Nâzım Hikmet, çeviri işinden genel olarak hoşlanmamakla ve bu işi ailesinin geçimini temin etmek için yaptığı işlerden biri olarak görmekle beraber, şimdi mutludur. Harb ve Sulh'un ilk edebî çevirisi olduğunu düşünür...
22 Kasım 2018 13:48
[…]
“Çevirir gibi yapraklarını Harp ve Sulh romanını
dolaştı karlı karanlıkta bir genç kızın elleri.[1]
Nâzım Hikmet Tosca’yı çevirdikten[2] iki yıl sonra yeni bir çeviriye başlar: Tolstoy’un büyük eseri Harb ve Sulh. Napoléon’un 1800’lerin başında Rusya seferini; Rusya-Fransa arasında süren savaşın Rus toplumunda yarattığı dönüşümleri anlatan dört ciltlik bir büyük eserdir. Maarif Vekâleti Rus klasiklerini de yayınlamaya karar vermiştir, Harb ve Sulh’u 1942 senesinde programına alır. Çeviri, Nâzım Hikmet ve Zeki Baştımar’a verilir. Harb ve Sulh’un tüm ciltleri ikişer kitap hâlinde basılır I. Cilt 1. kitap 1943, 2. kitap 1944; II. Cilt iki kitap hâlinde 1945 yılında; III. Cilt 1. kitap 1946, 2. kitap 1947 ve IV Cilt 1949 yılında Maarif Vekâleti Dünya Edebiyatından Tercümeler serisinden Zeki Baştımar adıyla yayımlanır.
Nâzım Hikmet, 1942 yılının sonunda bulunduğu Bursa Cezaevi’nden, tercüme işini karısı Piraye ve o sırada Malatya Cezaevi’nde yatmakta olan dostu Kemal Tahir’e, mektupla müjdeler. Kemal Tahir’e yazdığı 30.12.1942 tarihli mektupta “Maarif Vekaleti Zeki Baştımar ile bana Tolstoy’un Harb ve Sulh tercüme etmek işini verdi. Birinci cildi -eser dört cilttir- Nisanda teslim edeceğiz ve birinci cildin sonu 240 sayfa bana ait. 1943 yılının ikinci günü işe başlıyorum. Fakat daktilo ile istedikleri için şimdi taksitle bir yazı makinası peşindeyim” der. Öncesinde yazdığı bazı mektuplarda, Piraye Hanım’a dayısının Maarif Vekâleti’nden kendisine tercüme almak için uğraştığını yazar, tercümeyi muştuladığı mektubunda ise, bu çevirinin alınmasında dayısı Ali Fuat Cebesoy’un çabasından söz eder. Bu haberi Naci Sadullah’tan aldığını ilave eder. Naci Sadullah, mektubunda, bu konudaki formalitelerin tamamlandığını belirtip, Nâzım’a “apartman sahibi olabilmesi” için elini çabuk tutmasını tembihlemektedir. Piraye Hanım’dan, tez elden olmak üzere ve Kemal Sülker vasıtasıyla, Harb ve Sulh’un Rusçasını ve bir de Rusça-Türkçe lügat, olmazsa Rusça-Fransızca lügat temin etmesini ister. Ancak eserin Fransızcası eline geçmeden tercümeye başlamaz. Fransızcasını Zeki Baştımar gönderir. Hemen tercümeye başlar, Maarif Vekâleti çeviriyi daktilo ile istediği için, elden düşme, 1913 modeli bir daktilo da edinir. Kemal Tahir’e daktilo ile yazdığı ilk mektubunda, “Tolstoy’un Harb ve Sulh romanı üstüne henüz tarihi roman yazılmadı” derken, hemen arkasından, “daktilo ile yazı yazmak ne güzel şey ve yeryüzünde mülkiyetini affedeceğim yegâne istihsal aleti daktilo makinasıdır” der.
Nâzım Hikmet çeviri işinden genel olarak hoşlanmamakla ve bu işi ailesinin geçimini temin etmek için yaptığı işlerden biri olarak görmekle beraber, şimdi mutludur. Bu çevirinin, diğerlerinden farklı olarak, “ilk edebî çevirisi” olduğunu düşünür ve kendi edebî dünyasına katkılarından umutludur. Bir hafta kadar tercüme üslûbu üzerine kafa yorar, vardığı neticeleri Kemal Tahir’e yazar. İki nedenle karamsardır: Birincisi, vardığı neticelerin yarım yamalak tatbiki hâlinde bile bir haftada ancak yedi sayfa çevirebilmiştir, oysa üzerinde ciddi bir zaman baskısı da vardır, ikincisi ise böyle bir üslûp tecrübesini Maarif Vekâleti Tercüme Bürosu’na anlatmanın müşkülatı… Fakat emsalinden, yani Fransızca tercümesinden daha iyi olacağından umutludur.
Hemen ardından yazdığı mektuplarda da tercüme üzerinde harıl harıl, bazen 8-10 saat çalıştığından, ama istediği gibi olmadığından dertlenir. Ve hatta “hani bir daha tercüme yapmayacak kadar gık” dediğini yazar. Tercüme “bütün gününü ve kendisini yiyip bitirir.” Bu esnada, Memleketimden İnsan Manzaraları üzerine de çalışmaktadır, ancak tercümenin bütün vaktini alması nedeniyle bir süre için bu büyük eserini de durdurmak zorunda kalır. “Manzaralarına çalışamadığı için boynu bükük”tür. Şimdiki durumunu bir zamanlar dışarda iken edebiyatı, şiiri falan boşlayıp, para kazanabilmek için İpekçiler’in dolabına beygir olarak koşulduğu döneme benzetmektedir: “İşte şimdi de dört beş ay kadar, şüphesiz daha zevkli ve benim için de faydalı fakat ne de olsa bir dolaba koşuluyorum” diye tarif eder. Henüz birinci cilt yeni bitmiştir. Aklı Manzaralar’da, şiirdedir, “Manzaraları’na kavuşmak için can atmakta”dır. Manzaralara “özlemini” aktardığı bir mektubunda, “Kemal, ben tercüme yapmayı sevmiyorum, adeta ağrıma gidiyor bu iş” der. Ama durum Zeki Baştımar’a bir mektubunda yazdığı gibidir, “Mâlum ya viran olası hânede evladü ayal var”dır.
Eşe dosta bu işten “yakınmakla” beraber, “hâne”ye durumdan hemen hiç şikâyet etmez. Hatta karısına yazdığı bir mektubunda “Senin sayende ve sırf senin için Tolstoy’u tercüme ettiğimden pek memnunum, umumiyetle tercüme işi ağrıma gitmekle beraber, Tolstoy tercümesinden çok istifade ettiğimi söyleyebilirim” demektedir. Yalnızca bir mektubunda tercümelerin temize çekilme işinin “çok bıktırıcı ve yorucu” olduğundan şikâyet eder. Temize çekilme işinde hapishane arkadaşı Sarıyerli Emin Bey kendisine yardımcı olmaktadır; Emin Bey okur, Nâzım daktiloya çeker. Bu iki mektubun dışında, tercüme bahsinin geçtiği diğer mektuplarında, sadece gelen paradan, Piraye Hanım’a gönderdiği miktarlara dair bahis vardır, Nâzım Hikmet’in hesabına göre her ciltten ellerine dokuz yüz altmış lira kadar bir para geçecektir.
Nâzım Hikmet’in Bursa’da geçen hapislik yılları boyunca yaptığı en uzun soluklu tercüme işi Harb ve Sulh’tur, yanı sıra yine ailenin geçimini temin için Koza Kooperatifi’nin ipekçilik tanıtım broşürlerini hazırlar, hapishanede kurduğu tezgâhlarda dokumacılık yapar, bir yandan da İpekçiler’e senaryo yazar ya da çevirir. Bazen günde 16 saate kadar çalışmak durumunda kalır.
Aynı eserin iki çevirmen tarafından tercüme edilmesinde bir başka güçlük daha vardır: Ortak çeviriye fizikî bir engeldir, çevirmenlerden birisi “içeride”dir. Oysa tercümede bir “vahdet” olması gerekir. Bu konudaki güçlükleri mektuplaşarak aşmaya çalışırlar. I. cildin tamamlanmasını takiben, Zeki Baştımar Nâzım Hikmet’i ziyarete Bursa’ya da gelir. Ancak “üslûptaki birlik” konusu esas olarak karşılıklı mektuplarda “konuşulur,” mülahazalarda bulunulur.
Zeki Baştımar ile Nâzım Hikmet’in tanışıklığı aslında epey eskiye dayanır. Baştımar 1926’da Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde öğrenim görürken, Nâzım Hikmet o yıllarda Moskova’da şiirin yanı sıra tiyatro ile uğraşmaktadır. Türkiye’ye döndükten sonra, 1930’un başında kısa bir dönem Nâzım Hikmet’in başını çektiği söylenen “TKP muhalefeti” içinde yer alır, sonra oradan ayrılır. 1932’de TKP Merkez Komitesi’ne girer. Çeviri esnasında Nâzım Hikmet’le mektuplaşmalarında, bu “ortak geçmişe” imâ yoluyla dahi en ufak bir gönderme yoktur. Dönemin şartları göz önüne alındığında, “olması gereken” bir durumdur bu.
Zeki Baştımar 1943 yılında Ankara’da yaşamakta ve Başvekâlet Murakabe Heyeti Kütüphanesi’nde çalışmaktadır. Çehov’dan, Puşkin’den çeviriler yapmıştır, Maarif Vekâleti Tercüme Bürosu’nda çalışan Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Orhan Veli, Melih Cevdet, Orhan Burian ve diğerleri ile yakın ilişkisi vardır. Anlaşılan odur ki, Nâzım Hikmet’in bu çeviri işine örtük biçimde dâhil edilmesi, dayısı Ali Fuat Cebesoy’un çabalarıyla ve o dönemin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in “oluru” ile mümkün olmuştur.
Nâzım Hikmet Tolstoy’un “edası ve üslûbu;” başka bir biçimde söylemek gerekirse, “Tolstoy ruhu” üzerinde hassasiyetle durur; tercümede bunun kaybolabilme ihtimali en büyük kaygısıdır. Vâ-Nû’lara 1946 yılında yazdığı bir mektupta şöyle der: “Ben muhakkak ki çok kötü bir mütercimim, daha doğrusu sayın ihtiyara karşı öyle bir hayranlığım var ki, tek kelimesini bozacağım diye ödüm kopuyor.” Gerek Baştımar’a gerekse diğerlerine yazdığı mektuplarda, “tercüme meselesi”ne ilişkin gözettiği en önemli husus şöyle özetlenebilir: Tercümede, tercüme kokusu kaybolmasın ister; yani eser hangi dilden çevrilmişse, o devrin ve yazarının üslûp özellikleri tercümede kokusunu kaybetmemelidir. Yine Vâ-Nû’lara yazdığı aynı mektupta, “tercüme meseleleri” hakkında, Türkçede Tolstoy’un Rusçasını okura vermek gereğinden söz ederek şöyle der: “Ama böyle olursa yüzde yüz Türkçeleşmezmiş, ibaresi selikası bozuk olurmuş, olsun.” Ona göre ancak bu yolla yazarın şahsî üslûbu ve edası korunabilir. Ayrıca bu türden bir çeviri, çevrilen dile de yeni tabirler, turnürler kazandırabilir, tercüme yapılan dili de zenginleştirir. Tevazuyu da ihmâl etmez: “Belki de benim kötü mütercimliğim ve tercüme işinden nefret edişim bana bu soy ukalâlıkları yaptırıyor, kim bilir?”
Nâzım Hikmet, Zeki Baştımar’a bu hususta Tolstoy’un Fransızca tercümesinden daha başarılı olduğunu yazar: “Fransızca tercüman buna hiç dikkat etmemiş, bazen Tolstoy’un uzun bir cümle turnürüyle söylediklerini, sanki Tolstoy onu daha kısaca söylemesini beceremezmiş gibi, kısaltmış, bazen de bunun aksini yapmış”tır.
Tercüme sürecinde bir sorun, ortak çeviride bir arada olamayan iki çevirmenin çeviride “vahdet sağlamada” yaşadıkları ise, bir diğer “sıkıntı” da Maarif Vekâleti Tercüme Bürosu’nun tavrıdır. Nâzım Hikmet Kemal Tahir’e Tercüme Bürosu’nun tercüme dili hakkındaki prensibinin yanlış olduğunu yazar. Gerek çevirideki süre kısıtı gerekse Tercüme Bürosu’nun itirazları sonucunda Tolstoy’u babadan kalma usullerle, “bizim berbat kitabi cümle kuruşuna uyduran ve bu suretle tercümelerimizde bir Tolstoy üslubu (bilhassa cümle kuruş bakımından) ile bir Mopasan üslubunu ayırt edilemez hâle sokan usulle çevirmeye” karar verir; “tercüme dilinden memnun değilim ama Maarif Vekâleti’ne uyduk biz de” diye yazar.
Zeki Baştımar da başlangıçta bu çeviri biçimini yadırgar. Zihni Anadol, Zeki Baştımar’ın 1944 yılında TKP üyeliğinden tutuklanıp bir süre cezaevinde kaldığı dönemde karşılaşmalarını, Harb ve Sulh üzerine konuşmalarını şöyle anlatır: I. Cilt basılmış, Baştımar II. Cilt’e hapishanede devam etmektedir. Bir gün önüne Nâzım Hikmet’in ikinci ciltten yaptığı daktilo edilmiş bir tomar çeviriyi koyar, tashih yapması için. Anadol okur, tercümeyi beğenmez: “Vallahi dedim, ben şimdiye kadar böyle antika tercüme görmedim. Nâzım bunu nasıl yapmış şaştım doğrusu. Oturaklı bir cümle bulamadım şöyle iç açıcı dört başı mamur.” Bunun üzerine Baştımar: “Bana da ilkten öyle gelmişti. Ben onun bu üslubu için onunla üç gün Bursa Hapishanesinde tartıştım. O, ısrar etti, ben ısrar ettim, sonunda bir orta yol bulduk. O, devrik cümle taraftarı idi, ben ise tersini savundum. Şimdi elinde düzeltmesini yaptığın o tartışmadan sonra yapılan çeviridir. Mademki dilde devrimcilik istiyoruz, Nâzım bunda haklıydı. Sen de bir iki kez okursan tadına varacaksın.” Bunun üzerine Anadol, “gerçekten de öyle yaptım, yepyeni, tertemiz bir üslupla karşılaştı kulağım, dilim” diye anlatır.
Gerek yüz yüze yaptıkları görüşme gerekse mektuplar yoluyla birbirlerine gönderdikleri metinler neticesinde, ortak bir tercüme dili bulunur. Baştımar kendi dilini Nâzım’ınkine “uydurur;” kendi çevirilerini de Nâzım tarzında yeniden işlemeye karar verir. Nâzım Hikmet de Baştımar’ın çevirilerinden “pek faydalandığını” yazar. Yeri gelmişken, Nâzım Hikmet’in de “yeni tercüme dili” hakkında Baştımar’a yazdıklarını aktaralım, Harb ve Sulh tercümesine henüz başlandığı döneme aittir: “Tercümede elbette ki muhteva asıldır. (…) Tolstoy muhtevası Tolstoy şeklini tayin edecektir. Yani demek istiyorum ki muhteva üzerinde çalıştıkça şekil çıkacaktır. Filhakika bazen bu şekil bugünkü kitabi nesir dilinden bazen uzaklaşacaktır, ama ne yapalım, zaten bugünkü nesir dilimizin sentaksı, ana şekli, bizim tabiri caizse meşrutiyet burjuvazimizin cılız, basit muhtevasına uygun bir nesnedir ve öylece de kalıplaşmış, donmuştur ve binaen aleyh bunun yıkılması gerektir. Bu bir zarurettir, şiirde olan şey, zaten malum ya şiir her zaman önde gider nesir dilimizde de olacaktır.”
Bu ihtiyacı duyduğu ve bunu daha önce denediği yer, o sıralarda yazmakta olduğu Memleketimden İnsan Manzaraları’dır. Harb ve Sulh çevirisinden bahisle Kemal Tahir’e yazdığı mektubunda, gerek nesir gerek şiir hakkındaki düşüncelerini özetle şöyle anlatır: Şiir yani “mısra,” ister istemez, konuşma dilinin hareketini, renkliliğini ve canlılığını taşırken, nesir, yani “satır” uydurma ve kaidelidir. Bu, kendi şiiri ve tercüme vesilesi ile nesir hakkında vardığı “aşama” ya da yeni biçim arayışı açısından son derece önemli ve ilginçtir.
Baştımar, Nâzım Hikmet’i “sipariş üzerine iş yaptıkları ve müşterinin (Tercüme Bürosu-S.A.) zevkini de düşünmek zorunda oldukları” bahsinde “uyardıktan” sonra, bu konuda şöyle yazar: “Yenilik, onun lüzumunu, zaruriliğini takdir edenler için güzeldir. Bunu takdir edebilmek için de eskinin kifayetsizliğini, eskiliğini, çirkinliğini görmek lazımdır. Görmeyenlerce anlamayanlarca yenilik ekseriya bir acemilik, bir acayiplik telakki olunur. Aksini ispat etmek ve kabul ettirmek için uzunca bir gayret, sürekli bir yaratıcı mücadele ister. Edebiyatımızda, şiirimizde en büyük yeniliğin başarıcısı olan siz hakikati kendi tecrübenizle ve herkesten iyi bilirsiniz. Bu siparişte az […] hareket etmek lazım. Burada yeniliğin tohumlarını ekmek, fakat filizlenebilmeleri [için?] üzerlerini mümkün olduğu kadar örtmek lazım.” Meseleyi gayet iyi kavrayan bir “ortağın” âdeta itidal tavsiyesi gibidir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, gerek zaman baskısı; ayrıca bir an evvel “dünyalık elde etmek” telaşı, gerekse Tercüme Bürosu’nun itirazları, Nâzım Hikmet’i bıktırır; bir anlamda “pes eder.” İlk cildin tercümesinin bitimini takip eden günlerde Zeki Baştımar’a şöyle yazar: “[…] Peyderpey size yollayacağım, lazım gelen düzeltmeleri dilediğiniz gibi yaparsınız. Kitab sizin imzanızla çıkacak, bu benim için ayrıca bir memnunluk kaynağı olmakla beraber, istediğiniz düzeltmeleri yapmak hakkını size bol bol vermektedir. Sakın el birliği ile yaptığımız işin mesuliyetinden kaçıyorum sanmayın. İcab ettiği vakit o mesuliyeti paylaşmaya hazırım.” Nâzım Hikmet bütün bunlarla beraber “-Şimdilik pratik kıymeti olmadığı anlaşılan fakat başka şartlar içinde olabilecek-” tercümede “prensip meselelerini” Zeki Baştımar’a yazmayı sürdürür. Bununla birlikte, tercümenin hapishaneye getirisinden memnundur. Tercümenin genç arkadaşı Orhan Kemal’e katkılarından bahseder: “Mamafi ben bu tecrübenin daha şimdiden neticesini almaya başladım, burda benimle yatan, suçunun mahiyeti benimkisi gibi, genç ve çok istidatlı bir arkadaşım var. Kendisi çok dikkate değer hikâyeler ve şiirler yazıyor, Türkçeden başka dil bilmiyor, harıl harıl Fransızcaya çalışıyor, işte o, Tolstoy tercümesindeki üslup başkalığından faydalandığını söylüyor, hatta yeni bir hikâyesinde, tâbir caizse, Tolstoy’un üslubunun bir iki örneğini de başarıyla verdi.”
Bazı kelimelere en uygun karşılığı bulmak üzere de yazışırlar. Özellikle “askerî rütbelerde ve sivil memuriyet isimlerinde” zorlandığını yazar Nâzım Hikmet, karşılıklarını sorar. Bazen de Baştımar kendisine “Gece toplantısı ve kibar âlemleri tabirleri güzeldir, ben de bunları kullanacağım. Fakat ‘gece toplantısı’ ‘suare’nin haşmetini, aristokratik ruhunu vermiyor gibi geliyor bana ne dersiniz” diye yazar.
Mektuplarda “tahsilat meselesi” de önemli yer tutar. Gecikmelerle de olsa, Baştımar eline geçen paradan Nâzım Hikmet’in hakkını yollar. Ödemedeki gecikmeler konusunda, Nâzım Hikmet, Baştımar’a dayısı Cebesoy’dan yardım istemesini, Maarif Vekâleti’ni, Cebesoy aracılığı ile “sıkıştırabileceğini” söyler. Hane halkının fena hâlde parasız kaldığından yakınarak, “para işi gecikecekse, faizle hapishaneden borç bulabileceğinden, ya da iki adet olan battaniyesinden birisini ve bazı eşyalarını satıp eve gönderebileceğinden” söz eder. Bunun üzerine Baştımar, cebinden para gönderir. Piraye Hanım’a da kendisine havale ettiği bu parayı, büyük ihtimalle Baştımar’ın “alacağa mahsuben” cebinden gönderdiğini yazar. Eldeki mektuplardan yola çıkarak söylersek -hemen tümü karısına gönderilmek üzere- miktar bin beş yüz liradan fazladır. Dönemin şartları içinde, oldukça iyi bir meblağdır bu. Zaman zaman da Malatya’daki arkadaşı Kemal Tahir’e cüzî sayılabilecek paralar gönderir.
Tercüme, zaman zaman Nâzım Hikmet’in hapishanede rahatsızlanması; Zeki Baştımar’ın 1944’te komünistlik suçlamasıyla tutuklanıp cezaevine girmesiyle de bir süre akamete uğrar. Aslında Manzaralar’a çalışmak için fırsat çıkar. Ama o yine de ailesinin geçimini düşünmektedir. Kemal Tahir’e “çoluğun çocuğun geçimi için tercüme araştırıyorum” diye yazar. Bulunur da, Nâzım Hikmet, Manon Lescaut’yu çevirmeye başlar. Tercüme, Fikret Adil üzerinden yine Maarif Vekâleti’ne yapılmak üzere alınmıştır. Yarısına yakınını çevirir. Ancak yaptığı çeviri, Tercüme Bürosu tarafından “yeni terimler bulunmadığı” için reddedilir, onca emek heba olur. Bu dönemde Manzaralar’ı tavsatmak durumunda kaldığı için çok üzgündür. Koza Kooperatifi’ne yaptığı ipekçilik broşürlerine devam eder, dokumacılığı sürdürür. Baştımar’ın bir süre tutuklu kalıp, tahliye edilmesinden sonra kaldıkları yerden devam ederler.
Tercüme Bürosu ile görüşmeleri Zeki Baştımar sürdürmektedir. Bu konuda zorlandığı da anlaşılmaktadır. Çünkü “siparişi veren yer”e tercümeyi kabul ettirmek ya da beğendirmek gibi müşkül bir görevi vardır. Tercüme Bürosu’nun en önemli itirazı “çeviri kokuyor” noktasındadır. Oysa yukarıda uzunca belirttiğimiz gibi, bu, Nâzım Hikmet’in Tolstoy’un üslûbunu verebilmek için özellikle tercih ettiği bir biçimdir. Ancak bu durum Tercüme Bürosu tarafından “acemilik” gibi anlaşılmaktadır.
“Tercüme prensipleri” konusunda Tercüme Bürosu ile anlaşamadıkları; bazen direndikleri ama nihayetinde “müşteri memnuniyetini” esas almak zorunda kaldıkları görülmektedir. Hatta kitabın adının “Savaş, Barış” olmasını da önermiştir Büro. Harb ve Sulh adında ısrar edişleri, Nâzım Hikmet’in üzerinde hassasiyetle durduğu “19. yüzyıl üslubunu yansıtmak” meselesine uygun düşmesinden olsa gerek. Tercüme üzerinden giden, o günkü “dil meselelerine” ilişkin bir tartışma da yürümektedir. Baştımar şöyle yazar Nâzım Hikmet’e: “Sonra bugünkü nesircilerimiz arasında ara sıra münakaşa edilen bir (ve) meselesi, hatta Tercüme Bürosunda bir (ve) düşmanlığı var. Hatta o kadar ki tercüme ettiğimiz kitabın adına ‘Savaş, Barış’ denmesini teklif edenler bile bulundu. Bu kadarı da çok saçma tabii. Yabancı dillerde çok bol olan (ve) leri tercümede çok defalar virgülle geçmek, bazen ‘de’, ‘ile’ ve yerine göre başka edatlarla ifade etmek mümkündür ve dilimize daha uygun düşüyor. Bununla beraber şüphe yok ki ve ve’dir, icap ettiği, uygun düştüğü yerde ne kadar sık da olsa kullanılmak gerekir” Nâzım Hikmet de cevaben şöyle der: “Mektubunuz geldi, söyledikleriniz pratikte çok doğru olan şeylerdir. Ve ve’dir amma, elbette ki müşteriyi de düşünmeye mecburuz bundan dolayı ben elimden geldiği kadar zavallı, canlı, zaruri VE’lerin canına kıydım. Mamafih siz dilediğiniz gibi Ve katliamında bulunabilirsiniz ve geçen mektubumda söylediğim gibi benim tercüme üzerinde istediğiniz gibi tashihlerde bulunabilirsiniz.” Bu arada Baştımar, Tercüme Bürosu ile temaslarındaki mütalaaları aktarmayı sürdürür. Nâzım Hikmet’in tavrı ve kararı daha sarihtir artık: “Bu işteki durumum malum olduğuna göre, sanat, yahut akademik münakaşalara girişmemde mana yoktur. Bundan dolayı bu mütalaaların neden ibaret olduğunu bana bildirirseniz ben derhal onların tatbikine ve onlara aykırı olan yerlerin tashihine girişirim.”
İkinci ciltle birlikte, Tercüme Bürosu ile ilişkilerin büyük ölçüde yoluna girdiği anlaşılıyor. Sonraki mektuplaşmalarında tercüme meselelerinden çok, Nâzım Hikmet’in adlî durumuna ilişkin bilgiler ve gönderdiği şiirler, dostça ve samimi temenniler yer alır. Ve tabii çok önemli bir mesele olarak da tercümenin “tahsilat işleri.” Maarif Vekâleti ödeme yapmakta sürekli gecikir, Baştımar ödeme konusunda verdiği sözleri tutamaktan üzgündür, mahcubiyetini yazar; uzayan formalitelerin bu işi nasıl geciktirdiğinden yakınır. Bir ciddi “sorun” da tercümeyi Rusçasıyla karşılaştıran “zat”tır. Şöyle yazar: “Asıl mesele tercümeyi Rusçasıyla karşılaştıran zatı harekete geçirmekte. Herif bu karşılaştırmayı da bensiz yaptığı yok. Razıyım ama kendi de meydanda yok. Böyle giderse onu şikâyet etmekten başka çarem kalmıyor. Çünkü raporunu vermeden para vermiyorlar ve eserin basılması gecikiyor.” Bu “zat,” yani Tercüme Bürosu mütercimlerinden Erol Güney uzun yıllar sonra şöyle diyecektir: “Bu 5. yılda Rus çevirilerinde de önemli bir adım atılmıştı. Dünyanın en büyük romanlarından biri, belki de en büyüğü olan Harb ve Sulh’un ilk iki cildi yayınlanmıştı. Bu yapıtta Zeki Baştımar’ın imzası vardı; ama hepimiz biliyorduk ki bu romanın çevirisinin bir kısmını, o sırada Bursa Hapishanesi’nde yatan Nâzım Hikmet yapıyordu. Ben çeviriyi sadakat bakımından kontrol ediyordum. Rusça kısmı hayli hatasız çevrilmişti, ama metinde bol bol bulunan Fransızca konuşmalarda yapılan çeviri hatalarından kim sorumluydu? Zeki Baştımar mı, yoksa Nâzım Hikmet mi? Bunu hâlâ öğrenemedim…” Hemen belirtelim, romandaki Fransızca konuşmaları çeviren Nâzım Hikmet’ir. “Çeviri hataları” mıdır, yoksa Nâzım’ın Tolstoy’un üslûbu konusundaki titizlenmesinin neticesi midir, bunu çevirmenlere bırakalım. Ama tekrar belirtmekte fayda var; Nâzım Hikmet Harb ve Sulh’u Rusça aslından Fransızca tercümesiyle karşılaştırarak çevirir. Yukarıda da belirttik, Fransızca tercümesini beğenmez.
Anlaşılan, Nâzım Hikmet’in tercümedeki dahlini Tercüme Bürosu çevresi bilir ve konu bu çevreyle sınırlı kalır. Ancak bir zaman sonra Mareşal Fevzi Çakmak da öğrenir. Nâzım Hikmet’in avukatı Mehmet Ali Sebük’ün sözleriyle, Mareşal bu konuyu da bir süre sonra, Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’i itham ettiği “komünistleri korumak ve kollamakla” ilgili diğer savlarına dâhil eder.
Dördüncü cildin tercümesine sıra geldiğinde, Nâzım Hikmet biraz da ani bir kararla tercümeyi bırakır ve IV. Cildin hissesine düşen parçalarını Zeki Baştımar’a devreder. “Bu işe tahammülü kalmadığını” ve bu işte “kendisini yarı yolda bıraktığı” için özür dileyerek, affını ister. Ancak kendisinden “dost mektuplarının” kesilmemesini de rica eder. 1948 senesidir. “Eski dostlarının” hapishane ziyaretleri sıklaşmış, maddî yardımları da artmıştır. Manzaralar’ı tamamlayıp, bir roman yazmak niyetindedir, belki bu nedenle, günlerini yiyip bitiren ve bazen rüyalarına bile giren, giderek sadece geçim aracı olarak gördüğü tercümeyi artık devam ettiremeyeceğini düşünmüş olabilir. 1943 başından 1947 sonuna kadar süren, “ilk edebi çevirim” diye büyük heyecanla başladığı bu çok değerli çaba ve tercümede başlatmak istediği “yeni biçim,” kendi çeviri serüveni bakımından, Harb ve Sulh’a ilişkin böylece nihayete erer.
Dördüncü cildi Zeki Baştımar tamamlar. “Nâzım Hikmet’e af kampanyası” içinde aktif olarak yer alan Baştımar, 1951’de tutuklanır, 10 yıl hapse mahkûm olur. 1961’de yurt dışına gider. İki eski arkadaşın yolları bir kez daha “TKP’nin yurt dışı aktifi”nde, Leipzig’de kesişir.
Harb ve Sulh, Savaş ve Barış adıyla Can Yayınları tarafından Temmuz 2010’da yeniden basılır. İlk basımda çevirmen olarak yalnız Zeki Baştımar’ın adı yer alır. 2016 yılındaki ikinci baskıda Nâzım Hikmet’in adına da yer verilir. Savaş ve Barış’ı yayına hazırlayanlardan Sabri Gürses, kitabın ilk sayfalarında “Çeviri Üzerine” adıyla kaleme aldığı yazısında, Nâzım Hikmet’in Kemal Tahir’e yazdığı “[…] Ben tercümeden şunu anlıyorum: Tercüme edilen eserin yüzde yüz Türkçeleştirilmesi değil. Yani tercüme romanı okuduğun zaman, sanki onu bir Türk muharririnin yazdığını sanmayacaksın” sözlerinin son cümlesini şöyle aktarmış: “Yani tercüme romanı okuduğun zaman, sanki onu bir Türk muharririnin yazdığını anlıyacaksın.” Nâzım Hikmet’in tercüme tekniğine ilişkin bu önemli tespiti, maalesef ya yanlış anlama ya özensizlik ya da “başka nedenlerle” tam zıddı olarak aktarılmış. Eser, bırakın Tolstoy’u ve hatta geçmişin Türk muharrirlerinden birinin yazmasını; adetâ “zamane yazarlarımızdan” birinin elinden çıkmış hâle gelmiş.
Yayınevinin internet sitesinde kitabın (Eylül 2017- 8. Baskı) tanıtım yazısında ise şu ifadeler yer almaktadır: “Elinizdeki çeviri, Savaş ve Barış’ın, dönemin Maarif Vekaleti’nin Zeki Baştımar’a ısmarladığı, 1943-49 yılları arasında yapılan eksiksiz çevirisi. Zeki Baştımar bu çeviriyi o sırada Bursa’da hapiste olan Nâzım Hikmet’le birlikte yaptığı halde, bilinen siyasi nedenlerle Nâzım’ın adı hiçbir zaman kitapta yer almadı. Bugün bu çeviri Baştımar ailesinin de isteği üzerine iki çevirmen adıyla yayımlanırken, metne, günümüz için eskimiş ve anlaşılması güçleşmiş sözcüklerin yenileştirilmesi dışında dokunmamaya özen gösterildi; sadece ilk baskılardaki Harb ve Sulh yerine, eserin yıllardır alışılmış yeni adı Savaş ve Barış tercih edildi.”
Ancak Harb ve Sulh ile Savaş ve Barış baskıları karşılaştırıldığında, durum biraz farklı görünmektedir: sadece “Harb ve Sulh yerine” Savaş ve Barış’ın tercih edilmesinin çok ötesindedir: Âdeta “çevirinin çevirisi” gibidir. Can Yayınları’nın “eskimiş ve anlaşılması güçleşmiş” kabul ettiği kelimeler, bugünkü okurun kolaylıkla anlayabileceği türdendir. Bu kelimelerin “yenileştirilmesi” sadece çevirmenlere değil, okura da haksızlıktır.
Sadece şu paragraflar bile yeterince fikir verebilir: “Petersburgda da Moskovada olduğu gibi nazik, sevimli insanların havası Piyer’in etrafını sardı. Prens Vasili’nin kendisine sağladığı mevkii, yahut daha doğrusu ünvanı, (çünkü hiçbir iş görmüyordu) reddedemedi, tanışmalar, davetler, kibar âlemi meşguliyetleri o kadar çoktu ki Piyer bir zihin bulanıklığı, bir telaş, boyuna yaklaşan fakat bir türlü gerçekleşmeyen bir saadet hissini Moskovadakinden daha çok duyuyordu.” (Harb ve Sulh, I. Cilt, 2. Kitap, s.7)
Aynı paragrafı bir de Savaş ve Barış’tan okuyalım: “Petersburg’da da Moskova’da olduğu gibi nazik, sevimli insanların havası Piyer’in çevresini sardı. Prens Vasiliy’in kendisine sağladığı konumu, daha doğrusu unvanı (çünkü aslında hiçbir iş yapmıyordu) reddedemedi, tanışmalar, davetler, sosyete meşguliyetleri o kadar çoktu ki Piyer bir zihin bulanıklığı, bir telaş, hep yaklaşan ama bir türlü gerçekleşmeyen bir mutluluk duygusunu Moskova’dakinden daha çok duyuyordu.” (Savaş ve Barış, I. Cilt, s. 307)
Nâzım Hikmet ile Baştımar’ın istişare ederek, üzerinde anlaştıkları “kibar alemi” tabiri bu paragrafta “sosyete meşguliyetleri,” ilerleyen paragraflarda ise “yakın çevre,” “toplum hayatı,” “insanlar arasında” gibi tanımlara yerini bırakır. “Gece toplantısı” yerine anlaştıkları “suvare” kelimesi, Can Yayınları’na bir anlam ifade etmemiş ola ki, “süvari” hâline gelmiş: “Anna Pavlova’nın suvaresi birincisi gibiydi” cümlesi, “Anna Pavlova’nın süvarisi gibiydi” oluvermiş mesela. Tabii, “süvarisi olunca” “birincisi” kelimesini de atmak gerekmiş anlaşılan. Bu arada “fakat azizim”ler, “ama dostum” olmuş, “aziz dost” “sevgili dostum” olmuş vs. Bir de şu paragraflara bakalım. (Neyse ki ilerleyen sayfalarda “suvarenin” süvari olmadığını anlamış görünüyor yayınevi.)
Harb ve Sulh:
“İmparatoriçe Mariya Feodorovna'nın damdonörü ve yakını meşhur Anna Pavlovna Şerer 1805 yılı temmuzunda suvaresine ilk gelen mevkii de, rütbesi de yüksek Prens Vasili'yi bu sözlerle karşılıyordu. Anna Pavlovna bir kaç gündür öksürüyordu. Kendi tâbiriyle grip olmuştu (o zamanlar grip seyrek kullanılır bir sözdü). Sabahleyin kırmızı elbiseli uşakla öteye beriye gönderilen davetiyelerin ayırtsız hepsinde şunlar yazılıydı:”
Savaş ve Barış:
“İmparatoriçe Mariya Feodorovna'nın nedimesi ve yakını ünlü Anna Pavlovna Şerer 1805 Temmuzunda akşam davetine ilk gelen konumu da, rütbesi de yüksek Prens Vasiliy'i bu sözlerle karşılıyordu. Bir kaç gündür öksürüyordu Anna Pavlovna, kendi deyimiyle grip olmuştu (o zamanlar grip az kullanılır bir sözcüktü). Sabahleyin kırmızı elbiseli bir uşakla sağa sola gönderilen davetiyelerin ayrıksız hepsinde şunlar yazılıydı:”
Âdeta romanın tümü bu ve bunun benzeri “yeni” kelimelerle ve hatalarla “dönüştürülmüş.” Tabii, geriye Nâzım Hikmet’in üzerinde hassasiyetle durduğu Tolstoy’un “eda ve üslubundan” hiçbir şey kalmamış! Ayrıca Nâzım’ın üzerine yıllarca kafa yorduğu çeviri de “pul’a dönmüş,” ne yazık…
Şunu da belirtmeden geçmeyelim, eserin sonraki baskılarında yer alan Nâzım Hikmet biyografisi de olaylar ve tarihler bakımından hatalarla doludur.
Biz yine Nâzım Hikmet’e dönelim ve son söz onun olsun: Bir seyahatinden trenle Moskova’ya dönerken, pencereden gördüğü yerleri karısı Münevver Hanım’a yataklı kompartımanından yazar; Tolstoy’u anar, Harb ve Sulh’u şu satırları ile hatırlar: “Radyo saat ayarını verdi. On iki. Bir kayın ormanına girdik. Kayınları, bizim kavaklara benziyorlar diye seviyorum. Ormandan çıktık. Bir çocuk dinlenme kampının yanından geçiyoruz. Cıvıl cıvıl çocuk. Borodino istasyonunu geçtik. Borodinoyu bildin mi, Napolyonun Rus ovalarında verdiği meydan muharebelerinden biri burda geçmiş. Tolstoyun Harp ve Sulh romanında bu Borodino meydan harbinden uzun uzadıya ve koca ihtiyara has ustalıkla, dehayla yazılmış bir bahis vardır.”[3]