi, yirmi beş yıl geçmiş müsveddeler arasında geçirdim. Elimin çoğuna senelerdenberi uzanmamış olduğu defterlerin ve sayfaların bana verdikleri en kuvvetli, hattâ hemen hemen yegâne his, hüzün oldu. Üç büyük penceresi bana Boğazı seyrettiren odamda hırçınca bir sonbahar denizinin mütemadi gürültüsünü dinliyerek, bilhassa henüz neşredilmemiş bir takım yazılara bir nizam vermeğe çalıştım. Bunları ben neşredemeden ölürsem, kayıtsız eller bu değersiz mirasla ancak bir sobanın ateşini bir saat için mi besliyecekler? Fakat bunu düşünüp mahzun olurken, yarının bu neşredilmemiş yazılarla neşredilip gazete ve mecmua sütunlarında kalmışlar, hattâ kitap şeklini almışlar arasında tesis edeceği korkunç müsavatı hatırladım. Teker teker, takım takım ciltler değil, sonunda [][2] bile unutulmuyor mu, unutulmadı mı? Çünkü zaman isimleri mütemadi bir tasfiyeye tabi tutuyor. Şöhretlerin büyük ekseriyeti içinse bu sıfat ve imtiyazın ömrü nihayet bir asırdır.

Kaldı ki, sağlığımızda ve daha elimizden kalem düşmemişken, bir iki yazımızı okumuş, yahut sade yazı yazdığımız kendilerine söylenmiş kimseler arasında adımızı bile doğru bilemiyenlere rastlayıp duruyoruz. Baremin memnun edememiş olsa bile hayli lûtfuna mazhar ettiği bir zat, iki üç kere bana “Agâh Sırrı Bey!” diye iltifat etmişti; son günlerde göçen bir zatın nazarında, tam on beş yıl, Büyükada şairi Tahsin Nahid merhum oldum, ve onun çoktan öldüğünü kendisine kaç kere beyhude ihtar ettim. Bu hallerin hemen hepsini hemen hepimiz pek güzel bildiğimiz halde yine bin emel ve ümitle, bir kara tahtaya tebeşirle yazı yazar gibi, sayfalar karalayışımız artık sadece garip, gülünç bir inat değil midir?..

Denizin hırçın sesinden başka hiç bir sesin saatlerce kulağıma gelmediği ve kapı zilinin çalmadığı ahşap eski yalıda, yalnız geçirilmiş bir günün nihayetinde, işte ben bunları düşündüm. Ayni şekilde geçecek bir ikinci gün sonunda ise, sobam doldurulmuş kâğıtlardan fazla kızaracak diye korkuyorum. Ancak böyle bir şey yaparsam, sonra buna çok acınacağımdan da şüphem yok.

Karaladığımız her sahifeye karşı kendimizin bile fark etmediğimiz bir zaaf muhafaza etmiyor, hâli hor görsek de istikbal namına ona bağlanmıyor ona sarılmıyor muyuz?.. Mai ve Siyah’ın her yaştaki Ahmed Cemilleri, belki hiç bir değeri olmayan şiirlere baktıkları için muhakkak ki bütün ömürlerince matem tutarlar.

Tanin, 29 Kasım 1945

 
[1] Burada yer verdiğimiz “Korku” hikâyesi ve okumakta olduğunuz yazının biraz daha kısa bir versiyonu ilk olarak, Ankara’da Bilal Kolbüken’in çıkardığı Kuzgun dergisinde, Mart 2015’de yayınlanmıştır.
[2] Gazetede silik çıkmış, “isimler” veya “şahıslar” olabilir-T.B.
Ana görselde, Nahid Sırrı Örik'in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan, yönetmenliğini Zeki Demirkubuz'un yönettiği Kıskanmak (2009) filminden bir kare kullanılmıştır.