Zilberman Gallery, geçtiğimiz günlerde izleyicilerle buluşan yeni grup sergisi Uçuruma Yerleşmek’te temsil, kimlik, keder, adalet ve psikolojik iklim kavramları etrafında iş üreten sanatçıları bir araya getiriyor ve sanatseverleri bu kavramlar üzerine yeniden düşünmeye davet ediyor. Isaac Chong Wai, Sandra del Pilar, Memed Erdener, Erkan Özgen, Yaşam Şaşmazer, Neriman Polat, Cengiz Tekin ve İsmail Yılmaz’ın eserlerinden meydana gelen sergi, kötülüğün kökenini araştırırken bu süreç içerisinde insanoğlunun ne tür eğilimler gösterdiğini de mercek altına alıyor.
1 Temmuz 2022 tarihine kadar Zilberman Gallery’nin Mısır Apartmanı’ndaki mekânında görülebilecek Uçuruma Yerleşmek başlıklı grup sergisi üzerine serginin küratörü Naz Kocadere ile konuştuk...
Naz Kocadere
Küratörlüğünü üstlendiğiniz Uçuruma Yerleşmek başlıklı grup sergisi 13 Mayıs Cuma günü Zilberman Gallery İstanbul’da açıldı. Sergi, öncelikle ismi ve isminin arka planında hissettirdiği gerilimle dikkat çekiyor. Uçuruma yerleşmek başlığı seçiminde neye işaret ediyorsunuz?
Bu merak uyandırıcı başlık sevgili Memed Erdener’in önerisiyle yerini buldu, kendisine teşekkürlerimle başlayayım.
Sergide yer alacak yapıtların seçim sürecine başlarken bir süredir insanın şiddete ve karanlığa meyli üzerine düşünüp okumalarımı bu yönde biriktiriyordum. Judith Butler’ın Şiddetsizliğin Gücü kitabı, şiddet, toplumsal cinsiyet ve psikanaliz üzerine çalışan Jacqueline Rose’un araştırma pratiği ve Carl Jung’un gölge arketipi kuramı özellikle odağımdaydı. Bir diğer yandan müzikte benzer konuları işleyen müzisyenleri taradım: Nick Cave, Leonard Cohen ve özellikle Rolling Stones’un “Sympathy for the Devil” parçası şeytan işi olarak görülebilecek tarihî olayları şeytanın ağzından anlatışıyla serginin anlatısında yolu açtı diyebilirim.
Bunları Memed ile paylaştığımda bana, Friedrich Nietzsche’nin İyinin ve Kötünün Ötesinde (1886) eserinden “Canavarlarla savaşan kişi, bu süreçte canavara dönüşmemeye dikkat etmelidir. Ve bir uçuruma uzun süre bakarsan, uçurum da sana geri bakar” sözlerini paylaşmıştı.
Uçurumu, uçsuz bucaksız sonsuz karanlık anlamında gibi düşünebiliriz. Bireyin ruhunun görünmeyen koyu yanları ve gölgeleri. Uçurumu seçmek, bu karanlığı tercih etmek aslında. Yerleşmek de bu karanlığı mesken bellemek anlamında görülebilir. Başlıkta kullanılan uçuruma yerleşme hali bu durumu salt ifade ediyor: Tarafsız ve yargılamayan bir dil söz konusu. Zira bence sergideki yapıtların da yaptığı tam olarak bu: İma etmek. Bazıları usulca ve kırılgan, bazıları dürterek ve daha sert bir dilde…
Serginin kürasyonunda benim dikkatimi çeken meselelerden ilki işlerin yerleştirilme planı ve bu sırada mekâna yöneltilen toplu bakışta hissettirdiği estetik zevk oldu. Yaşam Şaşmazer’in heykelinden Neriman Polat’ın mekâna özgü yerleştirmesine, Isaac Chong Wai’nin amorf cam heykellerinden Cengiz Tekin’in video ve fotoğraflarına kadar söz konusu bütün işler gerek renk geçişleri gerekse parçaların bir araya gelerek ortaya çıkardığı anlamlı bütün ile arka planda uzun soluklu bir çalışma programının yer aldığını gösteriyor. Sergi kurulumu ve kürasyon süreci nasıl gelişti? İşlerin yerleşimi ve ortaya çıkardıkları bütünlük üzerine ne söylersiniz?
Öncelikle sergiyi izlerken zevk almana çok sevindim, herkesin emeğinin görülmesi çok değerli, teşekkür ederim.
Yaşam Şaşmazer, Uyku, 2013. Ahşap, fiberglass ve siyah kum, 37 x 58 x 128 cm
Neriman Polat, Çiçek Yarası, 2019. Mekâna özgü yerleştirme; müdahale görmüş pazen kumaş. Değişken boyutlarda
Serginin yerleşiminde ışık kullanımına bağlı olarak bazı yapıtlara ihtiyaç duydukları alanı vermek önemliydi. Öte yandan birbiriyle en yakın diyalog içinde olan eserleri eşleştirdim. Yaşam’ın heykeliyle Neriman’ın yerleştirmesi buna iyi bir örnek mesela. Aslında ilk bakışta karanlık bir örümcek gölgesiyle yumuşak pembe tonlardaki bir perde birbirine çok zıt duruyor; ancak aslında ikisinde de yaklaştıkça gizini açığa vuran mesajlar var. Yaşam’ın Uyku heykelinde ürkütücü bir örümceğin gölgesinde arkası dönük yatan figüre yaklaşınca yüzünde huzurla uyuyan bir kadınla karşılaşıyorsunuz. Kendi karanlığıyla barışmış bir kadın belki… Neriman’ın Çiçek Yarası yerleştirmesinde de uzaktan göze yumuşak görünen, gerçekliği örtmüş bir perde izlediğinizi düşünüyorsunuz. Birkaç adım atıp detaylara baktığınızda çiçekleri yolunmuş ve hırpalanmış, sanıldığından daha sert bir hikâyenin ipuçlarına rastlıyorsunuz. Birbirine feminist bir okuma üzerinden bağlı olan bu iki iş, seyircinin bakışına göre daha farklı açılardan da değerlendirilebilir elbette.
Cengiz ve Isaac’in eserlerine değinmişken birkaç not ekleyebilirim. Cengiz sergideki işlerinde Batılı sanat tarihi okumalarına eleştirel bir tavırla göz kırpar ve bu geleneğe bağlı kalan kurgu-fotoğraf üretimlerinde gerçekçi bir sahne sunar. Bir diğer uçta kavramsal cam heykellerini izlediğimiz Isaac’in aynalı yüzeylerde gösterdiği heykelciklerin kurşun izlerinin delikleri olduğu gerçekliğiyle sarsılmak mümkün. Her iki sanatçı da yapıtında şiddete kayıtsız kalma meselesini işliyor. Eserlerdeki alışılmadık materyal ve kompozisyon kullanımının biraradalığı izleyicinin tecrübesine yeni katmanlar ekliyor bence.
Milliyetçilik tartışmaları şu sıralarda bütün dünyada yeniden gündeme gelen özel bir başlık. Erkan Özgen’in sergide yer alan video yapıtına eşlik eden fotoğraf yerleştirmesi, bu tartışmalara çarpıcı bir noktadan yaklaşan, bir dönemin şiddet materyallerinin bugün için nasıl turistik bir değer taşıdığını, insanların bu objelerle nasıl bir eğlence anlayışı üretebildiklerine odaklanan bir iş. “Zamanın Belleği”ndeki çarpıcılık da biraz buradan geliyor sanırım. Söz konusu milliyetçilik, şiddet ve toplumsal tarih yazımı tartışmalarının ortasında Erkan Özgen’in işi bize neler söyler?
Elbette, haklısın. Erkan’ın bu yapıtı ülkemizde her zaman gündemde olan milliyetçilik, şiddet ve toplumsal tarih yazımı tartışmalarının ortasında şüphesiz zamansız sayılabilecek bir noktada. Zira bu video yerleştirmesi dayatılmış toplumsal yazımının ne kadar işlevsiz durduğuna, bireydeki eğreti varlığına işaret ediyor.
Erkan Özgen, Zamanın Hafızası, 2018. Tek kanallı video, 12’22’’
Bu yapıt vesilesiyle yaptığım okumalarda dikkatimi, videonun çekildiği UNESCO kültürel mirası koruması altındaki Fin takımadalarından Suomenlinna Kalesi’nin tarihi çekti. 18. yüzyılın ikinci yarısında İsveç Krallığı tarafından yapılan bu kale yıllar boyunca üç farklı egemen devleti savunmaya hizmet etmiş: İsveç Krallığı, Rus İmparatorluğu ve yakın dönemde de Finlandiya Cumhuriyeti. 1917 yılında Finlandiya bağımsızlığını ilan ettikten sonra ada yalnızca bir liman olarak kullanılmış ve 2. Dünya Savaşı’nın ardından, 1973’ten itibaren sivil amaçlarla kullanılıyor. Bence birçoğumuza, bugün sürmekte olan ve yaralarını halen sarmaya çabaladığımız savaşları düşününce, bu denli yüklü bir egemenlik simgesini korumak, şiddete hazır bir müdafaa hakkını savunmak gibi geliyor.
Memed Erdener, Azgın Azınlık Dokuzlusu, 2021, 9 adet kontrplak üzerine akrilik. 70 x 50 cm (her biri)
Memed Erdener, Azgın Azınlık Dokuzlusu başlıklı eserinde toplumun/kitlenin bir parçası olmayı reddeden insanlara, bir diğer ifadeyle şiddetin karşısında yer alan azınlığa seslenir. Dildeki negatif sözler, söz öbeği ve deyimlerden hareket eden ve yazı ile resmi birleştiren bu tablo/pano/kaligrafiler dilin kendi içerisinde ne denli ayrıştırıcı ifadeler barındırabileceğini de görünür kılar. Memed’in Azgın Azınlık Dokuzlusu şiddetin dille kurduğu ilişkiye dair ne anlatır?
Memed’in Azgın Azınlık Dokuzlusu, iktidarın, kitlenin bir parçası olmayı reddeden, siyasetin, medyanın ve tapınağın sesine güvenmeyen, tekil kalmayı başaran özgür insanlara yakıştırdığı kelimelerden oluşur. Memed şiddetin diliyle bir ilişki kurmayı reddediyor diye düşünüyorum. Aksine, o dile meydan okuyarak daha yapıcı ve oyuncu yeni bir dil kurma çabasında. Özellikle yakın zamanda odaklandığı bu dokuzlu resim serilerinde Memed bastırılan, susturulan ve yalnız bırakılan seslerin dile döküldüğü alanları ve duyuları çoğaltma ve çeşitlendirme derdinde. Bu vesileyle, kendisinin nicedir sürdürüp müfredatını incelikle tasarladığı Güzeli Arayan Ders’lerine göz atmanızı ısrarla tavsiye etmek isterim.
Isaac Chong Wai’nin Missing Space isimli hassas amorf cam heykelleri sergi alanının tam ortasında dikili duran, hassaslığına karşın içerisinde büyük bir şiddet ediminden geriye kalan parçaları barındıran özel bir eser. Berlin’deki duvarlardan çıkan kurşun deliklerinin kalıbı alınarak üretilen bu heykeller cam gibi kırılgan bir maddeden gerilimi yüksek bir iş çıkarır. Bu noktada Isaac, şiddetin karanlık yüzü ile camın aydınlık/ferah/ışıltılı yüzünü nasıl bir gerilim ve düşünce etrafında birleştirir?
Isaac’in yapıtı otoriter devlet politikaları sonucunda hafızada tutunamayan şiddet izlerini konu ediniyor. Bence bu yapıtın değindiği bir diğer mesele, kişisel olanın politik olduğuna olan bakış. Yerleştirmedeki ayna kullanımının buna işaret ettiğini düşünüyorum. Kendiyle yüzleşmenin kişiyi sarsan bir etkisi olabilir, zira birey benliğinin aydınlanmamış yüzleriyle barışık değilse veya görünürde olanı görmezden geliyorsa, bu bir gerilimi yüzeye çıkarabilir.
Sandra de Pilar’ın Who am I and How Much? (2019) isimli resmi çok katmanlı, izleyiciyi ayrıntılarla sürekli zorlayan bir eser. Kapitalizm çağında bu resmin merkezine aldığı soru(n)lar ve arayışlar da bu anlamda çok kıymetli. Bu noktadan hareketle Who am I and How Much? içinde barındırdığı onca detayla çağa ve sanatçısının çağa yaklaşımına dair neler söyler?
Sandra del Pilar,Who am I and how much?, 2019. Tuval üzerine akrilik, yağlı boya ve transparan sentetik elyaf. 195 x 305 cm
Öncelikle Sandra’nın eserinin Isaac’in yerleştirmesiyle olan ilginç temasına kısaca değinmek isterim. Sandra’nın çok katmanlı yapıtını tümüyle kavramak için gerekli olan hareketi, Isaac’in kırılgan heykellerinin koordinatlı yerleşimi biraz sekteye uğratıyor. Bu temkinli gözlem zorunluluğu, seyircinin her iki yapıtı deneyimlerken yaşadığı gerilimi artırıyor diye düşünüyorum. Sanki yolda karşılaşınca birbirine ısrarla yol verip ilerleyemeyen iki insan gibi.
Sandra’nın resmindeki detayların, seyircinin görmek ve bakmak arasındaki derinlik farkına işaret ettiğini düşünüyorum.
Cengiz Tekin’in Panorama (2007), Natürmort (2007) ve İsimsiz (Duman) (2010) isimli kurgu fotoğrafları, doğayla insanı birleştiren, politikleşmiş coğrafya romantizmi konusunu yeniden tartışmaya açan işler. Tekin’in Diyarbakır yılları boyunca gündemde olan faili meçhul cinayetler, milliyetçi politikaların ortaya çıkardığı sıkıntılı süreç ve çatışmalar, kayıp, yas ve acı bu fotoğrafların da odak noktaları durumunda. Peki, Cengiz Tekin’in sergide yer alan bu üç kurgu fotoğrafı, şiddetin coğrafyayla olan ilişkisi ve milliyetçilik tartışmalarının ortaya çıkardığı yıkımı nasıl vurgular?
Cengiz Tekin, Natürmort, 2007. Arşivsel pigment baskı, 90 x 130 cm
Cengiz’in kurgu-fotoğraflarının üçü de 19. yüzyıl Alman romantiklerinin resimlerine referans veriyor. Hepsi de Batılı medyadaki romantik bakışla tasvir edilen, Diyarbakır’ın yer aldığı Mezopotamya ovalarının bereketli toprakları olduğu algısı ve/veya yanılgısını açık eder. Buğday tarlalarına gökten inmiş gibi uzanmış cansız bedenler, talan edilmiş tarım arazileri, faili meçhul cinayetler, nereden geldiği belli olmayan dumanlar, bunları umarsızca izleyenler aslında bu coğrafyada bir şeylerin çok ters gittiğinin ipuçlarını sunar.
İsmail Yılmaz Eve Dönüş başlıklı kurgu fotoğraf serisinde bireyin kendi iç dünyasına yaptığı yolculuk ve bu sırada karşılaştığı güçlüklerden, kendi içindeki sıkıntılardan hareket eder. İnsanın doğa ve mekânla bütünleştiği bu fotoğraflarda sanatçının insan ve doğa arasında doğrudan kurduğu temasla da dikkat çeker. Son olarak, Yılmaz’ın fotoğraf serisi kişinin içinde barındırdığı karanlık ve aydınlığa dair nasıl bir perspektif sunar?
İsmail Yılmaz, Eve Dönüş serisinden, 2019. Arşivsel pigment baskı, 60 x 90 cm
İsmail’in fotoğraflarıyla yaklaşık bir sene önce, Haziran 2021’de, sanatçı Taner Ceylan’ın küratörlüğünde Zülfaris Sinagogu’nda düzenlenen
Peyzaj sergisinde karşılaşmıştık. Issız, zamansız ve belki kasvetli doğa imgesine yatmış çıplak bir beden kadrajı oldukça çarpıcıydı. İsmail’in kadrajı, sergi seyircisinin bakışını sınırlandırmadan her iki olasılığa da alan açan bir tarafsızlık sunuyor bence. Doğada olduğu gibi insanın içindeki karanlığının varlığını kabul ediyor. Bireyin gölgelere meylini ve merakını fark edip yüzleşmekten yana bir bakışla, benliğimizin ışıksız yüzlerini aydınlatma çabasıyla uçurumlara hazırlıklı olma çağrısı sunuyor gibi belki.