Naveen Kishore / Seagull: Hindistan’da kalarak küresel yayıncı olmak…

"Hepimiz dört-beş dili rahat konuşuruz, günlük hayatımızda bunu fark etmeyiz bile. Mesela ben kendiliğimden Hintçe, Pencapça ve İngilizceyi bilerek büyüdüm. Dillerin bu akıcılığı, akışkanlığı zaten mevcuttu, anlatabiliyor muyum? Dolayısıyla çeviri bizim için ikinci bir deri gibiydi; çeviri sadece profesyonel bir iş değildi bizim için."

20 Eylül 2021 15:30

Merhaba, 2021 Kıraathane İstanbul Kitap şenliğinde sanal ortamda buluşmaktan mutluluk duyduğumuz yayınevlerinden biri de Seagull. Seagull’ın kurucusu Naveen Kishore ile birlikteyiz. Naveen merhaba, hoş geldin.

Merhaba, Thomas. İşte yeni gerçekliğimiz. [Zoom’u kastederek]

Kesinlikle öyle. Bize katılabildiğiniz için çok mutluyum. Bana biraz Seagull’dan bahsedebilir misiniz, en başından, yayınevi nasıl kuruldu?

Vay... Umarım dinleyicilerinizin buna ayıracak üç haftası vardır. Çok özetle, ta 1982’de yola çıktık, yani önümüzdeki yıl 40’ımızı dolduruyoruz. Kalküta’da bir tiyatro, sinema ve güzel sanatlar yayıncısı olarak başladık, çünkü ben tiyatro kökenliyim. Tiyatro ışığı tasarımıyla hayatımı kazanıyordum. Bizim ülkemizde hobileriyle ilgili kendini geliştirmek için insanın pek imkânı olmaz, doğrudan hayata atılırsın. Ailemi geçindirmem gerekiyordu, dolayısıyla doğru şeyi yaptığımı hissediyordum.

Becerilerim var deniyordu, insanlar yaptığım işin karşılığını vermeye istekliydi, böyle başladı. Bu ’72’deydi, on iki yıl sonra, ’82 gibi bu tiyatro alanındaki faaliyeti, veya sinema alanındaki faaliyeti belgelemek istedik... Büyük yayıncılar bu işin hakkını vermiyor gibi geliyordu bize, neticede onların da beslemesi gereken çok kişi vardı. Bunun çaresi, sanata odaklanan küçük, niş bir yayıncıydı belki de. Ve böylece Seagull Books’u kurduk. Seagull (Martı) ismi ise benim etkinlik yönetimi, tasarım ve tiyatro faaliyetlerimi gerçekleştirdiğim Seagull Empire’dan geliyor; o bambaşka bir hikâye, ona girmeyelim.

Böylece Seagull Books dünyaya geldi ve ömrünün ilk yıllarında farklı Hindistan dillerinden İngilizceye çeviri alanında uzmanlaştık, çünkü İngilizce, Hindistan’ın bağlantı dilidir. Hindistan’da o kadar çok dil var ki, elbette her birimiz öbürünün dilini konuşamıyoruz. Dolayısıyla fikir, örneğin bu yayınladığımız İngilizce oyun çevirilerini hemen koşup sahneye koymak değil, okuyup, aslından kendi diline çevirmek isteyip istemediğine karar vermekti. Böyle başladık.

Videodan önceki dönemdi, dolayısıyla senaryolar, post-prodüksiyon senaryolar ve film senaryolarıyla başladık. Hindistan sinemasının en şaşaalı dönemlerinden biriydi, Satyajit Ray, Shyam Benegal, Mrinal Sen, onların zamanı.

İşte böyle başladı, yavaş yavaş ilerledi ve bağımsız yayıncılar bilir bunu, zarar etmeyen bir düzeye gelmemiz on dört yıl sürdü. 2005 yılında ise tekrar zarara girdik çünkü Seagull London Books Limited diye bir şey kurmaya karar verdim; ona geleceğiz.

Evet, siz kitap listenizi “dünya için bir liste” olarak tanımlıyorsunuz. Bizim görüştüğümüz bütün bu farklı yayıncıları siz nasıl görüyorsunuz? Yerelliğin bu yayınevlerinin çalışmalarını nasıl belirlediğini ve dünyanın geneliyle ilişkilerini merak ediyoruz. Biraz bu konuya eğilmeniz harika olur.

Tabii… Öncelikle şunu söyleyeyim, bulunduğunuz yerin, coğrafi konumunuzun siyasi bir boyutu vardır, değil mi? Bizim de, tamamen elimizi kolumuzu bağlamasa da taşımak zorunda olduğumuz bir yük vardı.

İngilizce konuşan Batı, yani ABD ve Birleşik Krallık, Hindistan’a geleneksel olarak şöyle davranır: “Sadece kendi bölgenizde satmak üzere bir şey alabilirsiniz.” Dolayısıyla ben ABD’li bir yayıncıdan bir kitabın haklarını satın aldığımda yayınladığım kitabı sadece ya Hindistan’da ya da bölgede, yani Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Nepal’de satabiliyordum. Ve 2005 yılına geldiğimizde, biz bütün bu harika kitapları, dünya standartlarında bir kalitede yayınladığımızdan, daha fazlasını yapma ihtiyacı hissettik... Şunu da unutmamak lazım, ’70’lerde, ’80’lerde, ’90’larda Hindistan’da üretilen kitapların kalitesine şüpheyle bakılırdı. Bu bizim için geçerli değildi; içerik, tasarım ve nitelik olarak her şeyimiz yerli yerindeydi. Bu yüzden şöyle düşündük: “Coğrafi konumumuzu değiştirsek nasıl olur?”

Böylece bağımsız bir şirket olarak, Birleşik Krallık’ta Seagull Books London Limited’i kurduk ve sadece dünya çapında geçerli yayın hakları almaya karar verdik, çünkü artık dünya küreselleşmişti, o zamanlar herkes bana öyle diyordu.

Yani konum aslında fark etmemeli, senin olduğun yerde de olsam burada da olsam, ürettiğim sürece. Önemli olan yazarlarımız için makul düzeyde görünürlük sağlayabilmekti, yani dağıtım yapabilmek. Bu hallolduktan sonra bir liste oluşturmaya başladık. Çeviri bizim güçlü yönümüzdü. Bugünlerde çeviri kitaplar, deyim yerindeyse, “ayın lezzeti” haline geldi; harika çeviri kitaplar, ödüller, çeşit çeşit destek var, ama o zaman öyle değildi. O zamanlar, çeviri kitap dediğimiz tür, soyunun tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Amerikan kitapçılarının raflarında çeviri edebiyat yoktu, bunun istisnası ise harika yayınevleri New Directions, Dalkey Archive ve benzerleriydi. Bazı üniversite yayınevleri de bu konuda özenliydi ama onların koşulları da değişiyordu. Dolayısıyla biz zamanlamanın doğru olduğunu düşündük ve çeviri edebiyata yöneldik. Fransızca, Almanca, İtalyanca, Afrika ve Arap edebiyatı, öyle şeyler.

Naveen Kishore

Yavaş yavaş sayı arttı ve bugün dünya yayın haklarına sahip olduğumuz, neredeyse 500 kitaplık bir listemiz var. Dağıtımımızı University of Chicago Press yapıyor. Yani birdenbire, konumumuz değişince herkes bizimle çalışmak, dağıtımımızı yapmak istedi, oysa bu ilk olduğumuz yerde mümkün değilmiş, değil mi? Dolayısıyla bizim için bu yine yapa yapa öğrendiğimiz bir iş oldu. Uluslararası toplulukla nasıl çalışıldığını öğrendik, onlar da bizi anlamayı öğrendiler. Ben gençken çevirilerini okuduğum yayınevlerine, Gallimard ve Suhrkamp’a gittim, o zamanlar çeviri daha hararetle uğraşılan bir işti. Onlara “sizde şu var, şu da var” deyince şaşırdılar, orada da kuşak değişmişti, daha genç insanlar çalışıyordu artık. Ben kendi okuduklarımdan onların arşivinde ne olduğunu daha iyi biliyordum. Ve Hindistan’da, Kalküta’da bir yayınevi için değil, dünya hakları için geldiğimi anladıklarında ve en iyi çevirmenlerle çalıştığımı, çevirmenlere en iyi ücretleri ödediğimi, çevirmenlerin adını kitaplarda en iyi yere yazdığımı, dağıtımımı Chicago’nun yaptığını öğrendiklerinde bana güvendiler.

Gallimard güvendi, o dönemde Florence Gillet ile birlikte çalıştık, o bana güvendi ve peş peşe 22 kitap çıkardık. Kitaplar her açıdan güzel bir şekilde piyasaya çıkınca, artık işler yoluna girmişti.

Daha önce söylediğiniz bir şey ilgimi çekti, Hindistan bağlamında çevirinin dünya edebiyatını anlamaya, onun üzerine düşünmeye nasıl yardım ettiği, çok sayıda farklı dilin olduğu ve İngilizcenin, sizin dediğiniz gibi, bir bağlantı dili olarak işlediği bir ortamda...

Bir örnek vereyim, örneğin bir ailede büyükanne, Hindistan’ın bölünmesinden önceki dönemde, sınırın öte tarafından, Lahor'dan gelmiş olabilir, anne ve baba da orta yaşlarında mülteci olarak gelmiş olabilirler. Böyle bir örnekte, İngilizceyi çok da kendine güvenerek konuşmayan bir anne olacaktır evde, anadili Pencapçadır. Kayınvalidesiyle Pencapça konuşur ama kayınvalide Hintçe konuşulan bir ortamda yetişmiştir, Hintçe veya Pencapça cevap verebilir. Baba ise üç dili de bilir.

Mesela ben kendiliğimden Hintçe, Pencapça ve İngilizceyi bilerek büyüdüm. Ve biz Hindistan’da bunu ‘akıcı’ kelimesi çeşitli sebeplerle popüler olmadan önce yapıyorduk. Dillerin bu akıcılığı, akışkanlığı zaten mevcuttu, anlatabiliyor muyum? Ve bu sezgisel bir süreçti, öyle büyüdük.

Hangi dilleri konuştuğunuz nerede yaşadığınıza ve iş bulmak için olsun, eğitim görmek için olsun, ülke içerisinde ne kadar göç ettiğinize bağlıydı. Bulunduğunuz eyaletin dilini öğreniveriyordunuz.

Hepimiz dört-beş dili rahat konuşuruz, günlük hayatımızda bunu fark etmeyiz bile. Bunu Avrupa’ya uyarlayacak olursak, dört-beş dil bildiğimizi düşün, İngilizceden Fransızcaya sıçrayan bir sohbet, arada İtalyanca bir şaka… Tam olarak böyleydi, sezgisel bir şeydi. Çok sonra, eğitimle, okuyarak, dillerin nüanslarını keşfetmeye başlarsınız, edebiyat aracılığıyla.

Dolayısıyla çeviri bizim için ikinci bir deri gibiydi; çeviriye çalışırdık, sadece profesyonel bir iş değildi bizim için. Tiyatronun performans tarafından gelen insanlar olarak, farklı insanların farklı dillerde müthiş tiyatro yapıtlarını keşfetmelerini istediğimizden, doğal olanı yaptık ve sonra bunu dünya boyutuna taşıdık, Almanya’da küçük bir kasabanın durumu, Hindistan’daki küçük bir köyünki kadar insanidir çünkü.

İnsanlar bana soruyor, bizi birbirimize bağlayan nedir diye: İnsanlık durumu bizi birbirimize bağlıyor, çok geniş bir kavram. Bam telini titreten bir şey, değil mi?

Harika, büyüyen bir koleksiyonumuz var. Arapçadan çeviri kitap listemiz, örneğin. Arapçadan İngilizceye taşan muazzam güzellikte örnekler.

Pratik bir soru: Yılda kaç kitap yayımlıyorsunuz ve bunların türlerine göre dağılımı nasıl?

Şu kadar dilde şu kadar kitap çıkarmak zorundayız diye katı bir kuralımız yok. Devam eden bir süreç var. Çeviriler yapılıyor, İngilizce kitaplar yazılıyor, hazır olduklarında ve anlaşmalarımız çerçevesinde iki yayın sezonumuz şekilleniyor. Bu sezonlar ise dağıtımcınıza bağlı, bizde bu güz ve ilkbahar. Eserin elimize geçmesinden çevirinin tamamlanmasına geçen bir yıllık tipik bir üretim süresi var. Dolayısıyla son yıllarda, son yedi-sekiz yıldır tahminim ortalama yılda 40-45 kitap, bazen 50 kitap yayımlıyoruz. Sonra pandemi oldu ve içerik açısından imkânlarımız varmış gibi görünse de başka sebepler yüzünden, pratik sebepler yüzünden tıkandık. Matbaalar çalışmadı, kâğıt sıkıntısı baş gösterdi, nakliyeciler nakledemez oldu. Böylece kitap üretmenin yeni yollarını keşfettik. Oradaki depoya gönderilecek kitapları Amerika’da basmaya, bazılarını Avustralya’da basmaya başladık, pandeminin gümrüklerde yarattığı belirsizliğin üstesinden gelebilmek için. Bir yerde bir limanda dört hafta bekleyen kitaplarımız oldu. Yani aynı işi yapmanın farklı yollarını öğreniyoruz. Öncekinden çok daha yoğun bir şekilde çevrimiçi çalışmayı öğrenmiş olmamız gibi, nasıl diğer herkes öğrendiyse. Ama genelde önemli olan çalışmaya devam etmek çünkü ve bu benim fikrim, bu zincir henüz tamir olmayacak ama buna, iflaslara ve her şeye rağmen başarı hikâyeleri de var, bazı kitaplar başarılı oluyor ve bu mutluluk verici.

Her kitabın kâr etmesi gerektiğini düşünenlerden değilseniz ve iki ya da üç kitaptan elde edeceğiniz kârla diğer yedi-sekiz, hatta on, bazen duruma göre yirmi kitabı finanse etmekten memnunsanız –bakın, bu ne yeni ne de özgün bir durum, dünyanın neresinde olursa olsun tüm bağımsız yayınevleri için geçerli bu–, ayakta kalırsınız. Sürdürülebilirlik bence içerikle ilgili bir mesele. Para arkadan gelir, evet önemlidir, ama içerik iyiyse kitap yerini bulur.

Pandemi sonrası içinde bulunduğumuz bu yeni tür küreselleşmede şunu ilginç buluyorum, demek istediğim, Hindistan son derece canlı bir festival kültürüyle ve kitap üzerine tartışmalarla biliniyor, bunun içinden insanı, yayıncılığın içinden insanlar arası teması almanın tuhaf bir tarafı var. İnsan bu durumun farklı bir empati, hatta bir tür şefkat doğurmasını umuyor. Biz kendi topluluğumuz içerisinde harika bir dayanışmanın iki tarafında da yer aldık. Birisi elini uzatır, insanlar bir şeyler paylaşır, kaynaklarını paylaşır. Mesele ne kadar çok şeye sahip olduğunuz değil, ne kadar az şeyiniz olsa da onunla idare edebilmek, açık olmak, konuksever olmak. Bunu yapmak lazım. Bir mail listesi kadar basit bir şey olabilir bu. Bir kitap çıkarıyorsunuzdur karanlık bir dönemin ortasında, her yer kapalıdır, birisi size ulaşır ve der ki, bunu ben de kendi listeme ulaştırayım; bu kadar basit bir şey olabilir.

Bize önümüzdeki dönemde yayınlanacaklar arasından sizi özellikle heyecanlandıran bir iki kitaptan bahsedebilir misiniz? Gerçi en sevdiğin çocuğu seçmek kadar zor olduğunu biliyorum!

Çok kısaca, biraz önce bahsettiğim coğrafya meselesiyle ve statükoyu bozguna uğratmakla ilgili, eğer vaktiniz varsa, iki kitap var. Birinin adı Shades of Black [Siyahın Tonları], diğerinin adı Blind Spot [Kör Nokta]. İkisi de “Quilombola” adını verdiğimiz bir seriden yayımlandı. Bu kelimeyi Google’layın, bir hikâyesi var.

Editörlüğü harika Kamerunlu-Fransız yazarlarımızdan Léonora Miano tarafından yapılan bir seri. İşin ilginç tarafı, bu aslında Fransa çıkışlı olması gereken bir seri, çünkü metinlerin %90’ı Fransızca yazılmış ama bir dizi tesadüf sonucu bu yapıtlar bizim kucağımıza düşüverdi, haklarını satın aldık ve biz şimdi Fransızlara geri satıyoruz, ve Almanlara, İtalyanlara. Bunun da yine kendine göre zorlukları var, çünkü biz Fransız bir yayıncı değiliz, onların iyi tanıdığı bir yazarın son derece siyasi bir içeriği olan kitabını yayınlıyoruz.

Bu iki kitap da yeni çıktı ve ikisi de harika. Shades of Black [Siyahın Tonları] tesadüfen Black Lives Matter [Siyah Yaşamlar Önemlidir] hareketinin tam göbeğine denk geldi. İçinde Kamala Harris ve Barack Obama da var ve yazar bütün bu seçim sürecini takip edebilsin diye yayımlanma tarihini ertelemek zorunda kaldık.

Blind Spot [Kör Nokta] ise toplumlardaki hiyerarşilerden bahsediyor ki, bu bana Hindistan’daki kast sisteminden ötürü tanıdık gelen bir şey ama Afro-Amerikalılardan Etiyopyalılara, veya yarı Fransız yarı Kamerunlulara, bunun siyah topluluklar içerisinde şekillenişini görmek ilginç. Bu iki kitap da son derece heyecan verici, ikisi de kurgu olmayan kategoride.

Çeşitli etkinlikler planlıyoruz, artık çevrimiçi yapıyoruz, bu da tuhaf bir şekilde ilginç oluyor. Chicago’da Seminary Co-op kitabevinde bir etkinlik yapıp sonra City Lights’a, oradan da Seattle’da Elliott Bay Book Company’e geçmek mümkün. Eskiden finansal anlamda hayal edilemeyecek şeyler. Her şeyin bir iyi tarafı da çıkıyor.

çeviren: NÂZIM HİKMET RİCHARD DİKBAŞ

 

 

Kıraathane İstanbul 2021 Kitap Şenliği'nin dijital katılımcılarından biri olan Seagull yayınevinin yöneticisi Naveen Kishore ile yapılan söyleşiyi Kıraathane İstanbul'un Youtube kanalında da izleyebilirsiniz.